Rodrigo ve Yerdeki Kâğıt Parçası
Bundan 3-4 yıl önceydi. Bir gün internette dolaşırken Amerika'da oturan bir Türkle tanıştı. Konuşup tanıştılar, arkadaş oldular… Birbirlerine kendi ülkelerinin kültürlerinden bahsettiler. Karşılıklı müzik transferi yaptılar. Rodrigo, ilk kez Türkiye ile tanışıyor, Türkiye'ye ve dilimize karşı ilgi duymaya başlıyordu. Brezilya'da Türkiye pek bilinmezdi. Oralarda zaten pek Türk de yoktu. İnternetten Türkiye ile ilgili bilgi edinmeye başladı. Adını uzaktan uzağa duyduğu, pek çok karmaşık bilgilere sahip olduğu bu yeni ülke hakkında, doyurucu ve sağlıklı bilgiler almaya çalışıyordu. Zaman geçti, bu ilgisini daha da artırdı. Ve kader bir gün Rodrigo'nun önüne Brezilya'da yaşayan başka hizmet insanlarını çıkardı. Bu güzel insanların, Rodrigo'nun hayatında önemli bir dönüm noktası oluşturacağının henüz kimse farkında değildi.
Bunlar, Brezilya'daki eğitim gönüllülerimizdi. Uçakla 15 saatlik uzaklardan, güzel Türkiye'mizden tâ Brezilya'ya, Güney Amerika'nın en büyük kenti, Sao Paulo'ya gelmişlerdi. Kimisi Brezilyalı bir bayanla evlenmiş, Sao Paulo'da yaşamaya başlamıştı. Gayeleri, Brezilya'da, eğitim yoluyla, kültürümüze hizmet etmek, Türkçe dersleri vermek ve ölümsüz değerlerimizi buralara taşımaktı. Evet, arkadaşlarımız bundan sonra, Rodrigo ile yakın bir arkadaşlık kurdular. Daha ziyâde hal ve kalb diliyle onunla münâsebetlerini ilerletmeye çalıştılar. 3-4 yıl önce ilk kez Türkiye ile yakın bir temasa geçen Rodrigo, günbegün öğretmenlerimizi takip ediyor, bu vesile ile yeni yeni şeyleri anlamaya, dinlemeye ve öğrenmeye çalışıyordu. Yeryüzünün 110'u aşkın ülkesinde eğitim faaliyetlerine devam eden bu güzel kurumlarımız, nihâyet ilk kez Brezilya'da da tütmeye başlayacaktı. Ancak Brezilya'da bunun prosedürü pek çoktu ve bıktırıcıydı. Portekizce bilmeyen bir yabancının bu konuda epey zorlanacağı âşikârdı. Rodrigo, okulun açılması ve resmiyetlerin aşılması hususunda pek çok yardımda bulundu. … ve sonunda, Sao Paulo'da ilk Türk okulu, Colegio Belo Futuro (Güzel Gelecek Koleji) ismiyle eğitim dünyamıza "merhaba!" dedi.
Oradaki arkadaşlarımız birgün, bir web sitesi vasıtasıyla kendi öz değerlerimizi, Türkiye-Brezilya kardeşliğini, insanlığın istifadesine sunmaya karar verdiler. Bu konuda anadili Portekizce olan Rodrigo'dan yardım dilediler. Onlar, buralarda dinimizin, kültürümüzün ve ülkemizin pek yanlış tanındığını yakînen görmüş, bir şeyler yapamamanın vermiş olduğu çaresizlikle iki büklüm olmuşlardı. Evet, hele dinimiz, hele dinimiz… Yüce Dinimiz, birtakım kötü niyetli servis ve ajansların elinde, dünyaya tamamıyla çarpıtılarak gösteriliyordu. Ve bu medya bombardımanı altında, pek çok insan, bizim ezelî ve ebedî değerlerimizi bütünüyle yanlış tanıyordu. Evet, oralarda Müslümanlık terörizmle, Müslüman da teröristle eşdeğer görülüyordu. İslâm denince, akıllara bomba ve ölüm geliyordu. Ne yazık ki Türkiye'miz de, aynen bu muvâcehede değerlendiriliyordu. Bu ülkeyi seven her insaf ve vicdan sahibi insanımız gibi, oradaki arkadaşlarımız da, oralarda, kültürel değerlerimizi hal ve yaşantı diliyle nezâketle aktarmanın dışında, web siteleriyle, okullarla, kitap tercümeleriyle, tüm bu önyargı ve hatalı anlayışları bir şekilde yıkmak ve meseleyi doğru şekilde aktarmak istiyorlardı.
