Türkçe'mizin Şehit Olan Şahitleri

Sevgi dekorlu her yapıt ilgi odağı olmaya mahkum. Cesaret süzgecinden geçen her hamle, taltife gebe. Karşılıksız atılan her adım, alkışa liyakat makamında. Mütevazı her gayret yol vurup gitmede mahir. Talep burcundaki her meta, şevke kamçı. Şevk gergefli her fiil, iştiyak yamaçlarında.

Uğrunda ölünebilenler, destansı olgular bütünü. Kıyamete dek ona türküler yakılacak, ağıtlar söylenecek hakkında onun. Yalnız bağrında neşet ettiği toplum unutmasın için değil, bütün bir insanlık hatırlasın için. Herkes kıymet ve kıyametini bu mizanda tartsın için. Konum ve pozisyonlar bu minval üzere ayarlansın için. Senaryolar yazılacak haklarında o kıvamda olanların. Edebiyatı yapılacak ebede yol vuranların. Kimsenin bilmediği yerleri vatan edinenlerin. Uzakta unutulmuş olanları dost bilenlerin. Gurbeti vuslat görenlerin. Gidişlerini maddi menfaat sathının dışında değerlendirebilenlerin. Ağlayanların, arkalarından ağlatanların. Tebessüm edip geçip gidenlerin. Bilmediği diyarda, bilmediği insanları güldürenlerin. Öldürenlere inat yaşatanların. Ayıranlara karşılık kavuşturanların... Annelerinden ayrılarak gittikleri beldelerde anne-evlat vuslatı yaşatanların. Eşlerini bilinmez bir belirsizliğe doğru bir valizle seyahate mecbur kılanların ve karşılığında ise onlardan sadece destek bulanların. Evlatlarıyla bir ömrü gurbet sayanların…

Tükçemiz, değil sadece bir dil. O sevgimizin, hasretimizin, özlemimizin, gurbetimizin, hayalimizin, hayatımızın, mazimizin, istikbalimizin de dili ayrıca. Vatanın tüm sathı ile kucakladığı şey o. Destanlarımızın beşiği. Türkülerimizin adı. Bütün bir milletin malı. İnsanlığın özlem duyduğu her şeyi içinde barındıran kelimelerle sahne almış ve sahibine doğru yol alan kervanımız. İçinde umut, ümit, özlem, aşk, şefkat, muhabbet barından değer. Heybesi güzel ve güzelliklere ait ne varsa bütününe hamil. İnsanlığın beklentilerine göre son düzlükte bir kez daha dizayn edilmiş ve endamı bu mahiyette donanmış. Ve hakiki erenleriyle yola çıkmış. Diyar diyar yola koyulmuş, kervan kervan olmuş, her beldede kuvvet bulmuş, her beldeye Nil olmuş. Solo iken korolaşmış. Fidan iken çınarlaşmış. Sızıntı iken çağlayanlaşmış. Hale iken şemse durmuş. Hayal iken hakikat olmuş. İçte iken dışa vurmuş. Bende iken, bizler olmuş. Bir dünya doğurmuş bugün. Bütün bir dünya olmuş. Onunla anlaşan, onunla yakınlaşan, onunla ağlaşan, onunla yakaran, onsuz olamayan bir dünya. Ortak bir değer olmuş dört bir yanda. Kendi cemiyetini oluşturmuş o son dönemde. Ortak bir payda olmuş artık dünyanın her yerinde. Siyahı beyaz kılmış. Japonu bizden saymış, ırağı yakın yapmış, düşmanı dost cenahına atmış. Ziraatçısını bile şaşırtmış. Başı geri çevirdiğinde ayakları üzerine durmuş hadimleriyle yüzleşen sahibini bile.

Ama bir de bu boz tarlanın evveli var. Bu yemyeşil arazinin kıraç hali var. Ortada olanı kabul edenlere canlar feda, lakin bir de ufukta samimi el edişten başka emare görmedikleri halde evet deyip buraları bugün gülistana çevirenler var. Birleştirmek için ayrılanlar, güldürmek için ağlatanlar, evlatları anneleriyle kavuşturmak için anaları arkada koyanlar var.

