Türkiye İle Kürdistan Arasındaki Yol
"Barışı ve Geleceği Birlikte Aramak" için, Türkiye'den yüz kadar kişi "bir yer"e gittik. Neresiydi burası? Uçak biletlerimize ve uçuş tarifelerine göre, Erbil! Nerede bu Erbil, neyin nesi? Türkiye'den bakınca, "Kuzey Irak" diye adlandırılan coğrafyada bir şehir! Nedir bu "Kuzey Irak" peki? Türkiye'deki yaygın algıya göre, "bir fesat bölgesi"! Kimler yaşıyor burada? Türkiye'de uzun süre kullanılan dilde, bazen "Kuzey Iraklılar", bazen "peşmergeler" diye anılan insanlar. Neyse ki, artık bundan vazgeçildi, "Kürt" sözü kabullenildi.
İki saat civarında süren bir yolculuğun ardından, önce bu dilin sınırlarına varıyoruz. Başka bir dil karşılıyor bizi. Geldiğimiz şehre, bu şehrin insanları Hewlêr diyorlar. Evet, bu şehrin bulunduğu bölge, Irak'ın bir parçası; ama bu kadardan ibaret değil. Tarihî ve resmî bir ismi var buranın. Burada yaşayanlar, hep "Kürdistan" demişler. Irak Anayasası'na göre ise, ismi "Kürdistan Bölgesi"; Hewlêr de, bu bölgenin başkenti. Kürtler çoğunlukta bu bölgede, Kürtçe de iki resmî dilden biri.
İlk anda, isimlendirmedeki farklılığın çok da önemli olmadığını düşünmüştür Türkiye'den giden gruptakilerin çoğu. Toplantılar başlar başlamaz, Iraklı Kürtlerin hepsinin, Türkiyeli Kürtlerin de çoğunun isim ve isimlendirme meselesinde böyle düşünmedikleri ortaya çıktı. Türklerin çoğu, Kürtlerin bu "hassasiyeti"ni abartılı bulduklarını ifade ettiler. Toplantılar boyunca ağırlığını hep hissettirdi bu tartışma.
Gerçekten öyle mi? İsimlendirme, önemsiz bir teferruat mı? Öyle olmadığını, en azından Türkiye'de yaşayan herkesin gayet iyi bilmesi beklenir. O kadar çok tecrübe var ki önümüzde! "Kürt" sözcüğünün uzun süre yasak olması tek başına yeter bu gerçeği görmek için. Ülkenin her köşesindeki yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi, isimlere konan ambargolar bu gerçekliğin yaşayan bazı örnekleri.
İsimlendirme, Türkiye'de totaliter toplum tasavvurunun en etkili iktidar aracı olarak kullanılmıştır hep. Bir yandan isimleri yasaklamak, diğer yandan insanlara ve yerlere kendi uygun gördüğü isimleri dayatmak, baskıcı yönetim hakikatimizin en dolaysız ve o ölçüde acımasız yansımasıdır. İsimlendirme yetkisini elinde tutma hırsı, dünyaya kendi sözcükleriyle düzen verme hevesinin şiddetli ifadesidir; insana ve hayatın hakikatine düşman, yalandan medet uman faşizan bir tutumdur.
İsim, kendi olma hakkının; tartışılması, hele de yasaklanması akla hiç gelmemesi gereken kendiliğinden ve alabildiğine saf parçasıdır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, kendini isimlendirme hakkına müdahale her bir insanın ve topluluğun onur ve değerinin en sıcak kaynağı olan eşsiz öyküsüne çirkin bir saldırı, "kendi olma hakkı"na kaba bir saygısızlıktır. Bir insanın veya topluluğun kendine verdiği ismi yok saymak, gizlemek, kapatmak, değiştirmeye çalışmak aynı zamanda bir tür şiddettir.