Tam bu sırada yine Rodrigo yardıma yetişti. Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin bazı eserlerini ve bir kısım makalelerini İngilizce'den Portekizce'ye çevireceklerdi. Zaman geldi, tercümeye başladı. Ancak Rodrigo'ya göre bunlarda bir gariplik vardı. Yavaş yavaş eski bilgileri çatırdamaya başlamıştı zihninde. Hayret… İslâm'ın özünün, insan sevgisi, merhamet, barış, diyalog, insanlık… gibi hususlar olduğu açık seçik anlatılıyordu bu kıymetli eserlerde. Sayfalar ilerledikçe, Rodrigo da değişik düşüncelere daldı. Yeni yeni şeyler öğreniyordu her gün, ama hangisi doğruydu bunların! Eski bilgileri bir bir târumar oluyor, günbegün doğruları keşfediyordu aslında. Dünyaya yapılan ve hiçbir ilmî ve rasyonel değeri olmayan bu bilinçli ve düşmanca empoze, tıpkı "takke düştü kel göründü!" misâli, Rodrigo'nun zihninden uçup gidiyordu. Bazen bir bu eski bilgilere, bir arkadaşlarımızın güzel yaşantılarına, bir de bu yeni ve orijinal eserlerdeki doyumsuz ve gerçek bilgilere bakıyor, hakikati anlamaya çalışıyordu. İslâm'la ve gerçek Müslümanlıkla ilk kontak işte böyle, yani kitap tercümeleriyle başlamış oldu. Evet, Rodrigo yavaş yavaş kanaatlerini değiştirmek zorunda kaldı. Ancak net bir karar da veremiyordu. Yani, Merhum Seyyid Kutub'un tâbiriyle "mefriku't-tarîk"ta, tam yolların ayrımındaydı sanki. Acaba, yolların ayrımındaki Yüce Zât'la ve Ölümüz Hakîkat'le tanışabilecek miydi!
Birgün Rodrigo'ya, doğum günü hediyesi olarak başka bir kitap daha verildi. Öyle ya, her fırsat değerlendirilmeli, girizgâhlar bulunarak, öz değerlerimiz bir şekilde herkese ulaştırılmalıydı. Bu, İngilizce bir eserdi. Onu da ilgiyle okumaya ve istifade etmeye başladı. Bu ve benzeri vesilelerle İslâm'a olan ilgisi iyice arttı. Eski bilgileri pek olumsuzdu tabii. İslâm'ı hep terör, terörizm, kadınların statü farklılığı ve onlara yapılan zulümlerle mâlul bir din olarak algılıyordu ister istemez. Bütün bir Batı dünyasına ve oralara, işte böyle empoze ediliyordu Dinimiz. Derken Razaman ayı gelip çattı. Ülkemizde ve pek çok yerde yapılan Ramazan etkinlikleri, diyalog adına tertiplenen toplu iftarlar, oralarda da gündemdeydi. Rodrigo da bu faydalı organizasyonlara iştirâk etti. Güzel günler bir bir ve hızla ilerliyordu. Rodrigo'nun yüreğinde bir yandan da kıpır kıpır bir "hidâyet yıldızı" parıldamaya başlamıştı. Ancak kafasındaki kargaşa, henüz tam olarak bitmiş değildi. Bir yanda o eski soru işâretleri, diğer yanda da bunların bir bir izâlesi… O Ramazan, arifeden bir gün önceki akşam iyice bunalmıştı. Kafası karman çormandı. Rodrigo'nun ailesi Hıristiyan asıllı idi. Ancak kendisi inançsızdı. Baba tarafı Sicilya, anne tarafı da Portekiz asıllıydı. Büyük ölçüde Batı dünyasının ve ehl-i dünya dediğimiz zümrenin yaşamış olduğu her türlü uygunsuzluk, onun hayatında da mevcuttu. Uzun zamandır yakınlık kurduğu ve hatta evlenmeyi dahi düşündüğü bir bayan arkadaşı da vardı.
