"Örnekleri Kendinden Bir Hareket"
Can Dündar, 13 Şubat 2004 (Milliyet) tarihli "Tanrı Sahnede" adlı yazısında Cem Karaca'nın vefatıyla birlikte yeniden gündeme gelen dine yöneliş konusunu işliyordu. Can Dündar yazısında şöyle diyordu: "Onları materyalizmin devrim marşlarıyla tanımıştık. Cem Karaca, tekbirlerle gömülmek istedi. Timur Selçuk, "Ben namazını kılan bir sosyalistim" dedi. Mazhar Alanson, "Yandım Yandım"ı Hz. Muhammed için yazdığını söyledi. Ne oluyor? Popçular mı dindarlaşıyor? Yoksa din mi popülerleşiyor?" Ben, internetten bu yazıyı okurken, bir yandan da elimdeki kitabın kapağına yeniden baktım: "Örnekleri Kendinden Bir Hareket"...
Evet ne olmuştu da, böyle anî bir değişimin yaşanması gelip gündeme oturmuştu. Cem Karaca'nın vefatıyla birçok köşe yazarının değindiği benzer konular, sadece soğuk savaş döneminin sona ermesi, ideolojilerin çökmesinin ardından insanların boşluğa düşerek "Tanrı'ya sarılması" argümanıyla izâh edilemezdi. İşte tam bu noktada onlarca soru ve ihtimalden sonra Can Dündar'ın, "modernistlerle dindarların birbirine yaklaşmaları"nı da sebepler arasında sayması, asıl önemli nokta olarak görünmektedir. Bu yaklaşım özellikle Türkiye'de açılan "diyalog" kapıları ve atılan "hoşgörü" köprüleri ile yakın bir zamanda birçok samimi insanı bir araya getirmiştir. İnsanların oldukları gibi kabullenmesi ve kimsenin kimseyi inancı, etnik yapısı ve düşünceleri sebebiyle hor görmemesi esprisine dayalı bu hoşgörme ve uzlaşma ahlâkı, esasen medenî bir toplum olarak tarih sahnesinde yüzyıllarca sergilediğimiz bir felsefeden başka bir şey değildi. Nitekim Türk tarihinde bilhassa yerleşik kültüre geçildikten sonra, yüzyıllar boyu farklı etnik yapının ve farklı dine mensup insanların bir arada ve huzur içinde yaşadıkları bilinen bir gerçektir.
İç Fetih Şuuru
Prof. Dr. Mehmet Kaplan'ın Tip Tahlilleri kitabını okuyanlar, Anadolu'nun farklı yüzyıllardaki "insan tipleri"nin ilginç macerasını yakından bilirler. Burada Oğuz Kağan'dan Deli Dumrul'a, Battal Gazi'den Yunus Emre'ye doğru uzanan tarihî ve sosyolojik çizgide, birçok anlayış gibi, hayatı algılama ve insana bakış felsefesinin değiştiğine şahit olmaktayız. "Benden delü, benden yiğit var mı ki kalka benimle savaşa" diye nara atan Deli Dumrul ne kadar hakikatse; "Dövene elsiz gerek/Sövene dilsiz gerek/Derviş gönülsüz gerek/Sen derviş olamazsın" diyen Yunus da o kadar hakikattir!
Bir bakıma sert mizaçlı atlı–göçebe kültürden daha uyumlu olmayı gerektiren ve insanlararası ilişkilerin yoğun olarak yaşandığı yerleşik kültüre geçmek bir zaruretti. Artık, Anadolu insanı uzun ve yorucu bir tarih serüveninin ardından bambaşka bir ruh ve manâ iklimi keşfetmiş ve bu iklimde derinleşme yolunu seçmişti. Başkasını hoşgören ve insanı kâinatın gözbebeği (merdüm–i dîde–i ekvân) olarak yücelten bu anlayış, zamanla toprak fethinden gönül fethine yönelmiş ve "iç fetih şuuru"nu bütün bir dünya malına değişmeyen bir esas olarak kurumlaşmıştı.
