Yeni Bir Dünyanın Eşiğinde

Çağımızda oldukça farklı ve heyecan verici öyle bir olgu var ki adına 'Gönüllüler Hareketi' deniliyor. Anadolu coğrafyasından çıkarak "yeni bir dünya" mayalayan bu hareket, toplumun bütün kesimlerinden insanların omzunda yükseliyor. Bununla birlikte, vitrinde muhacir öğretmenler göze çarpıyor daha çok; işin mayası onlar çünkü. Türkiye'de sadece öğretmen olarak kaldıkları takdirde pek çok yeteneği belki de hiç inkişaf etmeyecek olan bu öğretmenler, nasıl oluyor da şirketler yöneten, diplomatik girişimlerde bulunan, uluslararası organizasyonlar düzenleyen insanlara ve aynı zamanda dünyanın en başarılı eğitimcilerine dönüşüyorlar?

Hareketin dinamiği şimdilik bu öğretmenler; fakat peşlerinden çok daha farklı bir nesil geliyor. Bu nesil, hizmetlerin içinde doğan 'hicret çocukları'. Bunlar öyle çocuklar ki, her biri, farklı bir diyarda açmış gözlerini dünyaya. Birkaç yıl sonra doğduğu iklimin izleriyle ve ikinci bir dille bir başka ülkeye göçmüş. Derken bir başkasına oradan... Göçüp durmuşlar ve göçüp duruyorlar. Birçok şey alarak ayrılıyorlar her ülkeden; çok dil, çok kültür ve çok hatırayla. Nice hislerle ve nice çekincelerle vardıkları ülkelerden gözyaşlarıyla uğurlanıyorlar. Düşünebiliyor musunuz, bu çocuklar tercih edilen değil, maruz kalınan bir hicretin muhacirleri. Hicret hayat tarzları olmuş; fakat hâllerinden şikâyetçi değiller. Bilakis daha bir şuurla, daha bir bilerek bu sorumluluğu yüklenme azmindeler. İşin içinde bulunmanın verdiği görgü, bu ruhu kazandırıyor olsa gerek. Yaşları henüz küçük; ama ufukları o kadar büyük ki.

Yalnızca bu kadar değil. Onlar, çok akrabalılar aynı zamanda. Baba, Türkiye'den; anne ise Afrika'dan, Orta Asya'dan, Uzak Doğu'dan veya bir başka diyardan... Kendilerine, "Sen neredensin?" diye sorulduğunda "Ben hepsindenim." diyebiliyorlar rahatlıkla. Farklı cümlelerle aynı şeyi söylüyorlar hep: "Biz dünyalıyız." Dünyaya, geleceğe ve olaylara bakışları da çok cepheli. Özlerini koruyarak dünyalı birer insan olabilmişler. Hayâlleri ve hedefleri de dünyayı kuşatıyor hâliyle. Çok da uzak olmayan bir geleceğin barış elçileri onlar. Ve daha pek çok şey... Aksiyon dergisi 757. sayısında "Dünya Küçük Onlar Büyük: Gurbetin Çocukları" başlığıyla dosya konusu yapmış onları. Ben de oradan öğrendim ve etkilendim. Hâlbuki daha çok, Türkçe Olimpiyatları'na gelen çocuklara aşina olmuştuk.

Her yıl, biraz daha güzelleşen ve daha çok insan ve kurumun emeğiyle organize edilen Türkçe Olimpiyatları'nı düşünün bir. Başka zaman ve mekânda bir araya gelmesi zor olan pek çok sanatçıyı, sporcuyu, siyasetçiyi ve toplumun sair kesimlerini nasıl da kolayca bir araya getiriyor. Nasıl da gözyaşlarına boğuyor hepsini. Ancak somut şeylerle ikna olmaya yatkın günümüz insanına en somut hâliyle bu hareketi nasıl da anlatıyor.

Dünya ülkelerinin tamamına yakın bir kesiminden gelen bu çocuklar da gurbetin çocuklarıyla benzeşiyor. En başta, kendi dilleri, inançları, giysileri ve kendi bayraklarıyla geliyorlar. Kendi renklerini koyuyorlar ortaya. Lâkin ortak değerleri benzeşen bu çocuklar bir lisanın, bir üslûbun çevresinde ve içinde toplanıyorlar. Bundan, insanî değerleri seven hiç kimse rahatsız olmuyor. Ve hatta sırf bu yönüyle daha çok seviliyor ve beğeniliyorlar. Salonlardan şehir meydanlarına, bir şehirden birkaç şehre kol atan Türkçe Olimpiyatları, biraz daha geniş açıyla bakabilenlere evrensel mesajlar sunuyor.

