Neredesin Ayyüzlüm!

Bir bayram arefesiydi; her zamanki gibi abdestlerimizi almış, Hocamızın etrafında hâlelenmiş, kitaplarımızı açmış ve ilim hazinesinden kendi dağarcığımıza aktaracağımız incileri beklemeye koyulmuştuk. O sabah, gözleri yine yaşlı ve bakışları buğuluydu. Birer birer süzdü bizi; nazarlarını gözlerimizle buluşturuyor, sanki gönüllerimizin en gizli noktasına ulaşmak istercesine halkadaki herkese bir müddet bakıyordu. Bu şekilde geçen uzun bir sükût faslından sonra hafifçe tebessüm etti: "Köy görüyorum gözlerinizde, memleket var zihinlerinizde!.." dedi. Yedi-sekiz ay olmuştu ailelerimizden ayrılalı ve hepimiz bir-iki günlüğüne de olsa sıla-yı rahim vazifemizi yapmak, anne-babalarımızın ellerini öpmek istiyorduk ama bunu Hocamıza nasıl söyleyeceğimizi, nasıl izin alacağımızı bilemiyorduk. O, sanki içimizi okumuş gibi sözlerine devam etti, "Anne-babanızı özlediniz değil mi? Siz buradasınız ama belki de hayalleriniz onların yanında. Öyle de olmalı zaten. Biliyor musunuz; annem benim için tam bir teselli kaynağı idi. Vefat etmeden önce, zaman zaman anacığımı ziyaret ederdim. Onun yaşlı elleri alnıma, saçlarıma değince bütün dertlerimi unutmuş gibi olurdum. Şimdi onu ne kadar çok arıyorum bir bilseniz. Bazen eksikliğini öyle derinden hissediyorum ki, kendi kendime 'Ah anacığım, şimdi yanımda olsaydın da başımı dizine koyuverseydim, sen o yumuşacık ellerinle alnıma dokunsaydın ve ben de bütün dertlerimi senin kucağına döküp rahatlasaydım.' diyorum."

Bu ifadeler adeta hepimizin bamteline dokunmuştu; her hâli garipliğine emare olan Dertli İnsan ağlıyor, biz de onun gözyaşlarına dem tutuyorduk. Bir aralık nazarlarını uzaklara kilitledi; tekrar iç çekerek konuşmaya durdu: "Ne zaman yalnızlığım ve gurbetim aklıma gelse, Barla dağları çeker beni kendine. Orada bir garip görürüm hayâlen. Yalnız bir adamın silueti belirir zihnimde. Garibâne dağlarda, ağaçların hüzünlü hışırtıları arasında, tek başına, sessiz, kimsesiz iki-üç ay dolaşan, yirmi günde bir, sadece bir-iki misafirden başkasını göremeyen, arasıra hasbihal ettiği dağcılara bile bazen haftalarca hasret kalan dava adamının sesleri uğuldar kulağımda:

'Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem,
Bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâhet İlâhî!'

İşte bu ses, bu yanık nağme bütün yalnızlıklarımı unutturur bana ve kendi nefsime döner, 'Ey Fetih, sen garip değilsin; seninle ağlayıp seninle gülen bu kardeşlerin varken sen gurbette sayılmazsın. Eğer garip görmek istiyorsan Barla dağlarındaki şu yalnız adama bak!' derim."

Evet, Hocamız, derdini paylaşan insanların varlığıyla gurbet duygularını bastırsa ve seleflerinin yalnızlığı yanında kendi garipliğini bahse değer bulmasa bile, o da, tıpkı bir ney gibi bütün ömür boyu inlemiş durmuş, Leylâsı bildiği davası uğrunda Mecnûn olup, gönlünde hicran ve hafakan, hep ağlayıp dolaşmıştı diyar diyar; senelerce ne onun gurbeti bitmiş, ne de ufkundaki gurûblar sona ermişti. O da iç içe gurbetleri bütün benliğiyle hissetmişti.

