Bilenlere selam olsun
Yazıp yazmamakta tereddüt ettim nice zamandır. Şu satırları yazarken bile hâlâ tereddüdüm geçmiş değil ama itimat ettiğim bazı kişilere sorduğumda aldığım cevap beni her şeye rağmen yazmaya itti.
Tereddüdüm, önyargıların konforu içinde yüzüp düşünmeyi düşünmeyenler, özellikle Hocaefendi hakkında söyleyeceğim tespitlere maksadı aşan mana verecek ve belki de günaha girecekler düşüncesi üzerinde odaklaşıyor. Nereden biliyorum böyle yapacaklarını? Şimdiye kadar yazdığım yazılar sonrasında aldığım e-maillerden, tweet'lerden.
Okuyucu tepkisi diyebilirsiniz? Tabii ki ama tepkinin de bir namusu vardır. Düşünceye düşünce ile karşılık verilir; söverek sayarak değil. Okuduğunu dahi anlamayan insanların yazdıkları tepkilere tepki demek tepkiye hakaret olur. Madem yeri geldi, onu da ifade edeyim; söz konusu tepkiler sanki bir tek merkezden yönetiliyor. Tepkilerin muhtevası, o muhtevada yer alan kelime ve cümlelerin aynîliğinden çıkartıyorum bu sonucu.
Her neyse, mücerredden müşahhasa geçmek için bazı örnekler verebilirim ama zihinlerini meşgul etmesin diye vazgeçtim. Fakat şu kadarını söyleyeyim; gerçekten kelimenin hakiki anlamıyla yanlış ve batıl bu yapılanlar. Eğer davranış modelinde hukuk ve kanunlar baz alınıyorsa, ulusal ve uluslararası kanunlar, o kanunların ruhunu teşkil eden hukuk meydanda. Eğer dini değerler esas alınıyorsa, ayetler, hadisler ve 15 asırlık İslamî gelenek ortada.
Kamuoyu 8 aylık bir aradan sonra ağustos ayı başında yapılan ve hemen Herkul.org sitesinde yayınlanan sohbetlerde gördü ve dinledi Hocaefendi'yi. Düşüncelerini, kanaatlerini ilk elden, ilk ağızdan öğrenme imkânı buldu. Ama görmediği bir şey daha var; o da Hocaefendi'nin günlük hayat içindeki maddi atmosferi ve ruh hali. Hocaefendi ile birlikte yaşayan veya çok sık ya da seyrek aralıklarla ziyaret edenler bu ortamı 8 aydır hem görüyor hem de yaşıyorlar. Namaz kılışına, dua edişine, çocuklarla şakalaşmasına, ziyaretçileriyle muhabbetine ve daha aklınıza gelebilecek birçok kareye şahit oluyorlar.
Pekâlâ ben ne gördüm bu süreçte? Başkalarını bilemem ama ben müthiş bir itminan gördüm. Allah'a imanın, O'na itimadın tezahürlerini gördüm. Hataya hata, yanlışa yanlış, doğruya doğru, hakka hak deme cesaretini, hakta her şeye rağmen sebat azmini gördüm. Gayri İslami, gayri insani ve gayri vicdani onca hakaretlere nasıl mukabele edilmesi gerektiğini gördüm. Yapılan zulümlere maruz kalan insanımızın yaşadıklarına karşı üzülmek ne demekmiş, işte onu gördüm ve hâlâ görüyorum.
Şimdi yazıp yazmamada tereddüt ettiğim şeyi söyleyeyim; gerek iş hayatımda yaşadığım hadiseler, gerek ülkemde olup bitenleri takipten yorulmuş bir zihne ve ruh haletine sahip insan olarak Hocaefendi'nin oraya gittiğimde farklı bir atmosfere giriyorum; giriyor ve vücudumun bütün zerrelerinin hissettiği bir rahatlama ile ayrılıyorum. Sadece son 8 ayda değil, 30 yılı bulan yakın dairedeki beraberliğimizde de istisnalar hariç hep böyle oldu. İtminan dedim yukarıda. Zihnen, kalben, fikren itminan. Vicdan mekanizmamızı oluşturan irade, his, şuur ve latife-i Rabbaniye itibarıyla bir itminan. Nefis mekanizmasını meydana getiren şehvet, hırs, nefret, öfke, kin, gazap, inat gibi duygular itibarıyla itminan.
