'Allah'ım yardımın ne zaman?' demeyin!
“Allah’ım, yardımın ne zaman, demeyin.” Dün akşamın flaş cümlesi buydu bana göre. Çarpıldım denir ya hani halk arasında; inanın bana çarpıldım hatta irkildim bu cümleyi duyunca Hocaefendi’nin ağzından. İki sebepten dolayı.
İlki, hafız değilim ama bu dua cümlesinin ayette yer aldığını biliyorum, hatta bu ayetin yer aldığı sayfa ezberimde. Bakara Sûresi’nde geçen söz konusu ayet sırf iman ettiklerinden dolayı dayanılmaz ölçüde bela, musibet, şiddet, mihnet, felaket ve işkencelere maruz kalan önceki peygamber ve ümmetlerden birinin duası. Onlar karşılaştıkları bu sıkıntılar karşısında böyle dua etmişler.
Şimdi Kur’an ayeti ile sabit bu duayı Hocaefendi bize neden etmeyin diyordu? Siz olsanız şaşırmaz mısınız? Devam etmeden önce ayetin mealini vereyim isterseniz: “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle ezici mihnetlere, öyle zorluklara düçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaat ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.”
İkincisi; dershane kapatma tartışmalarından bu yana geçen üç ayda maruz kalınan hakaretler bile başlı başına bu duayı etmeyi gerektirmez miydi? Benim bu soruya cevabım net; evet, gerektirir. Devletimin Başbakanı tarafından Hocaefendi gibi bire bir ismen ve cismen tekrarı gönül incitici hakaretlere direkt muhatap olmasam da, boğuyor beni o sözler, hayatı dar ediyor, yaşanmaz kılıyor, her şeyden iştahımı kaçırıyor, geceleri uykumdan ediyor ve bazen yerin altı, Allah’ım, üstünden daha mı hayırlı, dedirtiyor bana. Hissiyat dünyası itibarıyla tahayyüllerimizi aşkın zirvelerde pervaz eden Hocaefendi’nin bu atmosferde benden binlerce kat fazla etkilendiğini, rencide olduğunu düşünmemek mümkün değil. O zaman “Allah’ım yardımın ne zaman?” şimdi denmeyecekse, ne zaman denecek? Dolayısıyla yaşadığımız güncel hadiseler karşısında “Allah’ım yardımın ne zaman, demeyin” sözünü anlaması, bir temele oturtması elbette düşünülemez. Şaşırmamın ikinci sebebi bu.
Bir daha söyleyeyim; kısa süreli de olsa şok yaşadım. Atlatmalıydım bu şoku. Söz, sıradan bir söz değildi ama bu sözü söyleyen de sıradan bir insan değildi. Öyleyse konuşmanın devamını ciddi bir şekilde takip etmeli ve içimdeki soruya cevap bulamazsam meclis bitmeden mutlaka bunu sormalıydım. Öyle yaptım. Dikkat kesildim konuşmanın devamına.
“Kur’an bunu anlatıyor bize ama biz oradaki çaresizliğin, esbabın bütün bütün sükût etmesinin seviyesini bilmiyoruz.” Kurban olayım sana. Almıştım cevabımı. Hem de bir cümle içinde kafamda oluşan iki sorunun cevabını bulduğum gibi Kur’an’a vukufiyetine de, dinî hassasiyetine de, Allah’a karşı olan saygısına da bir kez daha hayran olmuştum. Nitekim bu yazıyı kaleme almak için bilgisayarın karşısına oturmadan mealleri karıştırdım ve hayretler içinde gördüm ki Bakara 214. ayet benim yukarıda “Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ dediler” diye mealini verdiğim yere birçok meal yazarı “Allah’ım yardımın ne zaman, diyecek hale geldiler” şeklinde meal vermiş. Hocaefendi’nin sözleri bu yaklaşımı tercih ettiğinin açık beyanı. Öyleyse yukarıdaki meali buna göre düzeltmek lazım. “Hatte yekulû” dediler değil “diyecek hale geldiler”.
Tamam, da burada bir boşluk oluşmadı mı? Allah’ım yardımın ne zaman yerine ne diyecek, nasıl dua edeceğiz? “Ben öyle demiyorum” dedi ve 4 tane ayet okudu üst üste. “Ben bunları diyorum.”