İşte 2006 Ramazanı, arifeden bir gün önce, bu karmaşık duygular içinde bir akşam dua dua yalvararak yatacaktı Rodrigo. Varlığını tam olarak bilemediği Yüce Yaratıcı'ya, "Beni bu karmaşık duygulardan kurtar, en doğru yola ulaştır. Bana bu konuda lütfen yardımcı ol!" diyecekti bu duasında. Hani bizim istihare dediğimiz husus var ya, işte onun benzeri. O gece, işte bu duygularla uyudu. Bir yol gösterme bekliyordu, o tam olarak bilemediği Yüce Yaratıcı'sından. O gece rüyasında kendisini cennet-âsâ bir bahçede gördü. Güzel ağaçlar, dal bastı kirazlar, çiçekler, güller sümbüller vardı bu bahçede. Rodrigo, o güzelim bahçede yapayalnız yürüyordu reftâre. Ancak içinde biraz korku ve endişe de vardı. Nerede olduğunu öğrenmek istiyor, ama tam kestiremiyordu. Etrafta kimsecikler yoktu. Tam bu yol yöntem arayışı içinde rüyadaki bahçede yürürken birden önünde yerde küçük bir kâğıt parçası beliriverdi. Problemlerini çözme ihtiyacı hissederken, bu kâğıt parçası da neyin nesiydi! Rodrigo'ya nasıl yol gösterecekti! Dikkatlice kâğıda baktı. Gördüklerine inanamadı. Çünkü bu kâğıt parçasının üzerinde yazılı ilginç bir not gözüne ilişti: "What you're about to do, do it. Don't leave to tomorrow what you can do today…" Yani, "Düşündüğün şeyi hemen gerçekleştir. Yarına bırakma sakın. Yoksa yarın senin için çok geç olabilir!" Evet yerde bulduğu bu ilginç kâğıt böyle diyordu. Rodrigo, ilgiyle bunu okudu, alacağı mesajı da aldı. Hidâyete kapı aralanmış, ama seçim, bütün bütün elinden alınmamıştı. Küçük bir işâret çakılmış, ama düğmeye son basış, ona bırakılmıştı. Bediüzzaman Hazretleri'nin buyurduğu gibi, akla bir derecede kapı açılıp işâret gösterilir, ama icbar derecesinde bir bedâhetle izhar yapılmaz, aklın ihtiyarı elinden alınmaz. Hakîm-i Zülcelâl'in hikmeti ve sırr-ı teklif bunu gerektirir. Ki, Ebû Cehil gibi kömür ruhlular ile, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi elmas ruhluların farkı anlaşılsın.
O gün, 14 Ekim 2006 idi. Rodrigo, arkadaşlarımızı aradı ve görüşmek istediğini bildirdi. Ardından iftarda buluştular. Şehâdet getirmek ve Müslüman olmak istediğini söyledi. Ardından kelime-i şehâdet getirerek, dünyanın en kıymetli hazinesine sahip oldu. Artık hayatı, cennet-nümûn bir yaşama dönüyordu. O, bugün bir mü'min. Henüz 29 yaşında. 1.5-2 yıl önce Rabbini bulmuş bir tâlihli. Hayata ve insana bakışı değişti. Herşeye iman gözlüğüyle bakıyor artık. O şimdi, imanın lezzetini almış bir bahtiyar. "İman insanı insan eder, belki de sultan eder" hakikatini kavramış ufuklu bir delikanlı. Sau Paulo'da bir yabancı şirkette çalışıyor. Kendi anlatımıyla Brezilya'da ve onun iş çevresinde insanlar çok demokrat olmasına ve hiçbir inanca karışmamasına rağmen, o kimseyi rahatsız etmek istemiyor. Bu yüzden dinî yaşantısında çok özen gösteriyor. Onun dudaklarından, Kâinâtın Efendisi'nin (sallallâhü aleyhi ve selem) mübârek adını andıktan sonraki salavât getirişini duymanızı çok isterdim doğrusu! Ne kadar da içten söylüyordu salavâtı, bu güzel insan!
Bundan sonra her şey tabii ki çok kolay olmadı. Öncelikle 6-7 yıllık kız arkadaşı ve birtakım çevresi… tepkisini koyacaktı ona. Ancak annesi bu meseleyi olgunlukla karşıladı, "Bu şekilde mutlu olacaksan, bizce mahzuru yok, saygı gösteririz!" dedi. Ama diğer bazıları, bizim değerlerimizi yanlış tanıyorlardı. Daha doğrusu birileri yanlış tanıtıyordu onlara ve koskoca bir dünyaya. Her ne kadar oralardaki arkadaşlarımız, okullarla, eserlerle, web siteleriyle ve her şeyden önemlisi dünyanın en tesirli dili olan hâl diliyle bu güzellikleri aktarıyorlardı ise de, bu olumsuz yargıların izâlesi için tüm bu çabalar henüz yeterli değildi. Buna benzer ihtidâ hareketlerinde bazılarının ilk tepkisi şöyle olmuştu meselâ: "Sen demek şimdi beline bombaları bağlayıp kalabalıklar arasına dalıp, intihar bombacısı olmaya karar verdin ha! Böyle saçma sapan bir yolu seçtin ha! Ne zaman beline bombaları bağlayıp kendini meydana atacaksın şimdi bakim!" Ne acı değil mi! Karıncaya bile kıyamayan ecdadımız ve dinimiz, işte oralarda böyle algılanıyordu. Büyüklerimizin tâbiriyle, İslâm'ın dırahşan çehresi oralarda görülmüyor, bilinmiyor, karartıldıkça karartılıyordu. Birileri bunu göstermeli, işin aslını bir şekilde aktarmalıydı. Tabi bu kolay değildi. Kimileri fedâkârlık yapacak, hicret edip gidecek, bazıları da varıyla yoğuyla onları destekleyeceklerdi. Hani bir zamanlar; "N'olursunuz Allah aşkına gidin, gidin ve anlatın, hal diliyle bu güzellikleri temsil edin!" diye gözyaşlarıyla haykırılmamış mıydı bir kutlu kürsüden. İşte şimdi yapılan buydu. Birileri bavulunu valizini toplayacak, adını sanını bilmediği en ücra köşelere dahi gidecek, oralarda eğitim faaliyetleriyle, ölümsüz değerlerimizi insanlığa göstereceklerdi. Tabi bunun için diyalog lâzımdı, insanları anlama dinleme lâzımdı, laf ile uğraşıp antipati oluşturmama lâzımdı. Tabi birileri böyle yaparken, bazı civanmertler de tüm bu güzel insanların sırtlarını sıvazlayacak, "Siz gidin, biz sonuna kadar ardınızdayız Allah'ın izniyle, -öyle ya da böyle- gülü susuz, sizi de sevgisiz bırakmayız!" diyeceklerdi.