Anadolu insanı, alın terinin meyvelerini görüyor onlarda. Işığa koşan kelebekler gibi koşuyorlar programlarına. Salonlara sığmıyorlar elbette. Bundan sonra meydanlara, stadyumlara dahi sığmaları çok zor... Bir de katılan çocukların zaviyesinden, yani aynanın gözünden bakın. Ne düşünür onlar, ne hisseder. Hangi hislerle dönerler evlerine. Sayıları yüzü geçen ülkeden arkadaşlarıyla yüzle çarpılarak mı dönerler, binle çarpılarak mı? Ülkelerine, evlerine vardıklarında neler anlatırlar çevrelerine? Ailesi, akrabaları, arkadaşları ne der, ne düşünür? Üzerinde araştırmalar yapılacak bir konuyu birkaç cümleyle ifade etmek gerçekten güç.

Türkçe Olimpiyatları'nın haricinde TUSKON' un küresel ticarî toplantıları da bir hayli dikkat çekici hâle geldi. Bu kurumun özellikle son iki yıldır, dünyanın kalburüstü iş adamlarının büyük bir yekûnunu bir araya getirmesi ve milyarlarca dolarlık iş bağlantılarına vesile olması alkışlanacak bir durum. Bunun altyapısında yine yurt dışına hicret eden öğretmenler ve onların yetiştirdiği gözde talebeler görülüyor. Değilse yüzlerce iş adamı arasında tercümanlık, güvence ve irtibatın sağlanması zor görünüyor. Birleşmiş Milletler yetkililerini bile şaşırtan bir ekonomik buluşmanın anlamı çok büyük. Ufku Anadolu'yla sınırlı, dil problemiyle birlikte irtibat ve tecrübe problemi yaşayan çekingen iş adamlarımızın fırsat ayağına kadar geliyor. "Gelin, fabrika kuralım, işletmeler açın; ortaklığa, her türlü imkânı sağlamaya hazırız." diyor konuk iş adamları, devlet adamları. Okullardan sonra hastaneler, fabrikalar ve çeşitli işletmeler açılacak gibi görünüyor yurt dışında.

Ya 'diyalog' faaliyetlerine ne demeli. "Herkesi kendi konumunda kabul etmek" ve "Kim olursa olsun gitmek" prensibiyle bütün insanlığa kucak açmak başlı başına bir dünya huzur projesi, bu apaçık. Lâkin hem dinler hem de kültürler arasında hoşgörü ve diyalog hayli geniş bir kavram. Öyle ki, bu kavram Türkiye'de aynı mahallede veya aynı apartmanda farklı bir inancı veya kültürü; hadi bunları da geçtik, farklı bir siyasi partiyi, farklı bir takımı tutan veya hayata komşusu gibi bakmayan insanları içine aldığı gibi, dünyanın öte ucunda yaşayan, her yönüyle farklı bir insan kardeşi de içine alıyor. Karşılıklı insanlaşmak değil de nedir bu? İnsanîleşmek, insanı insan olduğu için sevmek. Yaratandan ötürü sevmek... Buna dünyamızın gerçekten çok ihtiyacı var. Sırf bu sebepten olsa gerek, 'diyalog' daha şimdiden geniş kesimlerce kolayca benimseniverdi. Aynı masada, din ve kültür temsilcilerinin bir araya gelmelerinin sadece sembolik bir anlamı yok. Halklara doğrudan yansıyor neticesi.

Peki, bu işin temeli nasıl atıldı? İşin başlangıcında ilk gönüllüler, ilk hicret erleri hangi hislerle yola çıktı ve nelerle karşılaştılar? Aynı ülkede bile tayinle yer değiştirmek istifa sebebi görülürken, onları hayatlarının en taze çağında başka ülkelere götüren sebep neydi? Nasıl bir inanmışlık içindeydiler? Bu soruların ve daha fazlasının cevabını Kaynak Yayınları'nın neşrettiği "Yurt Dışı Hatıraları" serisinde bulmak mümkün. 2003'ten beri yayınlaman ve sayısı 15'e ulaşan bu kıymetli eserlere bir göz atalım.