Daha hayatının ilk yıllarında baba ocağından ayrılmış, çok sevdiği ailesinin hasretiyle ömür boyu kıvranmıştı.. ve hele hep hazan yaşayan o talihli anne ebedî bahara yürüyerek bir yâd-ı cemil ve bir rüyâ hâline gelince, gönül inkisarıyla, hep sığındığı kapıya yönelmiş, "Ey her yetimin başını okşayan Efendim, işte ben de hem öksüz hem de yetimim!.." demişti.

Gün gelmiş, ana bildiği vatanından da ayrılmak zorunda kalmış ve işte o zaman sılanın yerini bütün bütün "hüzünlü gurbet" almıştı. Yaşı ilerlemiş, hastalıkları artmıştı ama Edirne'deki o güzel caminin pencere arası ya da İzmir'deki o şirin tahta kulubesi gönlünden hiç çıkmamıştı. Okyanus ötesindeki camisizlik ve ezansızlık gurbeti Süleymaniye, Fatih, Eyyüp Sultan özlemini iyice alevlendirmişti. Neyse ki, odasında, Türkiye'nin değişik yerlerinden gönderilen topraklar vardı ve bazen bu topraklara bakarak, bazen de üzerinde vatan rayihâsı bulunan elbiseleri koklayarak hasret ateşine su serpmeye çalışırdı.

Kendi yurdunda vatansızlık yaşayan bazıları ondaki bu daüssılayı fazla ve mübalağalı bulsalar da o bir Türkiye aşığıydı. Çünkü, onun gönlünde Türkiye, tarih demekti; eşsiz bir medeniyetin beşiğiydi, ecdad diyarıydı, dinin son karakoluydu.. ve onun için vatan, Türkiye'nin vefalı insanları, Anadolu'nun yağız delikanlıları, ikinci ilklerdi. Zaten, onun hicranını derinleştiren de hep onlar değil miydi!

Bir akşam üstüydü. Guruba yaklaşmış güneşin çehresindeki kırışıklıklar gibi, Dertli İnsan'ın yüzünde de keder ifadeleri belirmişti. Odasına giriyor çıkıyor, yanına bir iki arkadaşı çağırıyor, onlara bazı şeyler söylüyor ve sürekli "Zeynep'ten haber var mı?" diye soruyordu. Kimdi bu Zeynep? Onca işinin arasında Hocamızı ayrı bir telaşa düşüren hadise neydi? Bir süre sonra öğreniyorduk ki; Zeynep, eğitim gönüllülerinden biri olarak Asya steplerinde gül yetiştirmek için yollara düşen bir kahramanmış. Bir kaç sene vazife yaptıktan sonra kansere yakalanmış ve hastanede yoğun bakıma alınmış... Aslında, Zeynep kendisine bahçevan olma tutkusunu aşılayan insanı hiç görmemişti. O da Zeynep öğretmeni tanımaz, bilmezdi. Fakat o, yüce bir mefkûre uğruna gitmişti soğuk diyarlara.. nefesiyle ısıtacaktı ayaz geceleri ve kar çiçekleri derecekti gönlündeki sevgiyle erittiği buzlar arasından.. öyleyse o, artık sıradan bir öğretmen değil, aynı duyguyu paylaşanların Zeynep Bacı'sıydı. Senelerden beri yaşlısıyla genciyle, kadını, çocuğu ve erkeğiyle, gönül ve ruh birliği içinde insanlığa hizmet veren bahtiyarların pek çoğu birbirlerini tanımasalar ve hiç karşılaşmış olmasalar bile, her biri şahs-ı mânevinin bir azası, o vücudun bir organıydı. Birinin acısı diğerlerini de kıvrandırırdı. Ama hepsinin derdine ortak olup herkesle beraber inlemek de çoğu zaman Büyük Muzdarip'e düşerdi. O dönemde de, "Zeynep nasıl?" sözünü günlerce dilinden eksik etmeyen insan, gönlünde herkesin elemini birden hissederdi.

