İkinci "One Minute"...
B
aşbakanımız, Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kadir'i Türkiye'ye davet etti... Türkiye'nin "büyük ülke" olmasıyla ilgili çok önemli bir çıkış...
Rabia Kadir, Fethullah Gülen ve Merve Kavakçı...
Her üçü de Amerika’da...
Şimdilik...
Gençlikte kabına sığmayarak kaynayan o yüksek hayal gücünü saymazsak, herkes evinde olmak ister aslında. Yurdunda, akraba ve arkadaşlarıyla. Annesinin mutfak kokusuna, dedesinin baston sesine alışıktır mesela. Büyükannesinin pıtır pıtır dualar okurken yavaş yavaş dolandığı odaların kendisini bir şekilde koruduğunu düşünür... Varsa bahçedeki asma ağacı, yoksa penceredeki küpe çiçeği, radyoyu açtığında kaldığı yerden devam eden yurttan sesler korosu, güldüğü fıkralar, içinden tuttuğu şarkılar, çikletlerin içinden çıkan maniler, doğumhaneler ve kabristanlarla, hatta sivrisineği ve kurbağa sesleriyle, alışarak büyüdüğü küçük şeyleri arar. Çünkü “ben” dediğimiz şey, tek başınalıktan hep sıkılır hatta korkar, solar, küser, ölmeyi bile ister... “Ben” kadar aynı anda hem dünyanın en güçlü hem de en kırılgan mefhumu var mıdır bilmiyorum. Ama “ben”, yanında tarif ve işaret edeceği bir başka tanım olmadan kuramaz kendini. “Benim ellerim”, “benim memleketim”, “benim şiirim”, “benim annem” derken, içimizdeki “ben”, kocaman bir evren çizerek belirler kendisini...
Gurbetin yüzü, bu yüzden soğuktur. Onun buz tutmuş kaygan vücudunda tutunacak bir yer bulabilmek ne de zordur! Gül dallarının kışın buz tutması gibi... Çıtır çıtır kırılır gurbette insanın elleri ve kalbi...
Dün Enez’de on bir yaşında bir çocuk garsonla tanıştım. Merve aslen Iğdır’lıymış, altıncı sınıf öğrencisi, evin büyüğüymüş, babası hapiste, kendisinden küçük iki kardeşi daha varmış... Ekmek derdiyle Iğdır’dan kalkıp gelmişler. Babası inşaat işçisiyken bir gün insan kaçakçılığı yapan bir şebekenin adamı olduğu gerekçesiyle hapse atılmış. Merve babasının bu insanlarla bir ilişkisi olmadığını, zaten yeterli delil de bulunamadığı için babasının en kısa sürede hapisten çıkacağını söyledi bize. Haftalığı 50 liradan boş çay bardaklarını topladığı aile çay bahçesinde kendisi gibi okullu çocuklar çalışıyor. Bir ara “efendim” dedi, “insanlar ülkelerini boş yere terk etmiyorlar, ya savaş oluyor veya açlıktan ölecek kadar işsizlik oluyor, bu yüzden ülkelerini bırakmak zorunda kalıyorlar. Aslında yasak olmaması lazım. Yani onlar da insan. Belki savaşta ölmekten korkuyorlardır, belki küçük çocukları vardır... Ben böyle düşünüyorum efendim”... Onun bu çocuksu, tertemiz ve kangren tutmuş yaranın en içinden çıkan serzenişi, beni yüreğimden sarstı...
Kimse memleketini, evini, bağını, dağını, aşını terk etmek istemez durduk yerde... Peki insanlar bazen dibi delik sandallarla, bazen üç metrekareye elli kişi sığdırılarak sokuşturuldukları kamyon zulalarıyla niçin ölümü göze alarak, kaçmak isterler? Bunu biliyor muyuz? Bunun üzerinde düşünüyor muyuz? Ölümlerden ölüm beğenmeye denk düşen mülteciliği kendi özümüze ne kadar yakınlaştırarak düşündük...
Bir de siyasal sebepler yüzünden memleketlerinden ayrı düşmüş olanlarımız var... Son yaşadığımız Uygur katliamında, milletinin sözcüsü olan Rabia Hanım’a döndü dünyanın tüm gözleri... Niçin Doğu Türkistan’da değil de Amerika’dadır Rabia Hanım? Rabia Hanım’ın tüm akrabaları bugün Çin hapishanelerinde hukuk dışı bir zulmü yaşamaktadır. Onun halkı, kapıları kırılarak, kafaları sopalarla parçalanarak tek tek imha ediliyor. Dünyanın gözü önünde yaşanan bu soykırımı dünyaya anlatacak bir lider olarak ne yazık ki ülkesinin dışında bir sürgünü yaşamaktadır Rabia Hanım. Yani bu bir tercih değildir aslında...
Veya Fethullah Gülen de başka bir hukuksuzluğu yaşamış, aleyhine açılan tüm davalardan alnının akıyla beraat ettiği halde, ülkeye dönüşü hâlâ bazı çevrelerce sanki büyük bir suçmuş gibi sunulmaktadır. Sahi ne olur Hocaefendi yurda dönse? Bu kadar insanı sığdırdı da bu bereketli memleket bir fazla gelen kişi Fethullah Gülen midir?
Ya da Merve Kavakçı... Bazı duyarsız çevrelerce sanki Merve’nin kişisel bir tercihiymiş gibi sunulan Amerika’daki başarılı hayatı, sık sık başına kakılmıyor mu? Ona ve ailesine dar ettiğimiz şu cennet yurt, 1998’de ona ve ailesine cehennem kılınmamış mıydı? Sırf başörtüsü takıyor diye onu önce Meclis’ten, sonra vatandaşlıktan atmadık mı? Şayet ABD’de yaşamıyor, başarılı akademik hayatıyla kendini gittiği her çevrede kabul ettiremiyor olsaydı, mesela acır mıydık, kalbimiz sızlar mıydı Merve’ye?
Şimdi herkes ağız birliğiyle “niçin Amerika’dalar” diye soruyor. Hatta bazen hiç sıkılmadan Amerika bunları destekliyor, Amerika’nın sözcüsü bunlar diye yazıp çizenler de oluyor... Tamam Amerika’nın dünya üzerindeki işgal ve fena muameleleri yüzünden cidden kaybolmuş bir saygınlığı, bozuk bir sicili vardır. Tamam da... Biz bu insanlara başka yerde yaşama hakkı tanıdık da, onlar mı razı olmadılar? Konuşurken ve suçlarken biraz aynaya bakmak da gerekmiyor mu?
Başbakanımızın Dünya Uygur Kongresi Başkanı Rabia Kadir Hanımefendi’yi Türkiye’ye davet etmesini bu yüzden çok önemsiyorum. Kendisine bu duyarlı çıkışı yüzünden müteşekkirim. Türkiye kovan değil, çağıran olmalıdır. “One Minute” kadar önemsiyorum bu daveti bu yüzden...
- tarihinde hazırlandı.