Birincisi; Hz. Yusuf hasreti ile yanıp tutuşan Hz. Yakup’un duası: “Ben sıkıntımı, keder ve hüznümü sadece Allah’a arz ediyorum.” (Yusuf, 8). İkincisi; Hz. Nuh’un (as) duası: “Ya Rabbî, ben mağlubum, Sen bana yardım et!” (Kamer, 10) Üçüncüsü: Hz. Şuayb’ın (as) duası: “… Rabb’imizin ilmi her şeyi kapsar. Biz yalnız Allah’a dayanırız. Ey bizim Rabb’imiz! Bizimle şu halkımız arasında Sen âdil hükmünü ver, haklı haksız açığa çıksın. Sen elbette hüküm verenlerin en iyisisin!” (A’raf 89). Dördüncüsü: Hz. Yunus’un duası: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, affını bekliyorum Rabb’im!” (Enbiya 87). Bir de Efendimiz’in Taif duasını zikretti. “Bakın o duaya. Çaresizliğin sesi soluğudur o…” cümleleri ile birlikte.
Anlaşılmıştı mesele. Demek ki Hocaefendi benim ve benim gibi binlerin belki de milyonların katlanılmaz bulduğu hakaretleri, sıkıntıları, eziyetleri mezkûr duayı yapacak ölçüde olmadığını düşünüyor, Kur’an, hadis ve tarih bilgisine dayanarak yaptığı mukayeseler onu böyle bir sonuca ulaştırıyordu. Bu dua belki de zulmün son noktasında yapılmalı ama şu an o noktaya gelinip gelinmediğini tayin etmek haddi aşmak olur, “kaderin kendi keyfimize göre tecellisini isteme” manasına gelir kanaati hâkimdi.
Nitekim sözün akışı içinde Nesimi’ye ait olduğunu bildiğim şu mısrayı dile getirmesi benim arza çalıştığım tesbitimi doğrular mahiyette: “Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile.” Evet Nesimi böyle diyor: “Söylemem derdimi hem-derdim olan âha bile / Belki sînemdeki şu nâle-i cângâha bile / Kendi bî-şübhe bilir râz-ı derûnum yoksa / Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile.” Bunu okuduktan sonra “fakat” dedi Hocaefendi; “bu bir seviye meselesi”.
Ne yapacağız o zaman? Bu seviyelerin insanı değiliz. Yapılan zulümlere, ülkemizin ses bayrağını 160 ülkede dalgalandıran insanımıza yapılanlara, faillerinin Müslüman ve devlet adamı oluşuna, sağda solda her gün savrulan sözde dostlara, aydınlığın nefesini kokladığımız anda gelen bu musibetin ülkemize, devletimize, insanımıza, Müslümanlığımıza kaybettirdiklerine üzülmeyecek miyiz? Elbette üzülecek ve elbette etkileneceğiz. Robot değiliz ki, insanız. O zaman soruyu tekrar edeyim: Ne yapacağız?
Hocaefendi veriyor cevabını sohbetin devamında: “Bağışıklık sisteminizi güçlendirecek ve Allah’ın lutfuna, inayetine sığınarak hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey yokmuş gibi yola devam diyecek, yapmakta olduğunuz hizmete devam edeceksiniz. Önemli olan her şeyin yolunda olduğu, halk ifadesiyle arz edeyim her şeyin tıkırında gittiği zamanda değil, tsunamiler gibi belaların üzerinize dalga dalga geldiği zamanda “çok şükür; hiçbir şey yok” deyip yola devam etmektir. Unutmayın inne’l akıbete li’l-müttakîn; hayırlı âkıbet müttakilerindir. “Hak üstündür ve ona galebe çalacak hiçbir şey yoktur.”
Yatsı namazı sonrası eve geri dönüyorum. Bir arkadaşımın dediği gibi her zaman “sırtımı dağlara yaslamış gibi” güven duyguları ile dopdoluyum; buraya gelirken hissettiğim daralmalardan iz ve eser kalmamış bende. İzahını yapamıyorum ama çok farklı bir ruh haleti içindeyim. İnşiraha ermiş, bast halinin en üst seviyesini yaşıyorum sanki. Allah bu hali makama çevirsin ve bizleri de o makama layık olan kullarından eylesin. Âmin.
- tarihinde hazırlandı.