Sağırlar Diyaloğunda Kaybedilenler
Bu bir "örnekleri kendinden hareket"ti ve günümüzde de izdüşümleri yaşanmaktaydı. Can Dündar'ı işte bu noktada tarihi biraz daha geriden alarak ve sosyal hadiseleri birden çok sebebe bağlama kaidesine uyarak tamamlamak istedim. Günümüzde yaşanan bu vetireyi ve yeni insan tipinin niteliklerini konu edinen Fethullah Gülen'in "Örnekleri Kendinden Bir Hareket" adlı eseri (Nil Yayınları, 2004), iç tecrübenin dışa yansımasını çok güzel örnekleyen ve referanslarını yaşadığı topraklardan alan önemli bir eserdir. Eserin ismi sadece bir kitap ismi olarak değil, belki de bütün bir anlayış ve kabullenişin özünü yansıtan ve oldukça geniş bir manayı özetleyen bir derinliğe sahip. Bu derinlik, 70'li yıllardaki arayışlarımızı yaşamış ve bu süreci yakından bilenlerin daha çok fark edebileceği bir nitelik taşıyor. Ülkemizin genç beyinlerinin, Cemil Meriç'in deyimiyle "zihnimize giydirilen birer deli gömleği" olan İZM'lerin pençesinde kıvrandığı o kapkaranlık süreçte, ne yazıktır ki binlerce körpe evladımızı yitirdik. Ülkemizde Batı'dan veya Doğu'dan çoğu tercüme yoluyla girmiş eserlerdeki hususları başımıza deli gömlekleri geçirip biz de tartışıverdik. Ne gariptir ki bu ideolojiler, yaşadığımız toprakların gerçekleriyle örtüşmeyen, yaşamadığımız/yaşamayacağımız hadiselerin muhtemel (!) neticeleri olarak bize sunulan ve bize ait olmayan yapay tartışmalardan öte bir değer taşımıyordu. Bir kısmının argümanları başka ülkelerin tarihî maceralarını oluşturmaktaydı. Bir kısmının örnekleri de yanıbaşımızdaki çoğu Osmanlı bakıyyesi olan devletçiklerin iç problemlerinin ve meselelere kendi zaviyelerinden yaklaşmalarının birer yansımasından ibaretti. Darulharb, cihad, imamet, vs...
O yıllarda milli ve manevî değerleri savunanlar da vardı elbette. Solun da sağın da bu ülkenin değerlerinden hareketle ortaya koyduğu birçok öneri, teori ve siyasî çözüm teklifi vardı. Ama nedense halkın gücü tükenmiş, ümidi azalmış, güveni sarsılmıştı. Belki de birçok hakikat bu sağırlar diyaloğunun kurbanı oldu. Bu ülkede yüzyıllarca bir arada yaşayan ve adeta bir vücudun azaları gibi birbirinden kopamayacak hale gelmiş insanlar, aralarındaki yüzlerce birlik işaretinden ziyade ayrılıkları ve farklılıkları görmeye başlamıştı. Kız alıp kız vermiş, ortak dil, din, kültür değerleriyle yoğrulmuş, aynı vatan toprağı uğruna Anadolu'nun birçok şehitliğinde kucak kucağa yatan insanların torunları, araya sokulan nifakla kanlı bıçaklı hale gelmişti. Bütün bu olumsuzluklar yaşanırken ve cehalet, fakirlik ve ihtilaf her tarafı yakıp yıkarken, kolektif şuurun, ortak iş yapma alışkanlığının ve dahası bu millete güvenmenin düşünce filizleri de bir yandan boy atıyordu...
Yeniden Milli Şahlanma...
Hoşgörü, sevgi, diyalog, karşılıklı anlayış ve birbirinin düşüncesine saygı gösterme gibi, esasen bizim ruh köklerimize ait hasletler, bu ülke insanının gönül dünyasını şenlendirecek ve onları yeniden birbirlerine yaklaştıracak yegane iksir idi. Bu millet kendi kültür dinamikleri üzerinde yeniden şahlanabilirdi. Bu da ancak içe doğru bir yolculukla mümkündü. Yeniden "gönül insanı" olmaya ve mazide pek çok örnekleri olan "dövene elsiz/sövene dilsiz" insan karakterini yakalamaya ancak böyle bir "içe doğru yolculukla" ulaşmak mümkün olabilirdi. Fethullah Gülen, eserinde, gönül insanının hasletlerini sıralarken hep "içte arama, içe yönelme, içle uğraşma" eksenini ön plana çıkarmaktadır: "Gönül insanı, kalbî ve rûhî hayata programlı, maddî–manevî bütün kirlerden uzak durmaya kararlı, cismanî ve bedenî isteklere karşı her zaman teyakkuzda; kin, nefret, hırs, haset, bencillik ve şehvet gibi hastalıklarla mücadele azmiyle gerilmiş tam bir tevazu ve mahviyet âbidesidir." (age,s.25)
Örnekleri Kendinden Bir Hareket, içindeki yazı başlıklarıyla da bir millî anlayış ve kendi ruh iklimine dönüşü simgelemektedir: Bir Gönül İnsanı Portresi, Gelin Bir Kere Daha Kendimiz Olalım, Hakk'a Adanmış Ruhlar, Eskimeyen Millî Ruh, Duâ Zamanı, Arz–ı Hâl... vs.
