Ayrımcılığın Panzehiri: İslam!

Şemdinli'de meydana gelen iğrenç bir provokasyon sonucunda başlayan olaylar, genişletilerek bütün yurt sathına yayılmaya çalışıldı. Provokasyonun esas aktörleri -pek çok olayda olduğu gibi- henüz gün ışığına çıkmadı.

Bunun üzerine Güneydoğu'da kimlik sorunu yeniden tartışılmaya başlandı, alt kimlikten, üst kimlikten söz edildi. Yine Batılı sosyolojik şablonlar kullanılarak, yüzeysel tasvirler ile yetinildi. Aslına bakılırsa, alt ve üst kimlik ya da kültür ayrımı, Kolonyalist (sömürgeci) dönemde Batı'da ortaya çıkan bir tasnife dayanmaktadır. Dünyaya üstten bakan ve kendisini her şeyin ölçüsü sayan Avrupa merkezci (Euro-centriste) Batı'nın, sömürgeleştirdiği ülkelerin insanları için kullandığı, özü itibarıyla ötekileştirme ameliyesinin aracı bir kavramdır.

Güneydoğu'daki durum ise bundan tamamen farklıdır. Bu bölgede, Türkler ile Kürtler, Sünniler ile Aleviler, asırlardır, aynı dine bağlı, aynı inancı ve kültürü paylaşmaktadırlar. Aynı Tanrı'ya inanmakta ve aynı Peygamber'e ümmet olma onurunu birlikte taşımaktadırlar. Türk'üyle Kürt'üyle, Sünni'siyle Alevi'siyle, bütün vatandaşlarımızın bu temel varoluşsal gerçeği göz önünde bulundurması gerekir. Bin yıldan beri bizi bir arada tutan, birlik ve dirlik içinde yaşamamızı sağlayan "asıl bağ" göz ardı edildiğinde, bundan hepimiz zarar görürüz.

Tarih en iyi öğretmen...

Diğer taraftan, bölge üzerinde oynanmak istenen oyunlara ve planlara karşı da çok dikkatli olmak zorundayız. Bu planlar ve oyunlar, belki şimdi bir grubun yararına gibi görünebilir, ama yarın, bölge ülkelerinin ve insanının ortak geleceğini tehdit eden bir unsur haline gelecektir. Nitekim geçen yüzyılın başlarında, benzer oyunlara alet olan Araplar, aradan yaklaşık yüz yıl geçmiş olmasına rağmen hâlâ kendilerine gelememektedirler. Aynı nedenle biz de koca bir imparatorluk kaybettik. Sağduyu sahibi Kürt kardeşlerimizin, bu gerçeği asla unutmamaları gerekir. "Medeniyetler çatışması" teziyle başlayıp "Büyük Ortadoğu" projesi ile süren ve Afganistan ile Irak'ın işgali sonucunda ortaya çıkan yeni durum, İkinci Cihan Savaşı sonrasında çöken klasik emperyalist anlayışın, yeniden hortlamaya başladığının açık göstergesidir. İki büyük savaştan sonra daha çok sosyal, ekonomik ve kültürel alana kaymış bulunan sömürgeci yaklaşımlar, şimdi yeniden eski mecrasına dönerek "Neo-Emperyal" bir konum kazanmıştır.

Anlaşıldığı kadarıyla "Büyük Ortadoğu Projesi"nin, biri görünürde formel (şeklî, sûrî); diğeri de arka planda saklı, reel (gerçek) iki amacı vardır: Formel amaç, anarşi, terör ve despotizm ile iç içe yaşayan bölgeye yeni bir düzen, özgürlük ve demokrasi getirmektir. Reel amaç ise, bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kontrol altına almak ve buna engel olmaya çalışacak her türden oluşumları önlemektir. Bu oluşumlar içerisinde dinî içerikli olanlar, birinci derecede önceliklidirler.

İslam dünyası üzerindeki oyun...

Bu proje, Kuzeybatı Afrika'dan başlamakta ve Hint Okyanusu'na kadar uzanmaktadır. Söz konusu coğrafyanın kültürel kimliğine baktığımızda, halkının kahir ekseriyeti Müslüman'dır. Şu halde bu proje İslam dünyasına yeni bir şekil ve düzen getirmek amacıyla hazırlanmıştır. Mevcut konjonktür açısından bakıldığında, getirilmek istenen yeni düzenin, bu yaralı coğrafyada huzur, refah ve istikrar sağlayacağını düşünmek abes olur. Tarihinin en karanlık dönemlerinden birini yaşayan İslam coğrafyası, fetretin de ötesinde, dehşet veren bir görünüm arz etmektedir. Zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip bulunmasına rağmen bu coğrafyada, işsizlik, fakirlik, açlık ve sefalet diz boyudur. Dış güçlerin de desteğiyle bölgenin zenginliklerini ellerine geçiren kişiler, aileler ve gruplar, bir mirasyedi savurganlığıyla kıymetli hazineleri adeta har vurup harman savurmaktadırlar. Bu durumdan kurtulabilmek için, kafalarımızı değiştirmek ve kendi sorunlarımıza, doğrudan kendimiz çözümler üretecek duruma gelmek zorundayız. Aksi takdirde bir despot gider bir başkası gelir. Bir zalim gider bin zalim gelir. Sömürenler değişir, ama sömürülenler hep aynı kalır. Cezayirli ünlü düşünür Mâlik Binnebi'nin dediği gibi: "Nerede bir sömürü varsa, orada sömürüyü hak etmiş bir topluluk vardır. Sömürünün ortadan kaldırılmasından önce sömürülme kabiliyetinin ortadan kaldırılması gerekir." Bu ise, topyekün bir zihniyet değişimini gerektirir.