Hocamızın gurbetinin önemli bir buudunu ötelere hasret duygusu oluştururdu. "Bu dünyaya gelen kişi âhir yine gitmek gerek/Misafirdir vatanına bir gün sefer etmek gerek." diyen Yunus ve onun selefleri gibi, o da dünyayı fenâ yurdu ve misafirhane olarak görüyor; Dost iline uçmayı ve dostlarla vuslatı arıyordu. Özünden ve asıl kaynağından ayrı düşen bir ney'in ağlayıp inlemesi gibi, o da bu âlemde garipti ve bir bayram sevinciyle karşılayacağı şeb-i arûsunu bekliyordu. Din ve millet adına bir diriliş özlemi, gül günlerine kavuşma intizarı ve gönülleri rahmet yağmurlarıyla sulama iştiyakıyla beraber ebedle ve Ebedî Dost'la şenlenme arzusu da onun gurbetinin ayrı bir derinliğiydi:

"Gözlerimiz ufukta sürekli tulû bekler,
Mihnetkeş garipleri bir de ünsünle yâd et!

Bahçelerde, bağlarda her zaman güller açsın.!
Gül günlerini artık bizlere de mûtâd et!

Bilmem kaç asır oldu ırmaklar kuruyalı,
Nezdinde hapsettiğin rahmetini âzâd et!

Uçmak için sonsuza güçlü kanat ver bize,
Son arzumuzdur ya Rab, gönlümüzü âbâd et!"

O, gurbetlerin en acısını, dinî ve millî değerlerimizin garipliği karşısında yaşadı. Şanlı fakat tali'siz bir devletin, eşsiz bir medeniyetin çöküşünün hicranını, düşmanlarının gadri ve dostlarının da vefasızlığına mahkum olan İslam'ın kederiyle beraber yudumladı. Dinin ve milletin maruz kaldığı musibetler karşısında duyduğu tahassür o denli derindi ki, çoğu zaman vücudunu vatan edinen hastalıkları ve hiç eksik olmayan meşakkatleri bile unuttu. Sevgi, merhamet ve şefkat düşüncesinin kapı kapı kovulması, düşmanlıkların bir kere daha hortlatılması ve iftiraların ard arda gelmesi karşısında günler ve geceler boyunca acıyla kıvrandı. Hele dinsizlerin dahi söylemediği sözlerin mü'min olduklarını iddia eden kimseler tarafından söylendiğini duyunca yaşadığı gurbet, sadece gözyaşlarını kurutacak değil damarlarındaki kanı bile donduracak kerteye ulaştı. Fakat yine de, onca yıkılış, kırılış ve düşmanlık karşısında üslubunu bozmadı, misliyle karşılık vermeyi düşünmedi, feryâd u figân etmedi; Hazreti Kâdiyü'l-hâcât'a el açıp içini O'na döktü.

Evet, bütün bunlar onun gurbetinin bir kaç buuduydu. Fakat, acaba asrın gurbetini yudumlayan sadece o muydu?

O Büyük Muzdarip, Barla dağlarını seyrededursun; geçen sene, dört beş yıllık yakıcı bir firaktan sonra güzel vatanımıza yolum düşmüştü. Bir kaç ili dolaşıp dert, ızdırap ve aşk u şevk yüklü insanlarla sohbetler etmiş, bazılarının evlerine misafir olmuştum. Nur yüzlü delikanlıların, iffet abidesi bacıların, fedâkar babaların ve müşfik anaların samimiyet ve ihlaslarını görmüş, kirli dünyalardan eteğime bulaşan lekeler kalmışsa üzerimde, onların arasında gözyaşlarıyla temizlemeye çalışmıştım. Onların vakûr hâli, hayırlı işlerin ardında koşma gayretleri ve yüce bir gâyeye adanmışlıkları çok etkileyiciydi. Fakat, onlardan duyduğum en gür ses, en muhrik nağme, en içli yakarış ve en müessir sedâ "Gel gayri!.." inleyişiydi. Onlar şarkıların, türkülerin, ezgilerin güftelerini bile asrın gurbetine uyarlamış, "turnalar"dan dahi haber sorar olmuş ve adeta bir davet korosu oluşturmuşlardı. Kim bilir, sadece şu sözleri kaç evde duydum, şu mısralar eşliğinde kaç gencin yanağından süzülen yaşlara şahit oldum:

"Gece çöker güller solar
Gözlerime yaşlar dolar
Hatıralar bende ağlar
Neredesin Ay yüzlüm!..

