Namazda Allah’tan uzaklaşma!
Birbirinden farklı atmosferlere götüreceğim sizleri bu yazıda bazen yaptığım gibi. İnsicam içinde arz edecek bir konu olmadığı için değil; aksine parça parça çeşitli vesilelerle söylenen inci misal hakikatler kaybolmasın diye; Niyazi Mısri'den mülhem, aşk oduna yanmış ve sürekli efgâne gelen bir bülbül-ü şeyda'nın âh u zâr'ini dindirmek için, pervane misal ateşe can atan insanlara yardım olur düşüncesiyle; seherlerde âh u efgân edip bülbülü kendine hayrân eden, didesini giryân sinesini büryân eden güle bağban olanlar çıkar diye yapıyorum bunu.
Parçalardan bütüne ulaşanlar olur belki diye düşünüyorum; ben ulaşamasam da. Tek tek karelerden hareketle resmin tamamını zihninde canlandırıp ona göre hareket tarzını belirleyenler olur diyorum, ben belirleyemesem de. Büyük resmi görünce bütün insanlığı ilgilendiren alanlarda çeşitli planlar-projeler üretenler çıkar diyorum, ben çıkaramasam da. Boyumu aşkın bir çaba bu; farkındayım. Halk tabiriyle “etim ne, budum ne ki” böylesi şeylere soyunuyorum! Tam bu aşamada kalbimi yokluyorum. Allah şahit, niyetim halis, hiçbir gıll u gış yok; öyleyse devam diyorum kendi kendime.
Şöyle başladı: “Bazen çaresizlik insanları hiç olmayacak şeylere sürükler. Bu durumda sırr-ı ehadiyyet içinde nuru tevhide yönelmeyen, yönelemeyen insanlar kaybeder. Hiç olmadık şeylerle derdine derman aramaya koyulur. Halbuki hiç olmadık şeylerle çaresizliğe çare aramak, çaresizliğin şaşkıncasıdır. Şinasi'nin dediği gibi ‘ehl-i basiretsen hüner arz etme nâdâna; anadan doğma âmâlar değildir vakıf elvâna.”
Rahatsızlıklarından dem vurmuştu; ağrıları-sancıları vardı maddî açıdan. Aldığı müsekkinler teskin etmemişti saklama ihtiyacı duymadığı veya şiddetinden dolayı saklayamadığı ağrı ve sancılarını. Çaresiz bir dert mi? Hayır; çünkü şu yazıyı kaleme aldığım bugün, Allah'ın Şafiî isminin tecellisine mazhar oldu ve şifa buldu Hocaefendi o derdinden. O zaman neden çaresizlikten dem vurdu? Bana göre cinas yaptı Hocaefendi. Çaresizlik derken kasdı, maddî değil manevî dertlere yönelikti. Gönderme yapıyordu birisine ve/ya birilerine. Halden-dilden anlamayan, Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin çok sık zikrettiği “dünya umuruna vâkıf olmayan ârif billah olamaz” tesbitinde işaret edilen dünyada ve dünyalı olduğu halde hatta bütün himmet ve gayretleri ile dünyaya yöneldikleri halde dünyayı bilmeyen, bilemeyenlerdi bu veya bunlar. Salonda da olabilirdi bunlar, dünyanın öbür ucunda da. Zaten ariflerin konuşma tarzı bu değil midir? Meseleleri şahsileştirmeyip umumi bir lisan ile – ki buna lisan-ı münasip derler – herkesin hissesini almasını sağlamaları. Nereden mi çıkartıyorum bunları? Şu cümlesinden: “İnsan bu dünyevî hadiselere vâkıf değilse; aşk u sevk, heyecan ve helecan, zevk-i ruhaniden de nasibi yoksa, geride sadece aptal aptal dinleme kalıyor.”