Bir hadis aklıma geliyor. Torunu Hz. Hasan'a soruyorlar: “Ne ezberledin Allah Resulü'nün (sas) sözlerinden?” Cevap veriyor: “Aklımda kalan şey şu: Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar yürü. Zira sıdk, sadakat, doğruluk kalb itminanıdır. Yalana gelince o şektir, şüphedir.” Bu hadisi şerh adına şarihlerin söylediği şey; doğru olanlar, doğru yaptığından emin olanlar, onun hasıl ettiği nihayetsiz kalp, vicdan ve zihin rahatlığı içinde hayatlarını sürdürür. Yalan söyleyenler, yalan dolanla iş yapanlara gelince onlar yalanlarının bir gün yüzüne çarpılacağı, gerçeklerin bir gün mutlaka açığa çıkacağı endişesinin insanı sürüklediği tedirgin ruh halinde hayatlarını sürdürürler.
Aslında bu hadis şu an itibarıyla tarafgirliğin büyülü rüzgârına kapılıp akıntıya kürek sallayan bir kısım kalemşörlerin anlam veremediği, izah edemediği birçok şeyi kör gözlere, sağır kulaklara sokuyor. Vicdanın üzerine vurulmuş paslı kilitleri açıyor. Mühürlü kalplerin mührüne İskender'in düğümü çözen kılıcı gibi bir kılıç darbesi vuruyor ama bunu görmek de, anlamak da, duymak da nasip işi. Her neyse, bu hamur çok su götürür.
Mezkur sohbetler, Hocaefendi'nin dün ve bugün durduğu yeri anlamak ve değerlendirmek adına müthiş bir imkân sunuyor bizlere. Bu imkânı değerlendirmek isteyenlerin yapacağı şey çok basit; Kasım 2013 dershane krizi ve 17 Aralık yolsuzluk soruşturması sonrası yaptığı sohbetler ile şimdi yeniden başladığı sohbetleri muhtevayı merkeze alarak mukayese etmek. O zaman ne diyordu, şimdi ne diyor? Bir örnek vereyim isterseniz; emniyet ve yargı görevlilerinin hallaç pamuğu gibi sağa sola savrulduğu günlerde: “Bu iş sürdürülemez. Yarın hak ve hakikatler bütün açıklığı ile gün yüzüne çıktığında kimin haklı kimin haksız olduğunu görecekler ve gelip sizden özür dileyecekler.” Ya şimdi? Şimdi de aynı şeyi söylüyor, hatta aradan geçen 8 ay içinde bazı hadiseler üzerindeki hakikat perdesinin aralanmasını da nazara vererek daha net bir dille ve daha emin bir duruşla söylüyor aynı şeyleri.
20 Aralık'ta yayınlanan ve havuz medyasının “beddua” diyerek günlerce, aylarca kamuoyundaki algıyı yönlendirmeye çalıştığı o duasında ne diyordu; şimdi ne diyor? Aynı şeyi söylüyor: “Kim paralelse, Allah onun belasını versin. Kim sülükse, Allah onun bin belasını versin. Sülüklerin evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Kim çeteyse… Kim örgütse… Kim silahlı örgütse… Kim milletine kötülük yapmak istiyorsa… Kim milletin hakkı olan arpa kadar bir haram yemişse, Allah onun belasını versin!”
Son husus; mezkur sohbetlerde Hocaefendi her zaman olduğu gibi kaderî planda meselelere bakıp zahirde, kabukta, kışırda dolaşmıyor, işin özüne, ruhuna dikkatleri çekiyor. Bediüzzaman'ın "Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir." cümlesindeki âlim-i mürşid gibi süt veriyor; geleceğe vaki ve muhtemel her türlü kötülüğe rağmen nasıl da ümitle baktığını ve nasıl bakılması gerektiğini anlatıyor. Te'vile, tefsire, yoruma ihtiyaç yok. İşte beyanları: “…Fakat bütün bunlar sizde katiyen sarsıntı meydana getirmemeli. Biz her birerlerimiz çarşıda pazarda demircilik yaparız, ayakkabı boyacılığı yaparız, şuna buna takke öreriz, çorap dokur satarız, Allah'ın izni ve inayetiyle bu işi devam ettiririz ve Allah'ın yanında olduğu, zahir bulunduğu bir meseleyi, dünyanın bütün şeytanları toplansa, O'nun izni, müsaadesi olmadan engelleyemezler.”
Ne diyordu Yunus Emre: “Bizi bilmeyen ne bilsin / Bilenlere selam olsun.”
Evet, taklit olacak ama olsun. Zira tahkike giden yol, taklitten geçermiş. Tahkik gülleri taklit toprağında açarmış. Onun için biz de Yunus gibi diyelim; bilmeyenler ne bilsin bizi; bilenlere selam olsun!
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/bilenlere-selam-olsun_2242241.html
- tarihinde hazırlandı.