Gurbet içre gurbet
Gevheri der ki; “Kurtulamam üç nesnenin elinden; Biri firkat biri gurbet biri aşk; Üçü bilmez birbirinin halinden; Biri firkat biri gurbet biri aşk.” Kapının aralığından, tek başına hüzünlü hüzünlü oturmuş yemeğini yerken gördüm.
Çok yaraladı beni bu manzara. Hem keyfiyet hem de kemmiyet itibarıyla nice devâsâ kâmet, nice nice kalabalıklarla etrafı muhât olan bu zâtın yalnız yemek yemesi gerçekten dokundu bana. Bu halin ister vakti yemekle israf etmeme, isterse başka nedenlerle kendi tercihi olması ayrı; ona A'dan Z'ye saygımız var; kasdım onun yalnızlığı.
Eve gelip o manzara yeniden gözümün önünde canlandığında Gevheri'nin mezkur dizesi karşıma çıktı. Üçü de var dedim Hocaefendi'de; üçü de var. Hem firkat; hem gurbet; hem de aşk. Kırık mızrabı ile sazının bam teline vurup nazımla duygu ve düşünceleri ifade ettiği zamanlardan kalma şu mısralar bunun isbatı bence; “Şimdi dertli sînemin o eski huysuzluğu; yalnızlık, gecelerimde vefâlı arkadaş.. Ve çöllerdekine denk gönlümün susuzluğu; “Az ağrı, âsân ölüm” ve imân ola yoldâş!..” Bu yazıda sadece yalnızlıktan tabir-i diğerle yalnızlık gurbetinden bahsedeceğim size. Sakın yanlış anlamayın, vatandan, yârdan ayrı düşme manasındaki gurbet değil kasdım; aksine kendi ifadeleriyle ve hal ehlinin gurbeti olan “halinden, dilinden anlamayanların içinde” ya da mana ve hakikat erlerinin gurbeti denilen “suret ve şekil erbabı beyninde” yaşadığı gurbetten.
İşin aslı literatürdeki kavramlarla konuşacak olursak bu manadaki gurbete gurbet değil iğtirab diyor hakikat ehli. Otağını maiyyet tepelerine kurmuş, mesken edindiği o tepelerde ârâm eyleme değil aksine meskun hale gelmiş, her daim “üns billah” esintileri ile mest u sermest olmuş insanların gurbetine deniyor iğtirab. Yaşamayan bilmez; dolayısıyla daha fazla tasvire ne tâkâtim var ne de mecâlim ama bu makamlara nasıl ulaşılır denecek olursa ancak iktibaslar yaparak bir şeyler aktarabilirim.
Mesela; dinin emir ve yasaklarına âzâm derecede dikkat etme, ruhsatı değil sürekli azimeti tercih etme bu tepelere ulaşmanın ilk adımı. Devamı var ama sanırım bu ilk iktibas sözün nereye gideceğini, sonraki şartların neler olabileceği konusunda bize fikir veriyor. Öyleyse geçeyim.
İşte iğtirab ufkunun sakini, etrafında kendisi ölçüsünde Hakk'a açık olmayan insanların bulunduğu atmosferde yalnızdır, gariptir, gurbettedir. Bu tepenin sakini kendisinin endişe duyduğu, tir-tir titrediği hadiseler karşısında çevresinin kahkahalarla gülmesi bir yana dudaklarını hafif geriye götürmenin adı olan tebessümlerini görünce yalnızdır, gariptir, gurbettedir. Sekerât-ı mevt aklına geldiğinde acaba imanla mı imansız mı ruhumu teslim edeceğim endişesini yaşayıp “keşke anam beni doğurmasaydı” diyen an bu otağın bayraktarları, aynı hassasiyeti çevresinde göremeyince yalnızdır, gariptir, gurbettedir. “Üns billah” ocağının sakini olup her gün, her an ayrı ufuklara seyreden bu yolun yolcuları, “bu ocağa odunun eğrisi bile yakışmaz” diyen Yunus misal insanlar göremediği an yalnızdır, gariptir, gurbettedir.