Sakin bir gündü. Güneydeki Kandahar'dan gelen öğrencilerle okulumuz öğrencilerinden üçünü başlarında Türkçe öğretmenlerimizden Kadir beyle beraber kuzeye göndermiştik. O yaz yapılacak Türkçe olimpiyatlarının ülke seçmeleri olacaktı kuzeydeki okul öğrencileriyle birlikte. Tüm okullar hazırlıklarını tamamlamış, başlarında hocalarıyla beraber seçmelere katılacaklardı. Bu alandaki en nadide öğrencilerle günlerce süren çalışmaların neticesi nihayet o akşam alınmış olacaktı. O gün tatildi. Her tatilde olduğu gibi, diğer arkadaşlarımız da öğleye doğru okula gelmiş, birlikte maç yapılacak, okulda ailelerle imkan bulunmuşsa piknik yapılacak ve stres atılacaktı. Bir haftanın yoğunluğu bu şekilde atılıp, aynı yerde olmasına rağmen, çok yoğun geçen ders programlarından ötürü birbiriyle pek de muhabbet etme imkanı bulamayan meslektaşlar bir noktada hasret gireceklerdi her zaman olduğu gibi. Hakikaten hatırlıyorum da şimdi, aktif öğretmenlik yaptığımız o dönemlerde hiçbir dönem 30 saatin altında dersim olmamıştı.

Herkes birer ikişer okula gelmiş, üzerlerini değiştirip sahaya çıkıyordu. Derken okul içinde bir telaş görüldü. O dönemde Afganistan'da koca okulda sadece bir iki tane olan cep telefonlarından birine gelen telefon ufku başka yanlara kaydırdı. Genel müdürümüz Yücel beyin benzi attı birden bire. Üzerine bir iki telefon daha açıldı farklı yerlere. Ama nafile, bir ses seda yok. Mezar-ı Şerif Kabil hattındaki insanlar bulunmaya çalışıldı. Son saatlerde gelip gidenler var mıydı aynı güzergahtan diye araştırıldı, soruldu? Diğer taraftakilerin çok bir şeyden haberi yoktu henüz. Gelen haber, sadece bir kazadan bahsediyordu. Ölen vardı. Ama kim? Ayrıntı alınabilecek ne yer ne de merci mevcut. Sana düşen sadece dua ve dahi sabır. Bir telefonun çalmasının bu denli önemli olacağını kırk yıl geçse tahmin etmezdim. Herkesin gözü o telefonda. Güneyden gelen okulun Türkçe öğretmeni Mahmut bey etmişti telefonu, kazayı o bildirmişti, lakin onun da o esnada çok da bir malumatı yoktu maalesef. Zira onlar geride kalan arabayı beklemeye başlamışken ileride, arkadan gelen başka bir araba haber vermişti kazadan. Onlar da o an için orda buldukları bir telefonla ancak onu bildirebilmişlerdi.

Dua dua eller havada Kabil'deki Türkçe yuvasında. Herkes dilinde bildiği ne dua varsa artık. Kiminin elleri böğründe o esnada yaşadığı çaresizliği resmeder vaziyette. Kimi elinde kolonya okul içinde koşuşturmacada, zira genel müdürümüz Yücel Bey, emanetlerinin derdiyle baygınlık geçirmede okulun herhangi bir yerinde. Öğretmen arkadaşların çocukları bir anda değişen havayı çözme gayretiyle şaşkınlık içinde. Bayanlar, kuzeye giden öğretmen ağabeyimizin hanımına bir şeyler sezdirmeme telaşında. Aman Allahım o ne haldi öyle…

Derken geldi acı haber birkaç saat sonra. Evet tahmin edildiği üzere kaza vardı yolda, gel gör ki o kaza da bizim ikinci arabamızda olmuştu. Kabil okulunun öğretmen ve öğrencileri kaygan yolda yoldan çıkan arabayla takla atmışlardı. 9B öğrencilerinden iki gülümüz vefat etmiş, bir öğrencimizin kafa tası çatlamış, öğretmen ağabeyimiz de arabadan fırlamış ve kırılan kaburgası dalağını delmiş Ürdün hastanesinde yoğun bakıma alınmıştı. Yani iki öğrencimiz dar-ı bekaya gitmiş, diğer iki kişi de yoğun bakıma alınmıştı. Kara bir gündü, kapalı hava hüzün tadındaydı. Eşler telaşta, analar ağıtta, bütün bir okul yastaydı. Ama işin bir de hakiki canları yananlar boyutu vardı. Sabah evden evladını sağ salim yolcu eden anaların, babalarının haberdar edilmeleri vardı.