Pek çok hâneden bu sesler yükseliyor, gecelerin zülüfleri bu nağmelerle taranıyor ve belki seherlerde seccadeler de bu sözlerden sonra gönül semasından boşanan rahmet katreleriyle yıkanıyordu. Oysa, o zamana kadar, Gül'e yazılmış yüzlerce mektup görmüş; nâmelerin en yanıklarını okumuştum. Fakat, bu defa, yazılsa da sahibine ulaştırılamamış ya da kalblere mahbus kalıp da satırlara yol bulamamış aşkların, sevgilerin, muhabbet ve hasretlerin iki kelimeye sıkıştırıldığını görüyordum:

Neredesin Ayyüzlüm!..

Ne zaman geleceksin hepimizin Ayyüzlüsü!..

Türkiye'de kaldığım onbeş gün boyunca ben de bu sözlerle ve kardeşlerimle beraber ağladım. Vazife mahallime geri döndüğümde büyüklerim ve arkadaşlarım sordular, "Türkiye nasıl, Anadolu insanından ne haber?" diye. Onlara, Bayburtlu Zihni'yi bizce konuşturarak cevap verdim:

"Kudsîler hasretle her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bâğubân ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Seydâ bülbül terk edeli bu bağı."

Evet, Türkiye'de koyu bir hasret vardı.. sevda sevda büyüyen gayretler, bütün samimiyetle ortaya konan gönüller vardı.. Bülbül nağmeleriyle açılmış gonca güller, sadece o yâr için yakılmış, bestekârı meçhul türküler vardı. Gece yarısında iki yaşındaki yavrusunun ellerini avucuna alarak duaya duran anneler; yavuklusundan ya da göznurundan önce o Mazlum'u anarak, onun için ağlayarak yakaran yiğitler vardı. Onlarda, birazı dökülmüş ama çoğu yüreklerde birike birike çağlayana dönüşmüş gözyaşları vardı.

Doğrusu, Ayyüzlü'nün gidişi adeta bir remiz ve bir simgeydi tarihin sayfalarına kayıtlı bütün sürgünlere.. onun ardından akıtılan billur damlalar, aynı zamanda asırlık gurbetler ve bilumum garipler için yakılan en acıklı ağıtların dizelerini nakşediyordu gönüllere.. dudaklardan dökülen "ahhh"lar herkesten önce ulaşıyordu Hira'nın Garibine.. Sevr mağarasından çağlara süzülen gurbet hüznü Barla ormanlarının hicran ve hasretiyle buluşarak yansıyordu suyun ötesine.. bu dert, ızdırap ve firkat tayflarını hisseden, gören ve tadan kudsîler ise, nübüvvet mesleğinin kaderini seyrediyorlardı Son Yolcu'nun seferinde.. seyrediyor ve gariplerin alınyazısına ağlıyorlardı; zaten onlar da, musibet dalgaları arasında yüzüyorlardı bir ömür boyu; onlardı özyurtlarında bile daüssıla yaşayan birer "gurbet çocuğu"...

Demem o ki, asrın gurbeti iki uçlu:

Bir tarafta Ayyüzlü'nün hasret ve hicranı var. Onun ufkunda taze bir bahar bulunsa da, mesuliyet duygusu sanki sırtında müthiş bir dağ.. bazen gözlerinde sevinç olsa da, sînesini dolduruyor daima ürperten acılar.. o, gülleri soldurmamak, yumurtaları kırdırmamak telaşıyla her lâhza ayrı bir zakkum ağacı yudumluyor; ızdıraplarla sürüp giden bir upuzun yolculukta gam yükünü çekiyor ama derdini de çok seviyor. Yaratan'dan gelene razı, "nârın da hoş, nurun da" diyor ve bazen gözyaşlarını kalemine mürekkep yaparak yazdığı mübarek mektupları hasretlilerine uğurluyor, onlarla dertleşiyor. Çevresini saran buğulu hüzünler arasında her gün birkaç kere, "vedâ" demek istese de bu yaban ellere, o bizi düşünüyor; o bizi düşünüyor...