İlk kitap "Bir Güzel Gurbet Kırım", Küçük Kaynarca Antlaşması'yla Osmanlı'dan ayrılan ve Stalin döneminde sürgüne uğrayan bir diyardan, Kırım'dan söz ediyor. İsmindeki ince mânâ dikkat çekici. Söz konusu Kırım ise gurbet bile güzeldir. Seher Durmaz Hanım, hicretin ilklerinden. Kadın olmanın verdiği hassasiyetle kalemini başka kadınların hikâyelerine odaklıyor. Üslûp öyle sade ve tabiî ki alıp götürüyor insanı. Nice ayrıntının sandukaları aralanıyor sayfalar ilerledikçe. "26 Metrekarelik Hayat" başlığında Özbekistan'a sürülen, sonra da Kırım'a dönen Tatar Leyla Abla'nın hayat hikâyesi okunası bir yazı. Eşi Şahin Bey de bir yazar olunca yurt dışında bulunmalarında bir başka sevkin, kalemin, tesirinin olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

"Dünyanın Dibi Avustralya", yazar Şeref Yılmaz Bey'in kaleme getirdiği bir çalışma. Görev yaptığı Sydney'den, Avustralya'ya dair gözlemler ve öğretmenlik hatıraları niteliğinde. Kitabın en çarpıcı yeri İbrahim Ağabey'in anlatıldığı bölüm... Ve orada nakledilen, Avustralya'daki dört kişiden mürekkep ilk Müslümanların duası sarsıyor insanı. Tamam, gidenler ardına bakmadan gitti, hâlâ gidiyorlar, destekleyenler destekledi ve destekliyorlar; fakat aynanın öteki yüzünde başkaları var. Bekleyenler, dua edenler. Bekletilenler. Bu noktaları görünce insan, bütün bu olup bitenlerin büyük bir sevk ile gerçekleştiğini, kudret elinin izlerini görebiliyor rahatlıkla.

"Yüreğim Asya'da Kaldı", Şahin Durmaz Bey'in eseri. Kendisi, kalbin yamaçlarında dolaşan bir kalem. Okuru da aynı yamaçlarda dolaştırmayı tercih ediyor. Hâlime Nene'yle açılıyor sayfalar, Balkanlar'ın mânâ köklerine dokunuluyor onunla. Ayşe Teyze'yle Osman Amca'nın yol üstü konteynır lokantasına uğranılıyor. "Bol köpüklü kahveler kardeşlerimize ikramdır, sözümüz var." dediklerini aktarıyor. Yazar yetmiş yıllık bir hasret sonrası duyulan 'ilk ezan'la buluşturuyor Kırım Tatarı Şakir Aga'yı. Sonra kalemiyle Zakir Aga'dan, Eldar Aga'ya dolaştırıyor okuru. Eşi Seher Hanım'dan sonra, Kırım'ı bir de kendi gözünden anlatıyor. Arnavutluk'a geçiyor oradan. İncelikli gözlemlerini sıralıyor bir bir. Osmanlı izleriyle irtibatlar kuruyor. Üzerinde ayrıca durulabilecek bir eser bu.

"Osmanlı'nın Yetimi Bosna"da eğitim gönüllülerinin Saraybosna'ya ilk gidişlerinden başlayarak bir hikâye üslûbuyla Bosna'nın ve oradaki hizmetlerin serencamı anlatılıyor. Dönem boyunca yaşanan sıkıntılar derin düşüncelere sürüklüyor insanı. Hacı Muliç Efendi ve anlattıkları sarsıcı. Patlamayan bomba, İgman Dağı'ndan bir hikâye ve bir kutlu rüya, okuru sürükleyecek olaylar. İlk kolejin açılışı ve Bosna şehidi genç bir bayan öğretmenin görevine sadakati. Yaşar Danışmaz imzasını taşıyan kitap, acı savaş tecrübesinin sonunu ve çekirdeklerin fidana durmasını konu ediyor. Kalbin bir köşesinde kalıyor satırlar.

Afrika'daki Işık, Dr. Ömer Said Gönüllü Bey'in, çok rahat ve akıcı bir üslupla yazdığı bir kitap. Öyle ki sohbet dinliyormuş intibaı veriyor. O kadar çok ayrıntıyı, okuru hiç sıkmadan ve yorumlar katarak sunması bu kitabı iyi kılan taraflardan. Afrika'nın kuzeybatı ülkelerini içine alan bir sıralı seyahatten edinilen gözlemler ve intibalardan oluşuyor. Yazar Tanja'da, orada doğan İbni Batuta'yı ve "Simyacı" romanını, Cezayir'de ise yine aynı yerde doğan Albert Camus'yu hatırlatıyor. Okulları, ticarî gayretleri, sağlık girişimlerini ve her konuyla ilgili tespit ve tekliflerini sunuyor. Sivil toplum örgütlerinin, dış devletlerin siyasilerince resmî heyetlere nazaran daha mesafesiz karşılandığı ve hüsnü kabul gördüğünü tespit ediyor.