Derken iki grup ayrı ayrı gitti evlere, o ana dek bizler de bilmiyoruz ki, kim öldü kim kaldı geriye. Gidip bir velimizi alıp getirdik okula, o esnada diğer veliler de diğer arkadaşlarca getirilmişler okula. Adamcağızlar haklı olarak yerlerinde duramıyorlar, hemen iki araba kiralamışlar, yanlarına iki arkadaşımızı da vererek yolcu ettik onları da akşamüzeri. Ve acı haber de geldi tüm teferruatıyla o esnada zaten, Ulukbek ve Ubeydullah vefat etmişler, Bayqara ve Kadir bey de hastanede. Bu kez başlayan ikinci bir telaş. Dalağın delinmesiyle baş gösteren iç kanama tehlikeli. Acilen kan gerekli ağabeyimize. Tekrar Kabil sokaklarında yoldayız. Her yüz metrede karşılaştığımız polisler ve askerler ayrı ayrı bu saatte seyir halindeki bir vasıtanın füze ile hedef halinde olduğunu izah etme gayretindeler bizlere. Zira saat o dönem itibariyle hala sokağa çıkış saatlerine denk gelmekte. Orda o an için bulunan tüm merkezleri ziyaret ettik, kimisinde ne bir yetkili ne de bir halden anlayan biri mevcut, kiminde ise 'Sizin kanınınız yok mu, ne kanı arıyorsunuz' şeklinde bize yardımcı olmaya çalışan masum Afgan yetkililer bulduk. Bir taraftan da, bir sonraki gün Türkiye'den gelecek olan uçağa uygun kan yetiştirme telaşı Türkiye'den de. O da bir sürü prosedüre tabi, izni ayrı bir dert, kanın o kadar saat uçakta muhafazası ayrı bir dert. Yine çaresiz, eller duada, gönüller Mevlada uzun bir gece daha.

Bir sonraki gün geldi aradığımız kan nihayetinde. Acilen gönderildi kuzeye. Bu arada veliler de varmışlar olay mahalline ve almışlar cenazelerini ve götürmüşler Mezar-ı Şerife. İşlemlerin akabinde ilk uçakla geldiler Kabil'e. Tüm okul havalimanında. Az sonra uçaktan inecek olan kendi arkadaşları. Herkeste hala hakim olan bir şaşkınlık. "Belki de"ler içinde bir bekleyiş. Tabutlarla beraber başlayan bir bitiş. Ölümün hakimiyetini haykırdığı an.

Ulukbek orda defnedilirken, Ubeydullah Kabil'e yakın köyüne götürüldü arkadaşlarınca. Orada adet olduğu üzre açıldı yüzü son bir defa. Başı sağa dönmüş, yüzünde hafiften takla anının çizikleriyle mütebessüm bir eda ile ebedi istirahat yerini bekleyen Ubeydullah. Defin esnasında gün boyu günlük güneşlik olan havanın yerini sadece üç beş dakikalığına terk ettiği bir meltem ve sadece o beldeden geçtiği her halinden belli olan ve bağrında taşıdığı üç beş damlayı da oradakilerin üzerine bırakarak geçen bir bulut. Hadiseleri yorumlama gücü kuvvetli olduğuna inandığım bir iki sima ile göz göze geldiğimiz an oldu bu hadise. Geri dönüşte ikimiz de aynı soruyu sorduk birbirimize.

'Benim düşündüğümü mü düşündün sen de? Sence de şehit olarak gitmediler mi dersin? Yaşadığımız tablo o istikamette ama, gerçeğini Mevla bilir hakkıyla.'

Tabi bir de bu işin başka bir yönü var elbette. Devam eden hayata tabi olmak şart. İki güzide şehitlik şerbetini içmiş olsalar da hayat devam etmekte gerideki bizlere. Zira onların seferi ilim yolundaydı. İlim için yol alırken vefat edenleri de şehitlik makamına oturtmuyor mu sanki Başbuğu (sallallahu aleyhi ve sellem). Geri tarafta devam eden dersler. Maalesef ki iki öğrenci de aynı sınıftan. Hem de aynı sıradan. Ders sırası o sınıfla kendine gelen her öğretmen için ızdırap anları başlamakta adeta yeniden. Derken bize de geldi sıra mecburen. İçeri girerken ayağa kalkan öğrencileri kalkmadan oturtturduk yerlerine, kiminin göz yaşı hala belirgin. Kim bilir ki daha iki gün evvel arkadaşlarıyla yaşadığı hangi hatıra, hangi kovalamaca dimdik ayakta hafızasının en temiz yerinde. Veya o an için aklına getirmediği ölümü yok sayarak yapmış olduğu hangi hareket onu dağidar etmede. Hepsinin bir anısı var elbet onlarla, hem acı insan olmanın gereği olarak hem de tatlı. Tüm gözler orta sıranın en arka yerinde yan yana duran iki koca resimde ister istemez.

