Gülen'i Evrensel Bir Yaklaşımla Konuşabilmek
Almanya'nın Potsdam şehrinde devam eden Gülen Hareketi ile ilgili akademik konferansın ikinci günü Batılı akademisyenlerin genelde İslam'ı, özelde onun modern dönemdeki geleneğe bağlı bir görünümü olan Gülen Hareketi'ni anlamaya çalışırken düştükleri bir handikabı net bir şekilde ortaya koydu. Batı, İslam'ı anlama gayreti içinde Batı'nın oluşturmuş olduğu ve bizim dünyamız söz konusu olduğunda her zaman tutarlı olmayan temel paradigmayı kullanıyor.
Bu paradigma kartezyen bir paradigmadır. Uzayı ben ve öteki diye ikiye böler. Burada ben-için-öteki ve öteki-için-ben yoktur.
Konferanstan örneklendireyim. Dünkü oturumlardan ikincisi Prof. Dr. Admiel Kosman'ın ve Dr. Rainer Hermann'ın da sunumlarını yaptıkları güçlü bir oturumdu. Kosman sunumunda Gülen Hareketi'nin yaydığı sevgi mesajının nereye kadar gerçekçi olabileceğini sorguluyordu. Zira bakış açısıyla insan sevgiyi 'kendisinden hissettiklerine' dağıtır ve bu çoğunluk 'ötekilerden nefret etme' pahasına olurdu. Kendi verdiği örnekle, bir takımın taraftarlarını seviyorsan, öteki takımın taraftarlarından nefret etmek zorunda kalırsın. Bu durumda bağrını herkese açmak iddiasında olan bir hareket ne yapacak?
Bu yaklaşım sevginin kendisini değil objesini sevenin kimliğinin bir parçası olarak gören bir yaklaşımdır. Oysa Fethullah Gülen "herkesi sevelim" demiyor, "sevgiyi sevelim, düşmanlığa düşman olalım" diyor. Gülen için sevginin kendisi ideal insanın kimliğinin bir parçasıdır. Kimi sevdiğine bağlı olarak bir kampın parçası olmazsın. Buradaki ayrımı Gülen'in "Ateş düştüğü yeri yakar" ifadesine getirdiği alternatifte bulabilirsiniz. Gülen kimliğini sevdiklerinin kişiliklerine bağlı olarak şekillendirme taraftarı olsaydı bu sözü "Ateş düştüğü yeri ve çevresini yakar" diye revize ederdi. O ise "Ateş nereye düşerse düşsün beni yakar" deme büyüklüğünü göstermiştir.
Hocaefendi'nin paradigmasında var olan 'öteki' kavramı, kanaatimce, bir mutlak kavram değildir, bir ilişkiden ibarettir. Yani 'ben' her zaman 'öteki'nin bir parçası; 'öteki' de 'ben'im bir yapıtaşım... Potsdam'da bunları derinlemesine tartışacak zaman yoktu tabii ki. Yine de bir konferanstan bekleneceği üzere bu sorular ileride tartışılmak üzere kayda geçirilmiş oldu.
Konferansta konuşan Dr. Rainer Hermann'ın yapmış olduğu sunum Gülen Hareketi'nin haritasını çıkaran gerçekten başarılı bir sunumdu. Hermann, sözlerini Avrupa'nın bu hareketle ilişkiye geçmesinin önünde hiçbir tutarlı engelin bulunmadığını söyleyerek bitirdi. Bilahare kendisine hareketin feminizm hakkındaki görüşü soruldu. Hermann sorunun sahibini salona dönüp bir bakmaya davet etti ve şunları söyledi: "On yıl önce bu hareketin takipçilerinin katıldığı bir konferansta bayan katılımı belki yüzde onu bulabilirdi. Bugün ise gördüğünüz gibi yüzde ellinin üzerinde bir bayan katılımı var. Demek ki bir şeyler değişiyor."
Bugüne kadar Gülen Hareketi üzerine yapılan bir dizi konferansı izledim, bir dizisinin de tebliğlerini okudum. Potsdam Konferansı'nı bunların arasında öne çıkaran tek unsur konuşmacı ve dinleyici katılımının büyüklüğü değil. Çoğu konferansın ikinci gününde dinleyiciler azalmaya başlarlar. Almanya'nın bu konudaki enerjisini takdir etmemek mümkün değil. Ama yine de Potsdam'ı farklı yapan başka bir şey var. Sanırım bu Türkiye'den gelen katılımcı sayısının düşüklüğüyle alakalı bir şey. Türk akademisyenlerin yaklaşımlarında bir eksiklik yok. Tam aksine. Gülen Hareketi'ni onların anlayabilme ve anlatabilme şansı daha fazla. Fakat konuşmacılarda Türk ağırlığı olduğunda Gülen Hareketi'nin artık evrensel bir hareket olduğu gerçeği konferansın ruhuna yansıtamıyordu kendini. Potsdam Konferansı artık evrensel boyutlara ulaşmış bir hareketin, akademik sunumunu da çok sesli bir şekilde yapmasıyla öncüllerinden ayrıldı. Bundan sonraki konferanslar için de kalite çıtasını yükseltmiş oldu.
- tarihinde hazırlandı.