Civanmert insanımız biliyordu ki, Rodrigo'ların sayısı artıyordu, artmalıydı. Yoksa bir yüce divanda, yakamızı bunlardan kurtaramazdık. Böyle bir çığır açılmışken, önden giden doru atlar dört nala koşarken, onların heybelerini doldurmak, teçhîz ve donanımlarını ihmal etmemek gerekiyordu. Biliyorlardı ki, bir insanın hidâyeti, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı idi. Ama onlar, bunu asla kendilerinden bilmiyorlar, Rabbimizin bir lütfu olduğuna inanıyorlardı, ki işin aslı da zaten öyledir. Onlar, bir milyon insanın bile hidâyetine vesile olsalar, ama bunu zerre kadar kendilerinden bilseler, bütün sevapları boşu boşuna hebâ edeceklerinin şuurunda idiler. Onlar, bunun bir ulu görev olduğunun bilincinde, bütün Peygamberlerin bu görevle geldiğinin şuurunda idiler. Ve asla bunu, herhangi bir yardım faaliyeti olarak da görmüyorlardı. Bunu, hayatlarının yegâne gayesi biliyor ve en önemli işleri olarak telâkki ediyorlardı. Onlar biliyorlardı ki, bu hizmetler olmazsa Ümmet-i Muhammed Aleyhisselâm, daha çok seneler ayaklar altında sürüm sürüm sürünmeye ve inim inim inlemeye devam eder, Mahzun Nebi, gözyaşlarını ceyhûn etmeyi sürdürür, ve tüm dünyada Müslümanlığın imajı bir türlü değiştirilemezdi. Ve yine Rodrigo gibiler, imana ve Kur'ân'a hasret yetimler olarak, gözleri yaşlı bir halde, limanlarda, kıyâmete kadar boşu boşuna bu güzellikleri beklerler, ama gemiler çoktan limandan uzaklaşmış gitmiş olurdu. Ve tabii böyle bir âkıbet, bizi, bir sürü vebâlle baş başa bırakırdı. Ama onların, bu iman ve Kur'ân gariplerini daha fazla bekletmeye tahammülleri yoktu. Hemen işe koyulmalı, çağımızın şartları içinde, farklı bir üslupla, yapılması gerekenleri basîretle ve en güzel şekilde yapmalıydılar.
Rodrigo şimdi, İstanbul'uyla, Antalya'sıyla, İnegöl'üyle, Konya'sıyla güzel ülkemizi gezdi, gördü. Kültürümüzü yerinde inceledi ve Anadolu'muzun fedâkâr ve samimi insanlarıyla birebir tanıştı, onlarla şakalaştı, gülüştü, sevindi ve sarmaş dolaş oldu. İbret-âmiz ve ilginç hikâyesini bizimle samimiyetle paylaştı ve hepimizi, değişik düşünce helezonlarına salarak hüzünlendirdi. Brezilya'daki uhuvvet-ihlâs-samimiyet içerisinde hizmet eden eğitim elçilerimize, 110'u aşkın ülkedeki tüm hizmet gönüllülerimize ve dahi onların ardındaki gözü gönlü zengin yiğitlere, ecdâdı gibi civanmert Orhan'lara, fedâkâr Şeref'lere, hizmet âşığı delikanlı Murat'lara, yürekli Selim'lere… Anadolu'nun tüm görünmez-bilinmez kahramanlarına ve dahi vizyon sahibi, büyük terkip ve ufuk insanı Muhterem Büyüğümüze binler selâm…
- tarihinde hazırlandı.