Aklıma o esnada nerden geldi bilemiyorum ama, gördüğüm o manzaranın tesiriyle, ölümün son olmadığı bahsi takıldı. Ayrılığın sanılandan az olduğu, gidenlerin hayat mertebelerinin farklı farklı olduğu. Bazılarının gidiş şekillerine göre muradı ilahi dilerse buralara gelip, bizleri görebildiği… Bizler uzun uzun bunları anlatırken, Ubeydullah'ın kardeşi, ayağa kalkıp bizi doğrular mahiyette bir hadise anlattı:
'Hocam, halam uzakta oturuyor ve olanlardan haberi yok, aradan bakın kaç gün geçti. Bu sabah telefon etmiş eve. Babamlarla sohbet etmiş ve bir rüyasını anlatmış. Ben dün gece rüyamda Ubeydullah'ı gördüm. Bir yerde yatıyordu. Yattığı yer kabre benziyor, sağ tarafı açıktı. Oradan bizlere bakıyor sürekli. Ve bir ara bana dönüp, 'Hala, herkes beni öldü sanıyor, oysa ben ölmedim, bak buradan çıkıp geziyorum, canım istediği zaman istediğim yere gidiyorum ama onlar beni göremiyorlar' diyor. Çocuğa bir şey mi oldu, bana demiyorsunuz yoksa' diyor.

Hepimizin içinde hasıl olan bir inşirah. Adeta kelimeleri anlamlandırdı bu rüya. Gönüllere su serpti. Babası da tuttu kolundan bir sonraki gün okula diğer oğlunu getirdi.

'Hocam, bir evladımı kaybettim, diğerini de yine size getirdim' dedi.

Aman Allah'ım, bu ne güven, bu ne teslimiyet böyle. Bizler evladı için bizden baba yüreği taşıdığı için hesap soracak diye beklediğimiz velimiz, vefat eden çocuğumun yeri boş kalmasın diye diğerini getirmişti.

Uzun bir aradan sonra, hem diğer öğrencimiz, hem de Kadir bey iyileşip okulumuza geldi. Hatta öğrencimizin geldiği gün bizim ayrıldığımız güne denk gelmişti. Bir ara koridorda karşılaştık, o da meğer bizi arıyormuş.

'Hocam duyduklarımız doğru mu, gidiyormuşsunuz' dedi.

'Doğru Mr. Black, derslerde ismi Bayqara olduğu için böyle hitap ederdim kendisine, onun da hoşuna giderdi, evet maalesef gidiyoruz. Nasıl iyi misin şimdi, iyileştin mi tam anlamıyla? Şükür bak döndün gerisin geriye okula.'

'Okula döndüğüme mi sevineyim, sizin gidişinize mi yanayım?' dedi tam bir içtenlikle. Sezdirmedik ama, yıkıldığımız an oldu o dakika.

Aradan yıllar geçti, Ürdün'ü ve Ürdünlüleri hala çok severim sırf arkadaşımız Kadir Beyin ve öğrencimiz Bayqara'nın orada ayağa kalkmasının hatırına. Yakın sayarım kendimi onlara ve yakın bulurum o insanları bana da. Acaba sırf 10-15 günlük hatır için gönlümüze taht kuran bu insanlara karşı bizim bakışımız böyle olur da, ömürlerini başkalarına adayanlara karşı bakış nasıl olur ki? Elbette, güle gülşene dönecek onlar adına da dünya yarın. Meclislerine gelenler, çaylarından içenler, sofralarından geçenler, hanelerinde soluklayanlar bilecekler bu kadirşinaslığı bir gün. Anacaklar o tatlı anları özlemle, aynen bizim Ürdün'e olan elde olmayan kalbi yakınlığımız misali.

Fil dişi kulelerden bakmaya benzemiyor bu iş pek. Rahat terk ediliyor, canlar veriliyor, canlar acıyor, cananlar bırakılıyor. Ancak bu şekilde bir dil yeşeriyor Fırat Fırat, bir millet ayağa kalkıyor Dicle Dicle. Bir ülke doğuyor Nil Nil hem de. İlk kez gördükleri adrese doğru yol alarak. Bilmedikleri insanları kardeş sayarak. Soru işaretleriyle dolu bir coğrafyayı vatan yaparak. Düşmanları dost kılarak, kandan irinden deryaları ayaklarına bile bulaştırmadan aşarak. Ve hedefe vardıklarında da o işi hiç yapmamış gibi başka bir yöne doğru yola koyularak. Bayrak bir sevdadır onlara. Dil bir aşk. Millet bir azize, devlet uğruna ölünecek değer. Çok şükür ki bu kavramların her biri de bugün dünyanın dört bir yerinde bu alperenler sayesinde dimdik ayakta. Hem de nice dostane yarenlerle bezeli bir halde. Kimse ümitsizliğe düşmesin için diyeyim bir kez daha, İstikbal inkılabatı içinde en gür ve yüksek seda bu devletin ve milletin sedası olacaktır, hem de nice sürpriz dostlarla birlikte.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.