Belki böyle bakmayı denersek, Iraklı Kürtlerin, "isimlendirme konusundaki hassasiyetleri"nin, kendileri için ne kadar hayatî bir yere tekabül ettiğini anlayabilir; resmî siyasal tercihlerin belirlediği ve bizleri kuşatan, bizi kendimize ve hayata yabancılaştıran zihin dünyasıyla yüzleşmek için bir vesile sayabiliriz. Böylece, "yaşarken üzerinde bile durmadığımız, ama hep ayağımıza takılıp bizi tökezleten binlerce ayrıntıdan koskoca bir mutsuzluk edindiğimizin" de farkına varabiliriz.
* * *
Bu toplantının Kürdistan Bölgesi'nde yapılmış olması hakkında çok şey söylenebilir; bunların çoğu söylendi zaten, daha da söylenecek. Doğrusu bu yazıda, "siyasal tahliller ve sosyolojik gözlemler" yapmayı hiç istemiyorum. Benim için bu seyahat, öykümün sıcak kökleriyle buluşmaktı her şeyden önce ve bunları aktarmadan konuşmaya elvermiyor gönlüm.
Erbil'de olmak, içinde büyüdüğüm dilleri, yani annemden öğrendiğim Arapçayı ve bana sokakların öğrettiği Kürtçeyi, doğal tınılarıyla sınırsızca duyabilmenin ve kaygısızca konuşabilmenin hüzünlü sevinciydi meselâ. Hüzün, büyüdükçe bu doğallıkla arama bir mesafe girdiğini fark etmekten; sevinç, bu mesafenin yine de ruhumda hiçbir sınır yaratamamış olduğunu görmekten. Bu diller, sadece bir lisan değil benim için; renktir aynı zamanda ve en çok da sestir.
Erbil'in tozlu sokakları, Nusaybin'de yürüdüğüm sokakların bir uzantısıydı meselâ. Yürüyerek iki şehri birbirine bağlayabileceğimi hissettim. Akşam yemeklerinde hayatıma ritmini veren ilk melodilerin kendiliğindenliğiyle karşılaştım. Mırıldansam, oradan buraya, buradan oraya yol döşeyebileceğimi hissettim.
Bu karşılaşmaların bendeki karşılığının dökümü uzar gider. Sözün yetersiz kaldığı bir haldir bu benim için. Dünyayı sözle düzenlemek yerine, "dünyadan sesle geçmeye", "dünyaya sesle dokunmaya" çalışmanın bu hale daha uygun düştüğüne inanırım. Galiba bu buluşmaya Türkiye'den gelmiş olsun, Kürdistan'dan katılmış olsun, hemen herkes de benzer şeyi hissetmiş. Nereden mi çıkarıyorum bunu? Bejan Matur'un konuşmasının yarattığı etkiden...
Bejan konuşurken, olmasını istediği şey oldu; akıl kalple bütünleşti; zaman ve mekân kavramları, sınır sözcüğü buharlaştı adeta. Sözcükler yoktu sanki konuşmasında; baştan aşağı bir "ses"ti kendisi. O karmaşık iç yolculukların kıvrımlarını, zamanın derinlerine yazılmış yolların tanımlanmamış kesişmelerini ancak böyle bir ses anlatabilir. "Sözcük, fikirleri taşıyan bir şeydir; işlevini tamamladığı zaman onu unuturuz"; ama hayattan süzülen samimi ses, göremediğimiz yerlerimize dokunur, bastırmaya çalıştığımız hislerimizi yoklar, bakmayı unuttuğumuz aynaları yüzümüze tutar, zulalarımıza ulaşır, istesek de unutamayız onu.
Bu seyahat, benim için öncelikle bir "ses"ti. Canetti'nin Marakeş'te duyduğu türden bir ses: "Orada olaylar, görüntüler, sesler vardı, anlamları ancak insanın içinde oluşan; sözler yoluyla ne algılanabilen ne de biçimlendirilebilen, sözlerin ötesinde, sözlerden daha derin ve çokanlamlı."
Bejan'ı dinlerken, bir kez daha inandım ki, "sözcükler üzerinden değil, kendi ürpermelerimizi dinleyerek keşfedebiliriz hayatta kimi şeyleri."
- tarihinde hazırlandı.