Sırtta Taşınmaz Yükü Göklerin!
Yazılarının çoğunu beğendiğim, ununu elemiş, eleğini asmış olmanın verdiği rahatlıkla her Allah'ın günü memleketteki -af buyurun- öküzlüklere saydıran, önüne gelene ayar veren bir yazar, geçtiğimiz gün şöyle yazmıştı: "Hiçbir şehir kurmadık, hiçbir yer keşfetmedik, hiçbir şey icat etmedik!" Gizli özne olan 'biz'den bizi, yani Türkleri, Osmanlı'yı, Müslümanları kastediyor şüphesiz.
Elbette doğru olmayan ve ezik cumhuriyet insanının kendi tarihine şarkiyatçı bakış açısının neticesi bu. Osmanlı'nın ilim-irfan, medrese/tekke kavramına cumhuriyet parametreleriyle bakılmasının bir neticesi.
Elbette Osmanlı çok şey icat etti, bilimsel gelişmede Batı'nın fersah fersah önündeydi. Ancak çok önemli bir kıstası vardı atalarımızın; bir bilimsel buluş, icat, keşif insanlığın hizmetine sunulmadan önce yan etkileri ve zararları konusunda test ediliyordu. 99 faydasının yanında 1 tane zararı var ise onu kullanmamayı insanlık sayıyordu atalarımız. Bugün dünyanın başına bela olan, radyasyon, küresel ısınma, sera gazı ve bilmem kaç türlü melanet var ise tamamı bilim ve teknolojik gelişmenin çapaçul olarak insanlığa hizmet verme gayretkeşliğinden kaynaklanıyor. Bakın küresel ısınma önlemleri için yapılan tekliflere: Elektrik ve elektronik kullanma, doğal şeyler kullan bilmem ne! İnsanlık, gerisine turbo motor takmış kendi kıyametini hızlandırıyor da biz buna teknolojik gelişme diyoruz.
Mesleğim ve gezgin ruhumun gereği hayatım boyunca çok yer dolaştım. 15 saat süren uçak yolculuklarına aşinayım. 11 Eylül saldırılarının olduğu anda bizim uçağımız da New York JFK Havalimanı'na iniyordu ki, geri çevirdiler bizi. Keza teknolojiye de yabancı olmadığımı bilenler bilir. Yani bilmediğimden ya da düpedüz karşısında olduğumdan değil, birazdan yazacaklarım. Bu nedenle Andıç Medyası'nın birtakım mercimek zevatı yazının o kısmını alıp 'Zaman'ın yazarı uçağa karşı' gibi hışırlık yapmasın sakın, bozarım!
Düşen uçağın enkaz görüntülerine baktıkça, zihnimde oluşan tablo ile medyada tartışılan tablo arasındaki uçurumu gördükçe rahatsızlık hissettim. Konunun uzmanları, ilgili ilgisiz (yerel yöneticiler bile uçak uzmanı kesilmişlerdi mübarekler!) onlarca insan ekran ekran dolaşıp 'Efendim şöyle, efendim böyle' diye ahkam kesiyordu. Oysa benim aklıma bir şiir üşüştü kaldı öyle. Şöyle diyordu:
"Sırtta taşınmaz yükü göklerin.
Herkes koşar zıplar ben yürüyemem.
İsterse hayat aşını verin,
Sayılı nimetler, bal olsa yemem!
Ey akıl, nasıl delinmez küfen?
Ebedi oluşun urbası kefen.
Kursa boşluğa asma köprü fen!
Allah derim, başka hiçbir şey demem!"
Elbette birtakım eksiklikler, hatalar ve hatta (komplocu mantık da boş durmaz tabii) sabotaj, suikast gibi nedenleri olabilir kazanın. Ama lütfen resmin arka yüzüne, tablonun derinliğine bir an bakalım. Tüm insanlar ve insanlık olarak. Aklı bir put, bilimi tanrısallaşmanın, teknolojiyi din haline getirmenin dibi nerede acaba? Nereye kadar gidecek bu? Yine şairin dediği gibi 'yirminci asrın feza pilotu' olmayı marifet sayan zihniyet, insanlığın huzurlu ve düzgün yaşamı için ne yapıyor?
Bütün bu can sıkan manzara ve sorular karşısında kıvranırken elime aldığım gazetemde çıktı yine cevaplar karşıma. Tevafukun böylesi, ibretin gerçek zamanlı örneğiyle bir kez daha ürperdim. Hocaefendi'nin dünkü nüshadaki yazısı enteresandı: "Bu itibarladır ki biz, aklı külliyen nefyetmiyoruz; etmiyor ve bir kısım tecrübecilerin, pozitivistlerin iddia ettikleri gibi "Akıl, katiyen hakikate ulaştırmaz" veya rasyonalistlerin iddia ettikleri gibi "Hakikate ulaştıran tek şey varsa o da akıldır" da demiyoruz." En iyisi siz dünkü gazeteyi bulup yazının tamamını okuyun, ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılacaktır!
- tarihinde hazırlandı.