‘Sen istersen verirsin sebepler de ne oluyor ki!’

Önce bir hikâye. Ağanın biri köyünde büyükçe bir konak yaptırmış. Açılış günü köyde yaşayan herkese yemek vermiş.

Çoluk çocuk, kadın-erkek, akıllı-deli. Deli dedim, lafın gelişi değil, gerçekten deliyi de davet etmiş; çünkü hemen her köyde olduğu gibi o köyün de bir delisi varmış. Yemekler yenmiş. Köylüler ayrılırken Ağa, “Deliye sorun, bu konaktan ne istiyorsa alsın.” dedirtmiş adamlarına. Delinin gözü bahçede bağlı duran beyaz ata takılmış ve “Bu atı istiyorum.” demiş. O at ise Ağa’nın gözdesiymiş. “Hayır.” demiş Ağa, “Başka bir şey istesin.” Deli ısrar etmiş, illa bu beyaz at diye diretmiş. Ağa da “hayır” demiş başka bir şey dememiş.

Ziyafet bitmiş, ayrılık zamanı gelmiş. Deli konaktan melül-mahzun bir şekilde ayrılırken işaret parmağı ile semayı gösterip bir şeyler konuşuyormuş kendi kendine. Ağa’nın dikkatini çekmiş bu hal ve “Gidin dinleyin bakalım.” demiş adamlarına. Deli sürekli şunu söylüyormuş: “Sen isteseydin verirdi, Ağa da kim oluyor ki? Sen isteseydin verirdi, Ağa da kim oluyor ki?” Ağa’ya söylemiş adamları delinin dediklerini. “Geri çağırın ve verin atı.” demiş bu defa Ağa. Deliye atı vermişler. Deli atın yuları elinde konaktan ayrılırken yine aynı şekilde işaret parmağı ile yukarıyı gösterip söylenmeye devam ediyormuş. Ağa adamlarına “Bu defa ne diyor, gidin dinleyin.” demiş. Ne diyormuş biliyor musunuz deli: “Sen istedin de verdi, Ağa da kim oluyor ki? Sen istedin de verdi, Ağa da kim oluyor ki?”

“Lafın doğrusunu deliye söyletirler.” diye bir deyim vardır bizim oralarda. Hikâyedeki delinin sözleri bu kapsam içinde midir, diye sorarsanız, hiç şüpheniz olmasın derim. Hakiki tevhidi billur gibi yansıtan bir söz hem de. İlahi dinlerin, kitapların, peygamberlerin ilanla muvazzaf oldukları hakikat. İnananların -eğer gerçekten inanıyorlarsa- hayatlarına hayat kılma zorunlulukları olan gerçek.

Şimdi hikâyeden bir itirafa geçeceğim. Çocukluk arkadaşım sayılır. Kendim gibi tanırım. -Lâ üzekkî alellâhi ehade- samimi bir mümin olarak görürüm. Çocukluğundan beri namazında niyazında. Geçenlerde bir itirafta bulundu bana bir vesile ile karşılaştığımızda. “18 yıldır ettiğim duanın şimdilerde kabul olduğunu hissediyorum.” dedi. Dedi ama der demez pişman oldu. Sanki Rabb’isi ile arasındaki bir sırrı fâş etmişti. Belki de öyledir bilemem ama ben o duayı öğrenmek istedim. Siz olsanız istemez misiniz? Israrla sordum, pişman olmuştu o sözü söylediğine besbelli. Söylemek istemedi. Bu defa naz makamına geçtim. Yıllanmış dostluğumuz ve onun hasıl ettiği hatırı kullanmaya başladım. Fazla dayanamadı ve söyledi.

Yaptığı duanın tezahürü

Ettiği dua şuymuş: “Allâhümme e’ınnî alâ zikrike ve şükrike ve husni ‘ıbâdetike” Efendimiz’in (sas) bir duası bu. Manası şu: “Allah’ım! Seni hakkıyla zikretme, Sana hakkıyla şükretme ve Sana güzelce ibadet edebilmem için bana yardımcı ol.” Peygamber beyanı (sas). Her bir kelimesinin ifade ettiği çok derin manalar var. “Seni hakkıyla zikredemedik ey Mezkûr! Sana hakkıyla şükredemedik ey Meşkûr. Sana hakkıyla ibadet edemedik ey Ma’bûd”, ihtimal bu duadan mülhem. Doğru değil mi? Kim Allah’a Allah’ın hakkı bizim de vazifemiz olan şekliyle ibadet ettiğini, O’nu zikrettiğini, O’na şükrettiğini iddia edebilir ki?