Gittiği yerlerdeki kültürel bir hususu veya yazar ve sanatçıları nakletmesi kitabı ayrıca okunur kılıyor. Aşina olduğumuz gezi yazısı türüne en yakın hatıra kitaplarından; bir farkla ki, sırf turistik bir gezi olsun niyetiyle gezilip yazılmamış. Bir icraat üzere gidilmiş ve sonradan gelen girişimcilere fayda temin etmek ve yaşanılan güzelliklere tanık olanların sayısını arttırmak için kaleme alınmış. Ve dahası kitap 2001 yılında yazılan; ama üç yıl sonra basılan ince elenip sık dokunmuş bir çalışma olduğunu belli ediyor.

"Hicret Resimleri", yurtdışına ilk hicret edenlerden bir nasiplinin, Mustafa Oğuz Bey'in eseri. Oğuz'un şair ve yazar tarafı kitap boyunca üslûba ve gözlemlere yansıyor. Yazar, babasının vefatını gurbette, bir hafta sonra alıyor. Hicret erleriyle ilgili olarak, yalnızca bu bile pek çok şeyi anlatmaya yetiyor. Diş çektirme hikâyesi, hediye edilen bir Kur'ân-ı Kerim'le dünyalar kadar sevinen yaşlı kadın, Dağıstan ve Kafkas coğrafyasına dair ayrıntılar, şimdi pek çoğuyla karşılaşmayacağımız gerçekler. Bu kitabın en tesirli hatırası Sütçü Salimat Hala'nın hikâyesi. Okuyanların bana hak vereceğini sanıyorum.

"Kırılma Noktası Kafkasya"nın yazarı da ilk giden nasiplilerden Niyazi Sanlı Bey. Kitap, okuduğum hatıralardan en etkileyici olanı. Anlatılanların bir sinemaya konu olacak türden gerçekler olduğunu belirtmeliyim. Çeçenistan ile Rusya arasındaki savaşın içinde yer alan eğitim gönüllülerinin çetin tutunma mücadelesi. Yazarın bir romancı olmasının tesiriyle; heyecanlı, akıcı ve merak uyandıracak bir üslûpla sunulmuş. Hem savaşın çirkin yüzü, hem de fedakârlığın boyutları gözler önüne serilmiş.

Yirmi günlük evli bir damadın, gelini ülkesinde bırakarak savaş olan bir yere göreve gitmesi, nefsi müdafaaya mecbur kalırlarsa kendilerini korumak için birer silah almaları konusunda kendilerini uyaran satıcıya söyledikleri "Elimiz, tebeşir ve kalemden başka bir şey tutmaz; gönlümüze de sadece ve sadece sevgi girebilir." sözü kitaptaki çarpıcı örnekler. Zorlu ve maceralı bir yolculukla eşini Grozni'ye götürmesi, Bir de yazarın, "Sabah öğretmen, öğleyin satın almacı, öğleden sonra diplomat, akşamüzeri işçi, eve gidince de eş olmaya çalışıyordum." ifadesi insanı düşünmeye sevk edecek türden.

Çatışmaların bitiminde, Grozni'de karşılaştıkları sayılı birkaç insandan biri olan bir yaşlı kadın, bütün eşyalarını elindeki bir poşet içinde taşıyor. Çaresizlik içinde. Satırların yazarı, güçlükle: "Çocuğunuzu bize verin Türkiye'de okutalım diyor." Kadın da: "Alın." diyor ve veriyor. Bu da iç yakan sahnelerden.

"Pasifik Notları", bir seyahat kitabı özelliğinde. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan Bey'in yurtdışı hizmetlerini müşahede etmek, yeni hizmetlerin başlamasına vesile olmak ve Türkiye'den belirli yerlerde ve konumlarda bulunan insanlarımızın hizmetleri görmesine, yapılanlara şahit olmasına vesile olmak üzere yaptığı seyahatlerden. Yazar, insana, mekâna ve olaylara bir akademisyenin gözüyle bakıyor. Gözlem ve tespitleriyle teklif ve tavsiyelerini aktarıyor. Kitaptaki en etkileyici örneklerden biri, lise mezunu seviyesinde gençlerin de ilkler arasında hicret etmeleri. Bu gençler, gittikleri yerde o ülkenin ve toplumun dilini, kültürünü incelikleriyle öğrenerek ve orada üniversite okuyarak pek çok hayrın kapısını açıyorlar. Hatta oradan biriyle evlenerek hizmetlerin inkişafına vesile oluyorlar. Bu kitapta da okuru etkileyecek pek çok husus olduğunu söylemeliyim.

