Kim Daha Çok Cumhuriyetçi?
Ellerinde belli güç vehmeden ve kendilerine istikbal kapıları açmak isteyenler, engel gördükleri veya karakterleri gereği düşman bildikleri karşısında, sığındıkları kaypak kavramları bir silah gibi kullanmaktalar.
Kavramların büyüsü
Dil ve özellikle bazı kavramlar, son birkaç asırda daha önce kazanmadığı bir değer kazanmış ve özellikle belli modern akımlar, top-tüfekten çok, bu kavramların büyüsüyle kendilerini belli kesimlere kabul ettirmiştir. Buna paralel olarak, medyanın son bir-iki asırda çok önemli bir kuvvet haline gelmesi, dilin ve bazı kavramların, kendilerine olağanüstü denebilecek bir tesir sahası edinmesinde en önemli rollerden birini oynamıştır. Okuma-yazma bilmenin önemini kimse inkar edemez. Fakat, Alman eğitimcilerden Wolfgang, "İnsanlardan sürüler elde etmenin en iyi yolu, onları okuyucu yapmaktır" der. Medyanın, bilhassa bu asrın ikinci yarısında, yazılı basına ek olarak görsel alanda da alabildiğine yaygınlaşması, ilmin aksine cehaletin artmasına yol açmıştır dersek, yanlış bir yargıda bulunmuş olmayız. Bazı mizahi eserlere de konu olacak şekilde, medya kültürü, insanların kendilerini hem de belli bir önem çerçevesinde ifade ve bu kültürle ispat-ı vücud etmelerinde anahtar bir rol oynamış; fakat bu çoğu yanlış azı doğru, alabildiğine yüzeysel kültür, ilmi derinleşmenin önüne set çekmiştir. Medyanın, belli kavramların yaygınlaştırılmasında tam bir 'medya' (medya, kelime anlamıyla "ortam vasıta" demektir) fonksiyonu görmesiyle, bu cehalet, tarihte eşi görülmedik boyutlara ulaşmış ve ne yazık ki, belli siyasi hakimiyetleri meşrulaştırma zemini oluşturmuştur. Mesela, Fransız devrimi "liberte, fraternite, egalite (hürriyet, kardeşlik, eşitlik)" kavramlarını bayraklaştırmıştı. Robespiyerleri yetiştiren, giyotinleri çalıştırmakla ünlenen, Napolyonlarla büyük Fransız imparatorluğu hayallerine soyunan ve 5 ayrı cumhuriyet dönemi geçiren Fransız devriminin bu kavramlara ne derece sadık kaldığı çok rahat tartışılabilir. Fakat bu üç kavram, Avrupa'daki imparatorluk ve krallıkların yanı sıra, Osmanlı Devleti'nin de parçalanmasında en büyük rolü oynamıştır. İttihad-Terakki'nin benimsediği üç esas "hürriyet, uhuvvet, müsavat" idi. İttihad-Terakki'nin de bu kavramlarla münasebeti aynı şekilde tartışmaya açıktır.
Bugün Irak'ın neresine giderseniz gidin, bu üç kavramın "hürriyet, uhuvvet, iştirakiyye" (onlar eşitliği, sosyalizm manasında "iştirakiyye" yapmışlar) her tarafta yazılı olduğunu görürsünüz. Tabii, Irak rejiminin bu kavramlarla münasebeti de, yine sorgulamaya açık bulunmaktadır. Son dönemlerde bu kavramlara, gelişen ve değişen zaman ve şartlara göre "asrileşme", daha sonra aldığı şekillerle, "çağdaşlaşma, ilericilik, gericilik, yurtseverlik" gibi yeni kavramlar eklendi. Bunları da, daha çok bunlarla ne ölçüde alakadar oldukları su götürür kesimler birer silah gibi kullandı. Mesela, modern uygarlığın kadim Yunan, Roma hukuku ve Hıristiyanlık "teslis"i üzerinde yükseldiği kabul edile gelmiştir. Bunlardan hangisi yenidir ki, ilericilikten bahsedilebilsin. Yine modern uygarlığın başlangıcı olan Rönesans'ın, dünya görüşü, hayat anlayışı, sanat ve bilim anlayışı gibi temel noktalarda antikiteyi esas aldığı açıktır. Adı üstünde 'antikite', tam bir geriye, hem de ilk çağlara dönüştür, yani tam bir "irtica"dır. Ne var ki, sanki, itibari (nominal) bir varlığı olan zamanın insan üzerinde doğrudan tesiri varmış ve her zamana damgasını o zamanın hakim anlayış ve sistemleri vurmazmış gibi, 'antikite'ye dönüş asrileşme ve modernleşme olarak takdim edilebilmiş, bunu sorgulayan aydın sayısı ise son derece sınırlı kalmıştır. Aynı durum bugün de devam etmekte, elinde belli güç vehmeden ve kendilerine ikbal ve istikbal kapıları açmak isteyenler, yine bu kaypak kavramların arkasına sığınıp, önlerinde engel gördükleri veya karakterleri gereği düşman bildikleri kişi ve kurumlar karşısında, bu kavramları en öldürücü silahtan daha tesirli bir biçimde kullanmakta beis görmemektedirler.
