Bir Avuç Üveyikten Biri Daha Uçtu
Hastalığını, 1 Ağustos 2007'de, Zaman'ın ikinci sayfasından öğrendim. Hz. Bediüzzaman'ın talebesi rahmetli Muzaffer Arslan Abiden bahsediyorum. Kendileri hakkında ne yazık ki uzun boylu bilgim yok. Bu benim için bir eksiklik ve belki de hicrân verici bir tâlihsizlik. Yakından tanıyamasam da, bilhassa Hocamızın onu bize tanıtmasıyla, ona karşı ayrı bir alâkam vardı. Elbette ki bu kutlular kervanında, Hz. Üstad'ın etrafında bulunup da, günümüzde bu yolun otobanlaşmasında en büyük hizmeti gören Hocamızla ufak-tefek ilgisi olan herkese karşı ayrı bir hürmetimiz vardır. 90'lı yılların başında çıkan "Küçük Dünyam"da Hocaefendi, ondan bahsediyordu. İşte oradan birazcık âşinâlığım var kendilerine. Bediüzzaman Hz'nin talebesi olması ve bunu ömrünün sonuna kadar, 80 seneye yakın koruması çok önemli bir mazhariyet. Ondan da öte, Hocaefendi'nin de hayatında kısmen yeri olan bir zât, elbette ki bizim için çok farklı bir hususiyete sâhiptir. Haberi okuyunca hüzünlendim. Gaziantep'te hastanede, yoğun bakımdaymış, yakınları da dua istiyorlar. Tabii böyle durumlarda bizim, Hocamızdan gördüğümüz âdâb, kalkıp, en azından iki rekat bir hacet namazı kılıp, dua borcumuzu ödemektir. Yarım yamalak bunu yapmaya çalıştım. Ancak ne yazık ki, 3 Ağustos'ta bu küheylanın da ötelere süzüldüğünü hüzünle öğrendik.
1997-98'lerde, Muhterem Hocamız Altunizade'de bir sohbet esnasında, —muhtemelen Bayram Yüksel Abinin vefâtı dolayısıyla—, Hz. Üstad'ın talebeleri için şöyle bir ifade kullanmıştı: "O kudsiler, sadece bir avuç kadar kaldılar. Ancak birer birer onlar da gidiyorlar!" demiş, hüzünlenmiş, bizleri de hüzünlendirmişti. Evet onlar, bir avuç kadar kaldılar, tıpkı birer yıldız gibi günbegün kayıyorlar; ötelere bir bir göç eden İstiklâl Savaşı gâzilerimiz gibi, tükeniyorlar. Ama ne güzel tâlihdir ki, gözleri arkada kalmadan gidiyorlar. Çünkü onlar, bayrağı, kendilerinden sonra gelen altın nesle devrettiler. Mus'ab b. Umeyr'in (ra) yere düşmemesi için, koluyla kanadıyla —şehâdetinden evvel— ayakta tutmaya çalıştığı bu kudsî bayrağın temsilî boyutunu, bu bir avuç Bediüzzaman yâdigârı, kendilerinden sonra gelen, ve yetişmesinde emek ve terleri bulunan nesle devrederek gidiyorlar. Herhalde bunun gönül rahatlığı içinde huzûr-u Rabbülâlemîn'e çıkıyorlardır. Onlar, şimdilerin bu Gönüllüler Hareketi'nin, gülen bir gül olmazdan evvelki gonca devrini gördüler. Gonca devrinde, o goncanın katmanları oldular. Zamanla bu hareket gülleşti ve yeryüzünü gül bahçesine çevirme azmine girdi. Artık o goncalar, Tayvan'larda, Kırgızistan'larda, Peru'larda... Binbir râyihalı bir çiçek bahçesi olma istikâmetinde, Allah'ın izniyle, yeryüzünü gül-gülistâna çevirme yolundalar.