Duayı öğrendim. Tamam ama kabulün tezahürü ne? Nedir 18 yıl sonra değişen? Bir değişiklik var ki böyle söylüyor ve o değişikliği duanın kabulü ile irtibatlandırıyor? Yine ısrarcı oldum ve yine naz makamına geçip hatırımı kullandım. Cevabını söyledi ama hemen kanaatimi söyleyeyim; bu herkeste aynı şekilde tecelli veya tezahür etmeyebilir. Dedi ki: “Dua ederken ağzımdan çıkan kelimelerin mana ve muhtevası ile öyle bütünleşiyorum ki kendimden geçiyor, cümlelere, kelimelere, harflere adeta dokunuyorum. Hissediyorum onları. Ağzımda farklı bir halavet oluşuyor. Yalıyorum dudaklarımı, yutuyorum tükürüklerimi. Farklı bir âlemdeyim sanki ve tabii olarak duam hiç bitmesin istiyorum.”

Efendimiz’e (sas) ait bu duanın muhtevası ile arkadaşımın yaşadıklarını birlikte düşünün ve dikkat edin, duada dile getirdiği isteklerin kabulünü konuşmuyor, aksine Allah’ı zikretme, O’na şükretme ve güzelce ibadet etme ile alâkalı hissettiklerini anlatıyor ve bunu 18 yıldan beri yaptığı duanın kabulünün tezahürü olarak yorumluyor ki haksız değil.

Kabul olmadı demedikçe...

O an aklıma iki husus geldi. İlki; Efendimiz’in (sas) duası. Buyuruyor ki Efendimiz (sas): “Biriniz acele edip ‘ben dua ettim de kabul olmadı’ demedikçe, duası kabul edilir.” İkincisi; Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yıllar önce söylediği bir söz: “Kemal-i ciddiyetle yaptığınız öyle dualar vardır ki, belki o dua tam 50 yıl sonra kabul olur.” Ben ilave edeyim; belki de ayniyle kabul olmaz. Neden? Çünkü veren O, alan O, mülkün hakiki sahibi O. İstediğine istediğini istediği zaman istediği şekilde verir veya vermez, istediğinden de verdiklerini istediği zaman istediği şekilde geri alır.

Bakın Tirmizi’deki şu hadis bu sözlerin isbatıdır: “Allah’a dua eden herkese Allah icabet eder. Bu icabet, ya dünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır, yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek suretiyle olur, yeter ki günah talep etmemiş veya sıla-i rahmin kopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş olsun.” Bunu ifade sadedinde yıllar önce şunu demiştim: “Yeter ki sen iste. Her şeye gücü yeten Kudret mutlaka verir. Ya vererek verir ya da vermeyerek verir.”

Köyün delisine geri döneceğim ama dua ile alâkalı Hocaefendi’nin şu üç değerlendirmesini bu bağlamda yeniden okumanın yararına inanıyorum: “Dua, sebepleri çer-çöp gibi bir kenara atıp doğrudan doğruya müsebbibü’l-esbab olan Allah’a teveccühtür. Bu yönüyle dua, ubudiyet-i hâlisadır. Öyleyse istediğimiz şeyleri isteyip nihai kararı O’na bırakmalı ve ‘hakkımızda hayırlısı ise’ demeliyiz. Bu, O’na olan saygımızın, iman ve itimadımızın gereğidir.”

“Dualarda Allah sadece söze değil sözün yanında bir de sözün sahibine bakar. Acaba o kişi, ağzından çıkan o sözleri ne kadar içselleştirmiş; o sözler onun gönlünde, kalbinde, ruhunda ne kadar yer etmiş; heyecan ve helecanlarına ne kadar yansımış!”

“Duada önemli olan, dua dua yalvardığınız şeyin, teveccüh ettiğiniz Zat-ı İlahi nezdinde bir mana ifade etmesidir. Nezd-i uluhiyette hora geçen şeyleri siz kendi aklınız, fikriniz, ruhunuz ve vicdanlarınızla değerlendirin ve ona göre dua edin. Mesela bir kişinin imanı, üzerine güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı ise, neyin önemli olduğu, neyin O’nun katında hora geçtiği kendiliğinden tebeyyün etmiyor mu? Bunun karşısında insanın cenneti istemesi çok küçük kalır. Öyleyse küçük şeylerle vakit kaybetmemek lazım.”

Hasılı, Allah bize şah damarımızdan daha yakın. O’nunla aramıza mesafe koyan biziz. Onu aşmak da, o engelleri kaldırmak da bizim vazifemiz. Bize düşen sebeplere müsebbibu’l-esbab makamı vermeden tevessül etmek ve o deli misali her şeyi O’ndan bilmektir.

Gelin köyün delisi gibi diyelim: “Sen istersen verirsin, sebepler de ne oluyor ki!”

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/sen-istersen-verirsin-sebepler-de-ne-oluyor-ki_2255846.html

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.