İslam, Demokrasi ve Cumhuriyet
60 milyonun, şahit olmaktan da öte, yaşadığı üzere, özellikle son birkaç yıldır ülkemizde belli kesimler üzerinde estirilen terör havasının baş silahı yine bazı kavramlardır. Önemli bir düşünürümüzün bu konuda gerçekten dikkate değer bir tespiti vardır: Bu düşünürümüz, bir eserinde, "Zulüm, başına adalet külahını geçirmiş. Hıyanet, hamiyet, (vatanperverlik) elbisesini giymiş. Esarete hürriyet adı verilmiş. Bu şekilde, zıdlar suretlerini değiş-tokuş yapmışlar" derken, bir yerde de, "Bu, günümüzde feleğin çemberinin ters döndüğüne delildir" der. İşte, feleğin çemberinin ters döndüğünü gösteren delillerden biri de, İslam'ın irtica ile, bilhassa Cumhuriyet karşıtlığı ile suçlanmasıdır. İslam da, Müslümanlar da, temel prensipler açısından, ne demokrasiye, ne de Cumhuriyet'e karşı olabilirler.
Bir defa, Kur'an'dan başka hiçbir yerde, "Bir millet, kendi iç durumunu değiştirmedikçe Allah da, içinde bulundukları durumu değiştirmez" hükmü yoktur. Tarihte Peygamber Efendimiz'den (sav) başka hiç kimse, "Nasılsanız, öyle idare edilirsiniz" buyurmamıştır. İslam, insanın kaderini, dünyada kendine çizeceği hayat çizgisinin kalemini kendi eline verir. Bu hüküm, bu anlayış, kaç asırdır bayraklaştırılan ne liberalizmde, ne sosyalizmde, ne Marksizm'de, ne de onların fikri temellerini oluşturan aydınlanma, tarihselcilik, tarihi materyalizm gibi akımlarda vardır. Demokrasinin temelini, halkın kendi kaderini kendisinin tayin etmesi oluşturmuyor mu? İslam'ın bunu baştan ilan etmesine karşılık, siyasi platformda demokrasi diyen akımların, sözü edilen fikri temellerini, ya kör, sağır, cansız madde; ya, yine kör, sağır, cansız tabiat kuvvetleri ve zamanın "karşı konulamaz" diye takdim edilen akışı; ya, insan ile kullandığı üretim araçları arasındaki hukuki münasebet; ya "ne"likten "kim"liğe çıkarılan bilimselcilik; ya, nihai noktasını nihilizmde ve bütün varlığı manasız gören varoluşçulukta bulan bireycilik oluşturmakta ve insan iradesine adeta hiçbir fonksiyon bırakılmamaktadır. Pratikte durum bunun tersine midir? Hayır! Uhud Savaşı'nın ikinci kademesindeki yenilginin altında, Allah Rasulü ve sahabe ileri gelenlerinin fikirlerinin rağmına, meydan savaşı verme konusunda ısrar eden sahabe çoğunluğunun ısrarı yatar. Çoğunluğun fikri bu yönde olduğu için, Allah Rasulü, şehirde kalıp, savunma savaşı vermek istemesine rağmen, savaş alanına çıkmış ve mağlubiyet sebebini, bir yerde istişare neticesinde ortaya hakim fikrin uygulanması oluşturmuştur. Buna rağmen, yenilginin en kritik noktasında gelen ayette, "Onlarla idare hususunda istişare et" emri verilmiştir. İstişare, İslam'da temel ilkedir ve neticesi yenilgi de olacak olsa bu ilkeden vazgeçilemez. Allah Rasulü, peygamber olup, vahiyle desteklenmesine rağmen, her işte, hanımları dahil, ashabıyla istişare etmiş, kendinden sonra gelen ve Raşid Halifeler olarak anılan idarecileri seçim, istişare ve cumhuriyeti, o günün şartlarında en iyi biçimde kullanmış ve tarih, en büyük cumhuriyet idaresini o dönemde görmüştür. Aynı şekilde, İslam'da, çoğunluk manasına gelen cumhura uymak hukuki bir esastır.