Hemen, "Küçük Dünyam"da, ondan bahsedilen parağrafları, onun Erzurum'daki o ziyaret esnasındaki durumunu hatırladım. Kısaca şöyle anlatıyordu kitapta: "Kırkıncı Hoca, Bediüzzaman Hz'nin yanından biri gelmiş, akşam sohbet yapacak, dedi. Teklifini hemen kabul ettik. Bediüzzaman'ın yanında bulunmuş birini ilk kez görecektik. Bizim için çok cazip ve orijinal bir hadiseydi. Bediüzzaman Hz., Muzaffer Arslan'a "şark'ı bir dolaş gel" demiş. 15 gün kadar Erzurum'da kaldı. İlk gece Hücumât-ı Sitte, ertesi gün Beşinci Şua'dan ders yapıldı. Anlatılanlar beni iyice sarmıştı. Bilhassa M. Arslan'ın bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği, samimiyeti bana çok tesir etti. Onu görünce, işte aradığım insanları buldum, dedim ve bir daha da ayrılmayı düşünmedim. Arslan'ın pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Bu sadelik bana apayrı duygular ilham ediyordu. Ayrıca ibadetinde bir derinlik vardı. Namaz kılışları, dua edişleri bambaşka görünmüştü. Beni vazgeçirmek için çok uğraştılar. Ama çok iyi sardırmıştım. Kısa bir müddet sonra, Üstat'tan Erzurum'a bir mektup geldi. Selâm gönderdiği isimlerin sonunda, "Fethullah'a da selâm" deniyordu. Adımın zikredildiğini duyunca ayaklarım yerden kesildi zannettim; o kadar sevinmişim. Bana yetmişti. Sohbetleri bir daha terketmedim. O sene Regâip'te, Lala Paşa Camii'nde, hünkâr mahfilinde, namazdan sonra, içime bir arzu, bir iştiyak ve bir ateş düştü ki tarifi mümkün değil. Yana yakıla yalvarıyorum: "Allahım! Bahtına düştüm, beni bu arkadaşların arasına kat. Onlardan biri olayım, hizmetle bütünleşeyim. Dıştan gelip giden insan olmayayım. Kendimi hizmete vakfedeyim..." O gün sabaha kadar yalvardım, çığlık oldum inledim, gözyaşı döktüm. Sonunda artık kendimi bu arkadaşlarla bütünleşmiş hissettim."
Bu olay yaklaşık yarım asır evvel yaşanmış. Dile kolay, elli küsur yıldır Hz. Üstad'ın sadık çırak ve tilmizliğini yapıyor, bu dâvâda koşturuyordu ve böylece ötelere uçup gitti. Her ne zaman Muzaffer Arslan'dan bahsedilse, elli yıl evveline gider ve hep Hocamızın anlattığı bu günleri yâd ederim. Onu, hep bir sahâbî gibi tahayyül eder, yamalı dizleriyle, namazdaki derinliğiyle zihnimde canlandırmaya çalışır; Büyük Çilekeş ve ardından gelen diğer bir önemli mânâ ve ızdırap erinin arasındaki irtibatı, bu irtibatta rol oynayan şahısları yorumlamaya gayret ederim. Allahım, bu ne samimiyet, bu ne ihlâs, bu ne adanmışlık! Onlar Âhirzaman hizmetinin ilkleriydi. Günümüzün hizmet nesli, bu bayrağı onlardan teslim aldı. Onlar, imansızlığın kasıp kavurduğu bir dönemde, nurun meşalesini omuzlayıp cesaretle götürdüler. Millet, zifirî karanlıklar içerisinde kıvranırken, ellerinde nur, yanıbaşlarında Nur Adam ve meydanda onlar vardı. Ümitle, iştiyakla, mercan tavrıyla mekiklerini ördüler ve bizlere bu güzel günleri hazırladılar. Onlar ifritten bir devrin, yılmaz yiğitleriydi. Etraflarında bir yığın gulyabanî, adımbaşı onlarla uğraşıyordu. Kuraklıktan şâk şâk olmuş bir ülkede, susuzluktan kıvrım kıvrım kıvranan ruhlara âb-ı hayât oldular. O dönemde geceler, zalâm zalâm üstüne âdetâ bir kabri andırıyordu. Ülke bir baştan bir başa kabristana dönmüştü. Memleket silme baştan vîrâneleşmiş, meydanlar baykuşlara kalmıştı. Kitleler de şaşkındı. Milletimizin bin yıllık faziletleri, bütün güzellikleri silinip süpürülüyordu. O dönemin sâhibi, "Ses ver yiğidim, yoksa beni duymuyor musun?" diye inliyor, ve bu yiğitler, o ölümsüz sese bütün varlıklarıyla cevap veriyorlardı. O dönemde böyle bir cevabı verebilmek yiğitlik işiydi. Zira, her tarafta harap eller, baykuşlara bayramdı; köprüler bir bir yıkılmış, yollar yolcusuz, çeşmeler de susuzdu. Ancak Asrın Tabibi yılmadı, bir kuluçka sabrıyla inledi ve: "Tıpkı rüyalarda olduğu gibi diril, gel! Beyaz atının üzerinde bir sabah erken; Gözlerim kapalı ruhumda seni süzerken!" sızlanışlarıyla hep onları çağırdı. İşte, içlerinde Muzaffer Abinin de bulunduğu bu kutlu kervan böylece gün yüzüne çıkmıştı.