İslam dünyasındaki bu kargaşanın temelinde, 200 yıllık o meşum emperyalist süreç ile bu sürecin ürünü olan mevcut siyasal, sosyal ve ekonomik yapı yatmaktadır. Buradaki bozukluklar ve yanlışlıklar, Müslüman ferdin ve toplumun ruhunda yaralar açmış ve "bilinç zedelenmesi" meydana getirmiştir. Bu sebeple insanlar, her türden olumsuzluğu yabancı müdahalelerine bağlama gereğini -zaman zaman da zaruretini- duymaktadırlar. Böylece sorumluluğu kendi sırtlarından atarak sahte ve kolaycı çözümler bulmuş olmanın rehavetine kapılmaktadırlar.

Terörü besleyen etkenlerin başında da, yine bu "bilinç zedelenmesi" gelmektedir. Terör, aslında çözümsüzlüğün ve çaresizliğin sonucudur. Çözümsüzlük, bilgisizlikten; çaresizlik ise imkansızlıktan kaynaklanır. Yeterli akli ve zihni donanıma sahip bulunmayan bireyler, dolayısıyla toplumlar, çözüm yerine sorun üretirler. Sahip bulundukları imkanları da yeterince kullanamadıklarından üst üste gelen sorunlar, çaresizlik doğurur, çaresizlik de saldırganlık. İnsanın davranışlarını, öz sever (narsist) ve saldırgan (agressif) duyguların belirlediği psikolojik bir gerçektir. Bireyin kendini korumasını sağlayan "öz severlik" hissi tehdide maruz kaldığında, benlikte utanç hali, dolayısıyla "bilinç zedelenmesi" ortaya çıkar ve kişi kendini korumak üzere saldırgan davranışlar içerisine girer.

Güneydoğu'ya terar dönecek olursak, bölgede yaşanan sıkıntıların kökeninde, söz konusu dış etkenlerin yanı sıra bazı önemli iç etkenlerin de yer aldığı muhakkaktır: Bunlardan birisi, belki de en başta geleni, etnik bölücülük ve ayrımcılıktır. Kalkınma hamleleri içine girdiğimiz veya büyük sıkıntılarla yüz yüze geldiğimiz günlerde, hemen karşımıza bu sorun çıkmakta veya çıkarılmaktadır. Osmanlı'dan devraldığımız, Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında yoğunlaşan, 1960 askerî darbesinden sonra hızla gelişen ve son yirmi yılda da otuz binden fazla insanımızın canına mal olan bu sorun, her giden gün büyüyerek ülkemizin bütünlüğünü parçalayacak boyuta ulaşmıştır. Bu konuda sağlıklı çözümler üretememiş olmamız, en büyük zaaf kaynağımızdır elbette. Bu zaafın oluşmasındaki en büyük etken, milli bütünlüğümüzün temel öğelerinden birisini oluşturan din olgusunu doğru değerlendiremememiz; sürüp gitmesinde ise, aydın, siyasetçi ve bürokrasimizin bazı dogmatik tavırlarıdır. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki, materyalist ve pozitivist bütün sosyolojik ve felsefi tahlillere rağmen din, toplum hayatının üzerine inşa edildiği temel unsurlardan birisidir. Bunu, yok saymak veya görmezlikten gelmek, kendini aldatmaktan öte bir anlam taşımaz. Seksen yıllık komünizm tecrübesi göstermiştir ki, dini reddeden bütün paradigmalar başarısız olmak durumundadırlar.

Ortak payda ihmal edilirse...

Karşılaştığımız sıkıntının bir diğer nedeni de, mezhepsel ayırımcılıktır. Ne yazık ki vatandaşlarımıza, dinleri, mezhepleri ve kültürleri konusunda yeterli ve sağlıklı eğitim veremedik. Bu sorun da aslında, bir önceki temel çelişki ile yakından ilişkilidir. Bunlara, bir de din kılığı giydirilmiş terör eylemleri eklenmiştir. Bu ise bölücülüğün ve etnik ayırımcılığın bir başka versiyonudur. Burada, yüce dinimizin mukaddes değerleri belirli amaçlara alet edilmek istenmektedir. Bugün yaşanan Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden kaynaklanan etnik, mezhepsel ve dinsel içerikli sorunlara önyargısız ve gerçekçi bir çözüm bulunmak isteniyorsa, her şeyden önce, bütün kurum ve kuruluşlarıyla katılımcı demokrasiyi daha da kuvvetlendirmek gerekir. Bunun yanı sıra İslam'ın evrensel normlarının, sağlıklı bir yorumla yeniden değerlendirilerek halkımızın dini konularda aydınlatılması hayati önem taşır. Ayrıca alınması zorunlu güvenlik tedbirleriyle birlikte, bölge halkının sevdiği ve saydığı kişiler ve fikirler etrafında odaklaşan yeni sivil oluşumların da etkin hale getirilmesi icap eder. Bu bağlamda, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre ve Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın dile getirdikleri birleştirici ve bütünleştirici fikirler, çağdaş bilim ve düşüncenin ışığında yeniden yorumlanarak halka mal edilebilir. Aynı şekilde bu bölgeden yetişen ve ülkemizin doğusunda ve batısında pek çok seveni bulunan Bediüzzaman Said Nursi başta olmak üzere her alanda barış, hoşgörü ve diyalog anlayışını önceleyen ve bölge insanları tarafından sevilen Sayın Fethullah Gülen ve benzeri şahsiyetlerin görüşlerinden de yararlanılabilir.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.