Önemli bir düşünürümüz, "Halk çoğunluğuna uymak gerekir. Başta dine sağlam bağlı olan Şiilik, halk çoğunluğuna ittiba etmeyip, azınlıkta kaldığı için belli kısmı itibariyle Rafiziliğe dönüştü; başta dine kayıtsız olan Emevilik ise, çoğunluğa katıldığı için Ehl-i Sünnet'e dönüştü" tespitinde bulunur. Aynı şekilde, İslam'da icma, yani bir konuda uzmanların aynı fikre varmaları, idare konusunda halk çoğunluğunun düşüncesi, Kur'an'dan sonra üçüncü derecede hukuki esastır ve hukuki esas olması Kur'an'la sabittir. Bütün bu esasları getiren ve ilk döneminde en kamil şekilde uygulayan İslam'da, daha sonra zamanın, şartların ve bilhassa başka milletlerle kaynaşmanın getirdiği olumsuzluklar saltanat idarelerine yol açmışsa, bu, zaman ve şartlarda aranmalıdır. Kaldı ki, çağ, çağdaşlaşma, modernlik gibi modern büyülü kavramların temelinde mademki zamana uyma düşüncesi yatmaktadır; öyle ise, bu kavramlarla konuşanların, son bir-iki asra kadar dünyanın her yanında krallık ve imparatorluk idarelerinin geçerli olması karşısında Müslümanları suçlamaya hakları yoktur. Bu tenkidi; ancak, temel ilkeden sapıldığı için Müslümanlar kendi kendilerine yapabilirler.
Gülen'i suçlamak
Son dönemde, tamamen belli ve kimsenin meçhulü olmayan faktörlerle Fethullah Gülen düşmanlığı yapanlar, Gülen'i ve onu vurabilmek için gündeme getirdikleri Bediüzzaman Said Nursi'yi Cumhuriyet karşıtlığı ile suçlayabilmektedirler.
1. Bir defa, bu suçlamayı yapanlar, Türkiye'de halk çoğunluğunun düşünce, hayat anlayışı, dünya görüşü, inancı, geleneği ve tarihine ters düşen, dolayısıyla, Hadi Uluengin'in ifadesiyle, halk katında 1000'de 0 virgüllerle ifade edilebilecek bir yere sahip kimselerdir. Bu durumda, demokrasi ve cumhuriyetin temel ilkeleri açısından, bu kişilerin demokrat ve cumhuriyetçi olabilmeleri ve sayılabilmeleri kat'iyyen mümkün değildir.
2. Fethullah Gülen'in halk nazarındaki yeri, onun demokrasi ve Cumhuriyet karşıtı suçlamalara maruz bırakanların çok çok üstünde olduğu gibi, bu suçlamayı yapanlar, düşünce ve dünya görüşleri açısından da asla demokrat ve cumhuriyetçi sayılamazlar. Çünkü, dün olduğu gibi, bugün de hala tarihi maddecilikte ve Marksist ideolojide ısrar edenlerin, demokrat ve cumhuriyetçi olmaları; ancak bir tebessüm sebebi olabilir. Çünkü, bir defa, tarihi maddecilik, ana felsefesi gereği, insana kendi kaderini çizmede hiçbir imkan tanımadığı gibi, Marksizm de, bir proleterya, yani sınıf diktatörlüğü öngörmektedir ve esasen yıkılıp gitmiştir. İşte, bu iflas edişin acısı ve sancısıyla kıvrananlar, onun tam karşısında gördükleri İslam'a ve dolayısıyla Fethullah Gülen'e düşmanlıkta bulunmayı adeta varlık sebebi, ayakta kalabilme sebebi haline getirmiş bulunmaktadırlar.
3. Fethullah Gülen'i, demokrasi ve cumhuriyet karşıtlığı ile suçlayanlar, eskiden beri halkın değerlerine ve dünya görüşüne karşı, "halka ve ülkeye biz yön vermeliyiz" anlayışında, zaman zaman bazı gazetelerde gördüğümüz üzere (örneklerini istenildiği kadar verebiliriz) demokrasiye, "sandıksal demokrasi" diye karşı çıkıp, halkın tercihine karşı yapılan her türlü müdahalelerde başı çekmiş ve esasen halkın tercihinin yönetime yansımasını bir türlü hazmedememiş kesimlere mensupturlar. Bunları halk da, gerçek demokrat ve cumhuriyetçi aydınlar da çok iyi tanımaktadır ve esasen halk ve gerçek aydınlar nazarında hiçbir yerlerinin olmadığını kendileri de bilmektedir. Bu şekilde, demokrasi ve cumhuriyetle öyle çok fazla alakaları olmayanların, Fethullah Gülen'i demokrasi ve cumhuriyetin karşı tezi olarak suçlamaları, belki etkilemek istedikleri bazıları üzerinde kısmi etki yapabilir ve bu şekilde kendi kendileriyle tatmin olabilirler. Fakat bu, hiçbir zaman gerçeği değiştirmez ve "bir dane-i hakikat, bir harman yalanı yakmaya yeter."
Gülen ve Cumhuriyet
Fethullah Gülen, çoğu yılları resmi olmak üzere, yarım asra yakındır halkın içinde konuşmakta ve yazmaktadır. Konuşmalarının pek çoğu bandlara kaydolduğu ve piyasada her yerde bulunabileceği gibi, kitaplara da geçmiş, bunlardan ayrı olarak, 30'u aşkın eseri de yayınlanmıştır. Kendisiyle binlerce insan bir araya gelmiş, görüşmüş, fikir teatisinde bulunmuştur. Bütün bunlarda, onun demokrasi ve Cumhuriyet aleyhinde tek bir kelimesine olsun rastlamak mümkün değildir.
- tarihinde hazırlandı.