Namaz, mâverâ-i tabiatla irtibatın adıdır
En çok konuştuğu mevzular arasındadır namaz Hocaefendi'nin. Her seferinde farklı bir bakış açısıyla, farklı bir yanını anlatır. Anlatılanlara bakınca “yaşamayan bilmez” dersiniz ki aynen katılıyorum. Yaşamayanın, hazz etmeyenin, hissetmeyenin bilmeyeceği, anlamayıp anlatamayacağı deruni hakikatler bunlar. Bu defa çok farklı bir şey söyledi. İlk defa duyuyorum böylesi bir yorumu onun ağzından: “Namazla irtibat, mâverâ-i tabiatla irtibat demektir.” Namaz zaten Allah ile bir irtibat vesilesi değil mi? Öyleyse namaz ile irtibat ne demek? Sürç-ü lisan mı oldu acaba demeye kalmadan bir kaç defa ısrarla “namazla irtibat” dedi. Anlaşılan oydu ki namazın bizâtihî kendisi irtibat nesnesi olarak ele alınıyordu. Devamına bakın: “Eğer namazı ikame ediyorsak, fikren, zihnen, hayalen onun urve-i vuska olduğunun idraki içindeysek, çok sağlam bir kurnaya ağzımızı vermiş ve çok iyi besleniyoruz demektir. Ama bu ölçüde duyulmayan namaz, hakiki namaz değildir…”
Üç nokta koydum; çünkü devamı var ve devamı yukarıdaki sözleri tamamlayan unsurlarla dolu. “Namazı duymadan kılanlar belli bir müddet sonra onu kerhen kılar; kılar ve namazda Allah'tan uzaklaşırlar.” Şimdi daha iyi idrak ediyor insan “namazla irtibat' yaklaşımını. Demek namazla irtibat öncelikli olarak şart; her ne kadar o araç olsa da. Pekala Allah'a yaklaştıran bir ibadet olmasına rağmen Allah'tan uzaklaştıran namaz sonrası ne olur? İşte orası dikenli tarla. “Gayri meşru yollara sapar ve onlarla tatmin arayışı içine girer.” Namaz kılma ile ikame arasındaki farklardan veya sonuçlardan biri olarak bakılabilir bu yoruma.
Ve son nükte; kadim dostlarından birisi ziyarete gelmiş ve ayrılıyordu. Ayrılma esnasında “abim benim” deyip dostuna sarılması o dostun kadimliğini de yakınlığını da gösteren bir emare olsa gerek. Dua istedi onlar namına bir başkası. Ayrılacaklar; dua istiyorlar dedi duanın muhataplarının yanında. “Onlar bana dua etsin.” dedi önce ve sonra hepimizin dudaklarını geriye doğru götüren bir kelime ilave etti: “Kolaysa.” Sonra hafif tebessüm ederek yerinden doğruldu; “İnsanlığa hizmet adına büyük fedakârlıklar yapan, bu çaptaki işlere imza atan insanlara benim duam ne mana ifade eder ki?..” dedi. “Estağfirullah” sözleri salonu çınlatırken o kaldığı yerden devam etti: “Ben insanlığa hizmet için gece gündüz demeden koşturan kadın-erkek herkese her gün dua ediyorum. Ama duaların kabulü benim seslendirmeme göre değil de onların hüsnü teveccühü ve Allah ile olan irtibatlarına bağlıdır.” Orhan Seyfi Orhon'un “Dua”sı ile bitiriyorum;
Yüce Allah'ım, şu karanlık yolları,
Bizi sana ulaştıran yollar et!
İhtirasla kilitlenmiş kolları,
Birbirini kucaklayan kollar et!
Muhabbetin gönlümüzde hız olsun,
Güttüğümüz Hakk'a varan iz olsun,
Önümüzde uçurumlar düz olsun,
Yolumuzda dikenleri güller et!
Dalaletle bırakıp da insanı
Yapma arzın en korkulu hayvanı,
Unutturma doğruluğu vicdanı,
Bizi Sana layık kullar et!
- tarihinde hazırlandı.