O dönemde, Muhterem Hocamızın ifâdeleriyle, şanlı mazimizin yerinde yeller esiyordu. Işık kaynakları bir bir sönmüş, ruh sefâleti diz boyuydu. Ülkemiz, en yıkıcı darbelerle ırgalanıyor, öldürücü paletler altında çiğneniyordu. Ülkenin can damarları koparılmış, herkes türlü türlü illetlerle mefluçtu. Ülke, bu kadar musîbetle, inim inim inlerken, bu kadar hırpalanırken, canhırâş feryatlarla bu kadar sızlanırken, meydanda, rûhları meflûç, fikirleri sığ, umursamazlar, irâdesizler veya canlı cenaze yığınları vardı. Asırlarca bizi ayakta tutan rûh ve mânâ baltalanmış, millet özünden uzaklaştırılmış, dünyamız gulyabaniler tarafından işgâl edilerek, insanımıza kan kusturulmuştu. Sonunda ümit ışıkları, marifet nurları da bu bedbaht iklimde sönüp gitmişti. Ne acıdır ki olup biten bunca şey karşısında aydınlarımız, bu ürpertici felâketleri, bu acıklı manzaraları görmemek, işitmemek için fermuarlarını başlarına çekerek göz ve kulaklarını tıkamış, hayâllerindeki sırça saraylarda yaşıyorlardı. Arkadan gelenler de öndekileri takip etmiş, böylece aynı lâkaytlık, atâlet ve umursamazlık sürüp gidiyordu.
Ama bir şey vardı. O gün zavallı ülkemi, kalpten seven bir avuç yiğit de vardı. İşte onlardan biri, Muzaffer Arslan'dı. İnsanımızı toslayan felâketler, bu bir düzine yiğidin ruhlarını kaybettirememeşti. Onlar, imansızlık kâbusundan kurtulup, hizmetle bütünleşmişlerdi. Kendilerini bulmuşlar ve Asrın Sahibi'nin etrafında kümelenmişlerdi. O günkü şartlar içinde, Bediüzzaman'ın ruh terbiyesine, Risâlelerin aydınlık ufkuna yükselmişler; dönemin öldürücü girdabından, imansızlık fırtınasından kurtulmuşlardı. Dimağları nurlarla aydınlanmış, inançla gerilmiş, bu vazifeyi ivazsız, garazsız, âhenk içinde ve sarsılmaz bir kanâatle götürmüşlerdi. Sinelerindeki îmanla, engelleri aşmış, dağları dümdüz, ovaları da pürüzsüz etmişlerdi.
Bugün bu hizmetlere artık tüm dünya şâhit. Bize yeniden dirilişimizin müjdelerini yağdıran bu kutlu nefesler, şimdilerde bizi tüm dünyada temsil ediyorlar. Artık inanıyoruz ki bu ülke, inançlı, azimli, hasbî, muhabbetle coşan ve müsâmaha ile etrafına boşalan bu yiğitler sayesinde yükselecek, ve onun çölleri ve bozkırları bir kere daha Firdevslere dönüşecektir. Bu samîmi gayretler, dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağını mayalamak üzeredir. Mukaddes emânetin tâlihlileri, kendilerine düşen bu önemli vazifede kusur etmez, tarihî rollerini güzelce oynayabilirlerse, milletimiz, sıçrayıp dünyanın gündemine oturacak ve bu Kudsiler de gelecek nesillerce birer "yâd-ı cemîl" olarak kalıp gidecektir.
Rabbim, hepsinden binlerce kez râzı olsun. Bizi, şefâatlerine nâil eylesin. Hasta olanlarına âcil şifâ, ayakta olanlarına da uzun ömürler ihsân etsin. Onlar, Asrın Dertlisi Nur Adam'a sahip çıktılar. Haklarını kolay kolay ödeyemeyiz. Bize çok büyük bir emânet bıraktı ve öyle gittiler. Vefa borcumuzu, hiç şüphesiz onların hayatlarını adamış oldukları bu millet ve eğitim dâvâsına en iyi şekilde hizmetle ödeyebiliriz. Hayattakilerinin hepsinin ellerinden saygıyla öpüyor, hürmetlerimi sunuyorum. Ukbâdakilerin, bilhassa Hz. Üstad'ın ve birkaç gün önce sevgililer diyarına uğurladığımız Muzaffer Abimizin ruhu şâd olsun!
- tarihinde hazırlandı.