"Beş Kıtalık Sevda Türküsü", bir kadın yazarın coşkun kaleminden, hizmet sevgi ve heyecanıyla yazdığı bir kitap. Seher Durmaz Hanım, kadın gözüyle yine kadın kahramanlara odaklanmış eserinde. Bu yönüyle ayrıcalıklı. Dobrucalı Saber Hala, yurtdışına ilk hicret eden imamlardan bir ağabeyin eşi Ümmühan Hanım, evinde iki eğitim gönüllüsünü ağırlayan mühendis Valantina Hanım, Afrika sevdalısı Kazakistanlı öğrenci Janat, Rusya Devlet Üniversitesi, Türkoloji bölümü mezunu rus gelin Anastasiya Hanım, evlat hasretini hizmet insanı bir aileyle dindiren İnci Teyze, Açeli Hamamah Ana, Zuhal, Behiye ve Esma Hanımların hayat hikâyeleri. Bütün bu hikâyeler insanda bir durulmuşluk hissi uyandırıyor doğrusu.

"Tanrı Dağları'nın Yankısı" ise İbrahim Türkhan Bey'in eseri. Yazar, liseyi yeni bitirmiş biri olarak çıkıyor Kırgızistan yoluna. Bir zorlukla karşılaşsa ve döneyim dese, cebinde dönüş parası bile yok. Belletmenlik yaparken üniversite okuyor orada. Anlatılanlar öylesine ilgi çekici ki kitabı bırakası gelmiyor insanın. Büyük hedeflere küçük adımlarla başlandığının göstergesi gibi yaşananlar. Bu eserden, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, dünyanın dört bir yanında tanınır hâle gelen eğitim hizmetlerinin nasıl temellendiğini görmek mümkün. Kitapta, bütün sadeliğiyle 'insan' anlatılıyor ve sevdiriliyor. Rus komşuları onlara bir kova armut verirler, mesela. "Biz sizin Ruslara düşmanlık aşılamaya geldiğinizi sanıyorduk; yanlış düşünmüşüz meğer." diyorlar. Hatıralarda birkaç paragraf da misyonerlere değiniliyor. Sonra, yazar ve arkadaşlarının üniversitede okudukları dönemde sosyal aktivitelerde aldıkları roller, öğrencilerden yanlış düşünüp de pişman olan ve hatta kendilerinin safına katılanlardan bahsediliyor. Gurbete özendiriyor okurları.

"Bizim Destanımız" yine ilk giden nasiplilerden birisinin, Mahir Şahin Bey'in eseri. Yurtdışında bir okulun açılış serüvenini, karşılaşılan zorlukları ve güzellikleri bütün gerçekliği ve sadeliğiyle anlatıyor. Kitap, Orta Asya insanının maneviyata susamışlığını ve bozulmayan karakter yapısını gözler önüne seriyor. Yazar bir bölümde, koyun almak için bir çobana vardıklarını anlatıyor. Adam sarhoş bir hâlde: "Siz bana içki parası verin, koyunu alın gidin." diyor. Öğretmenler, "Bizim içkiyle işimiz olmaz." dediklerinde, "O zaman alın götürün, koyun çok zaten, para gerekmez." diye ekliyor. Sonra koyunu alıyorlar. Tam giderlerken "Dua etmeyecek misiniz? Bana bir dua edin de öyle gidin." diyor. Anlatılanlar Orta Asya insanının özünü koruduğunu hissettiriyor. Bir de, kitapta öyle cümleler var ki, aslında bütün hizmetlerin anahtarının ne olduğunu gösteriyor: "İnsan kendini yok bildiği zaman, yapıp edenin Allah olduğu anlaşılıyor."