Kısa bir misal vereyim; geçenlerde oturuyorduk. Bazı gözlemler etrafında konuşuyorduk. Dinledi, dinledi ve ardından kendisinin de benzer gözlemleri olduğunu anlatmaya durdu. Maziye daldık hep birlikte. Bozyaka dedik, Çeşme dedik, Fatih dedik. Eski bir hatırasını anlatıyordu. Sözün akışı içinde öyle bir yerde durdu ki ne oldu der gibi salonda bulunan üç-beş kişi birbirimize baktık. “Hayır” dedi, “bunu bile söylesem siz, iz sürer oradan şahsı tahmin edersiniz, gıybete girmiş olurum.” Sonrası mı? Alabildiğine flu bir şekilde ne kadar iz sürsek de katiyyen şahsı tahmin edemeyeceğimiz ama gerekli dersi de çıkartacağımız çerçevede olayı anlattı. Şimdi burada duralım ve kendimizi düşünelim; biz de böyle yapıyorsak ne âlâ; aynı ufukta olmasa bile aynı kulvarda sayılırız diyelim. Yapmıyorsak, -ki yaptığımız söylenemez- hükmü siz verin, Kırık Testi'nin sahibi yalnız, garip ve gurbette değil mi? Gördüğünüz gibi sadece vatandan cüda düşme değil; aksine iç içe gurbetler söz konusu. Sanırım hayatı bu ufukta sürdüren insanlar için hayatın azab olduğunu siz de kabul edersiniz. Ve yine sanırım, “sabah lavaboda aynadaki suretime tükürüp; yuh sana! Bugün de Rabb'ine kavuşamadın. Demek ki liyakatin yokmuş!” diye haykırmanın gerekçesi daha iyi anlaşılıyor.
Her neyse; o kapı aralığından içeri girdim. Birkaç şey söyleyecektim ki “Zihnimi dağıtacak bir şey ise şimdi söyleme.” dedi. Anlaşılmıştı. İkindi sohbeti yapacağı bir gündü. Nasip olursa sohbete çıkacaktı ve kalbî ve zihnî hazırlık safhasında başka şeyle meşgul olmak, hele hele zihnini dağıtacak, konsantresini kısmen de olsa bozacak bir şeyle karşılaşmak istemiyordu. Aslında bu üç-dört kelimelik şu cümle bile onun gurbetini anlatmaya yeter. Neden mi? Zira öncesi vardır ama ben 70'li yılların ikinci yarısındaki Bornova vaizlik günlerinden biliyorum ki Hocaefendi vaazlar veya sohbetler öncesi zihnî, kalbî, fikrî hazırlık yapar. Namazlar hariç odasında yalnız, Rabb'isi ile baş başa kalmayı tercih eder. Yemek yemez. Bütün bunları bildiğimiz halde; bakın yaptığımıza! İki saat sonra sohbete çıkacağını bildiğimiz halde, onca yıllık bilgi ve tecrübemize muhalif hareket etme ya da muhalif harekete teşebbüste bulunma. Gurbet değil mi bu Allah aşkına!
Herkes mi böyle? Elbette değil. Geçenlerde birisinin yaşlı gözlerle yaptığı itirafı aktarayım sizlere. “Biz ne kadar şanslı insanlarız ki hissemize siz düştünüz. Siz ne kadar şanssız, talihsiz insansınız ki hissenize biz düştük.”
Son söz; çok sık denebilecek ölçüde Hocaefendi'nin Kur'an'dan tefe'ül yapmasının bu yazıda dile getirmeye çalıştığım iğtirab ile bir alakası var mı? Ne dersiniz? Benim cevabım evet; çünkü iğtirab yazısının sonunda der ki: “( ) abid ve zahidler diyeceğimiz ahiret ehli de onları anlamaz; zira onların himmetleri de ibadet ve zühdleri ölçüsündedir... Ariflerin himmeti ise Ma'budlarıyla irtibatları nisbetindedir.” Kalbin Zümrüt Tepelerinde ‘İğtirab' yazısını bir kez daha okumanızı tavsiye ederim.
- tarihinde hazırlandı.