Diğer tarafta da, "Selam olsun kardeşlerime!.." muştusunun muhatabı bu çağın bahtiyarları ve onların gurbetleri var. Nâdanlar "organize" diyedursun, onlar garazsız ve ivazsız, aynı düşünce ve duygunun aşıkları olarak beraberce bir "mum macerası" yaşıyorlar. Karanlığa sövmek değil onların şiarı; en ücra köşelerde bile bir ocak tüttürüyor, belki yanıyor ve eriyor ama mutlaka etraflarını aydınlatıyorlar. Evet, özlüyorlar, hem de çok özlüyorlar. Yanarken, erirken bile, " ana" diyor, "yâr" diyor ve bir de onu, en çok onu düşlüyorlar..

Aslında kıymetine uygun olarak dile getirmek ve tam tavsif etmek imkansız bu hicranı. Çünkü gurbet bir olsa da garipler binlerce. Her birinin duyuşu, sezişi ve hissedişi de farklı farklı. "Öyleyse bu satırlar neden?" demeyin. Sadece "Asrın Mazlumu" terkibi bile neler neler ilham eder vicdanı genişlere. Bir büyüğümüzün kitabının başına yazdığı gibi bu satırlar sadece yerimizi belirleme ve halimizi ifade:

Ey Ayyüzlümüz!..

Biliriz, biz önceden bilmezdik ama senden öğrendik, şimdi biliriz; bütün bu gurbetlerin de bir ilacı var: "Allah bize yeter, O ne güzel dost, O ne güzel vekîldir" inancı bu ilacın önemli bir unsuru. Ne kadar yalnız ve birbirimizden uzak olsak da kimsesiz değiliz; daima kalbimizde Rahman'ın lütfu, Kur'an'ın feyzi ve imanın nuru.

Sen, mü'minleri hiç mahcup etmedin, etmezsin; öyleyse, sana kim ne derse desin.. bizim de saçlarımız adedince başlarımız bulunsa ve her gün biri kesilse, hayatımızın biricik gayesi bildiğimiz insanlığa hizmet etme yolundan çekilmeyecek ve dünyayı başımıza ateş yapsalar, seni ve davanı sevmekten vaz geçmeyeceğiz. Sana atılan çamurları gözyaşlarımızla yıkayacak ve senin dâmeninde leke barındırmayacağız. Sen bize hep "müsbet hareket edin" dedin, asayiş telkin ettin. Biz kollarımızı asla kavga için kaldırmayacağız ama Yüce Dergâh'a açık ellerimiz, senin hüznünle kırık gönüllerimiz, yanaklarımızdan akan domur domur damlalarımız ve sabilerimizin dillerinden dökülen dualarımızla sana düşmanlık edenlerin karşısında olacak; bunu yaparken de sevgi mesleğinin öğretilerine sadık kalacağız.

Hem değil mi ki; "Birimiz dünyada, birimiz ahirette, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta olsak da, biz yine birbirimizle beraberiz." Öyleyse, belki garipleriz ama asla yalnız ve kimsesiz değiliz. Bazılarımız seni hiç görmedik, huzurundan feyz dermedik; fakat değil mi ki, biz aynı duygu ve düşünce çizgisindeyiz, inanıyoruz burada olmasa da ötede mutlaka birlikteyiz. Şerirlerce kirletilen şu asırda günahlara karşı durmamız ve ötede kurtulmamız için bundan başka vesile bilmiyor, sadece seninle aynı çizgide olma istek ve gayretimize ümit bağlıyoruz.

18 Mart 2005
New York-ABD

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.