"Kırım'da İlk Ezanlar" Kırım'ın 1944 Stalin sürgünü dramıyla başlıyor. Yazarı gazeteci Abdurrahim Dede. Kitapta 1991 baharında Gaspıralı İsmail Konferansı üzerine bir grup aydınla Kırım'da kalınan bir haftalık bir gözlem ve hatıra naklediliyor. Hatıranın kitaplaşması çok sonraya bırakılmış. Kırımla ilgili ilk gözlemleri buradan okuyoruz. Serinin ilki "Bir Güzel Gurbet Kırım"dan birkaç yıl öncesini anlatıyor. İnsanı muhakemelerle baş başa bırakacak pek çok ince ayrıntıya dikkat çekiliyor. Mesela, çamurlu ve bozuk bir yolda ilerlerken kulübecik tarzsında küçücük evleri görünce "Burada yaşanmaz." der yazar. Kırımlı amca da: "Yaşanır, yaşanır." der, "İnsanın vatanı olunca yaşanır. Nitekim bizler önce yer altında yaptık barınaklarımızı, bunlar toprak altında iç içe geçmiş mezar evlerdi. Daha sonra tahtadan yaptık, bezden çadırlar kurduk. Milisler gelip gelip dağıttı. Şimdi yeni yeni müsaade ettiler. 10 metrekarelik bir şey; ama olsun. Değil mi ki taştan, çadırdan sonra saray gibi geliyor. Tapu yok, su yok, elektrik yok, yol yok; ama olsun. Vatanımıza kavuştuk ya." Kitap, insanın kalbini acıtan gerçekleri bir arada sunuyor. İçinde bulunduğumuz nimetlere şükretmek için bile okunsa yeridir.

"Hasret Köprüsünden Sevgi Okullarına" Seher Durmaz imzasını taşıyan üçüncü eser. Yazar ve ailesinin, Romanya ve Kırım'dan sonra Azerbaycan'a hicret ettikleri anlaşılıyor. Bu kitap, kardeş ülkedeki hatıralar ve Azerbaycan Zaman'da yazdığı köşe yazılarından oluşuyor. Hisli bir kalbin, bir kadın yazarın, her zaman kendini belli eden üslûbu hemen seziliyor yazılarda. Bu sade ve fıtrî eser, iki ülke arasındaki dostluğa katkı sağlayacak tatta.

"Yağmur Okulları" bir kısmı Sızıntı ve Yağmur dergilerinde yayınlanmış hatıra hikâyelerden oluşuyor. Ramazan Çakır Bey, yurtdışında yaşanan hüzünlendirici, düşündürücü ve etkileyici ibretlik hikâyeler sunuyor okura. Edebî hassasiyet gözetilerek anlatılıyor yaşananları. Gerçi bütün seride, aynı ince işçilik dikkatten kaçmıyor. Kitapta en çok dikkatimi çeken hatıra 'Yetimlerin Duası' oldu. Yağmur dergisinin 8. sayısında yayınlanan 'Gülün Müjdesi' başlıklı hikâyenin sınıfta öğrencilere okunup üniversite panosuna asılması ve kulaktan kulağa yayılarak bir başka tesirli ve gerçek hikâyeye sebep oluşu anlatılıyor bu hikâyede. Kitaba ismini veren 'Yağmur Okulları' ve 'Sarıklı Zatlar' hikâyeleri günümüzde yaşanan menkıbevâri hikâyelere örnekler olarak dikkat çekiyor ve etkiliyor insanı.

"Hicret Yolları" ise, cismi küçük, tesiri büyük bir kitap. Hicret kavramıyla başlayıp dinî temeller üzerinde ve insanlık sevgisi ekseninde büyüyen bir dünya hizmetini ve gönüllülerini farklı karelerle anlatıyor. Bu anlatım kısa ve çok sade örneklerle en çarpıcı anekdotları sunma şeklinde. Kitapta ilk muhacirlerle şimdikilerin arasındaki bağ ve şimdiki hizmetlerin manevi bir sevkin neticesi olduğu işaret ediliyor. Ömer Şamil K. Bey'in, yazmakla güzel bir hizmete vesile olduğunu söyleyelim.

Netice itibariyle, yaşanmakta ve yazılmakta olan bunca gayret, dünya insanlarını birbirine kenetleniyor süratle. Aceleci tabiatlar ümitsizlikle boğuşadursun. Huzur bahçesine dönüşüyor her yer. Elbette ki bir sevk-i ilâhî bu; ışığını İslâm'dan alan, meşalesini Anadolu'dan tutuşturan... İlk nesilleri havarilere, sahabe efendilerimize ve ruhanilere benzetiyorlar. Ya sonraki nesiller, onlar için neler söylenir acaba, bunu tahmin etmek güç. Bu tür hizmetleri dualarla ve eldeki imkânlarla desteklemek, üzerimize bir insanlık borcu oldu.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.