İnsanlar, yeniden kalbî ve ruhî hayatlarına dönerek kendi rengi, deseni ve şivesiyle gönüllerde taht kuracaktır. Millî karakteri ve sadece kendi imkânlarıyla neşv ü nemâ bulacak bu yeni insan, kendini değil, hep başkasını düşünecek ve hayatını başkasını yaşatma uğruna sarf ederek şahsî haz ve zevklerini bir tarafa bırakacaktır. Levhalara, güzel yazılara konu olmuş ve zarif efendilerin duvarlarını süslemiş olan "Hoş gör ya hu!" yazıları, Hakk'ın hoşgörüsüyle halkın hoşgörüsünü bir anda kavrayabilecek bir inceliği yansıtmaktaydı. İşte bu hoşgörü kültürüyle mesleği, meşrebi farklı birçok insanı, tarihî miras ekseninde muhatap alma, farklılıklardan ziyade ortaklıkları mevzubahis ederek "birlik ve beraberliği" teminde ortak bir güç oluşturma çabası, sebeplerini zaman zaman farklı yerlerde aradığımız bir müsamaha zemini de oluşturmuştur.
Eserde ülkemizin ve insanlarımızın yeni bir insan tipi anlayışıyla yeniden bir araya gelmesi ve bütünleşmesinin önündeki engeller de konu ediliyor. Yazar, Çatlayan Rüya'lar, Sarsılmalar ve gurbetin verdiği o derin azabı, Münacât'la ve gelecek nesillere duyduğu güven ve inançla bastırmayı tercih ediyor. Böyle ağır duygular içerisinde bile kimseden şikayet etmemeyi ve kimseye kin beslememeyi, yine bir örnek tavır olarak ortaya koyuyor.
Aydınlık Gelecek
O, geleceğin dünyasını da bu ölçü içerisinde daha aydınlık ve saadetli bir çerçevede tanımlıyor: "Kim bilir belki de çok yakın bir gelecekte, kendini yaşatma mefkûresine adamış bu hasbîler sayesinde, kalb–kafa bir kere daha sarmaş–dolaş olacak; vicdan–mantık birbirinin farklı derinlikleri hâline gelecek; fizik–metafizik kavgadan vazgeçecek kendi alanlarına çekilecek ve her şey kendi tabiatındaki güzellikleri kendi diliyle ifade etme fırsatını bulacak; teşriî emirlerle tekvînî esasların iç içeliği bir kere daha yeniden keşfedilecek; insanlar birbirleriyle gereksiz yere kavga etmenin nedâmetini duyacak..." (s. 115) Bu aydınlık gelecek, elbette bu ülke insanlarının birbirine tahammülleri, farklı fikir, kanaat ve inançlara karşı gösterilecek müsamaha sayasinde mümkün olabilecektir. Kitaptaki hemen her yazı apayrı bir tad ve derinlik taşıyor. Ama ben yine de "Sükûtun Çığlıkları" yazısında kendimi bir kez daha buldum. Hele Fâik Ali'nin: "Henüz bitmemiş terennümler var/Ki, sükûtunda intizar inler"beyitiyle, ifadesi zor bir hal yaşadığımı itiraf etmeliyim. Tıpkı Necip Fâzıl'ın "Sükûtun nabzını dinle" mısraı gibi, aşkın, ümidin, ızdırap ve çile doldurmanın her türlüsünü ihsâs ettiren bir ifade bu!..
"Örnekleri Kendinden Bir Hareket", maddî ve manevî bütün fedakârlıkları sergileyen Anadolu insanının bir kere daha şahlanışının destanı. Bu destanda, "Allah Yâr" nidâlarıyla ruhunu teslim eden Cem'lerin, "ilk kez bir iftara davet edildikleri için hayatlarının en anlamlı gecesini yaşadıkları"nı dile getirenlerin ve vatanlarından çok uzaklarda, nice bayramları derin bir hasret ve özlemle geçirenlerin masumiyet ve mağduriyetleri de gizli!
- tarihinde hazırlandı.