Sen varsın Allah'ım gam yok, keder yok, endişe yok
17 Aralık yolsuzluk soruşturmasını takip eden günlerde ben de yazdım birçok meslektaşım gibi “tarihî günler yaşıyoruz” diye. Yanılmışım. Artık bunu söyleyemiyorum, sanırım hiç kimse de söyleyemez. Çünkü o günlerde bize bunu dedirten hadiseler şimdilerde sıradan oldu. Sıradan hadiselerle dolu ve rutin hale gelen günlere nasıl tarihî günler diyeceksiniz ki?
Pekâlâ, bu durumda ne yapılmalı? Gündelik hayata geri dönmeli. Eğer abdestinizden eminseniz, durduğunuz yerin doğruluğundan aklınız muknî, kalbiniz mutmain ise hadiselere sadece o perspektiften bakıp kaldığınız yerden hayatınıza devam etmelisiniz. Hepsi bu kadar.
Bu kadar keskin cümlelerle bana bunu dedirten Hocaefendi oldu. Sabah kahvaltıdan sonra Hadid Sûresi’ne gelen tefsir, Fethu Babi’l İnaye’den takip edilen fıkıh ve kitap özetlerinden müteşekkil dersler arz ve takrir usulü üzerine devam ediyor. İkindiyi müteakip sohbetler, akşam dostlarla kurulan muhabbet meclisleri, günlerin sıradanlaştığının göstergesi.
Varsın bu hakikat-i hale vâkıf olmayanlar manşet manşet başka şeyler yazsın. Yalan, iftira ve tezviratlarına her gün yenilerini ilave etsin. Onların bileceği bir şey. Burada hayat normal. Normal, çünkü yaşanan her şeyin, Allah’ın bilgisi, hikmeti ve gözetimi altında olduğuna inanç tam. Öyleyse İbrahim Hakkı lisanıyla: “Hakkın olacak işler, Boştur gam u teşvişler, Ol hikmetini işler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.” deyip teslim, tevekkül, tefviz ve sika kulvarında kalb ve ruhun derece-i hayatına çıkma yolculuğuna devam.
Üzülmüyor mu? “Ateş önce beni, sonra düştüğü yeri yakar” diyen ve bunu 75 yıllık hayatıyla ispat eden bir insan, bu yaşananlar karşısında üzülmez mi? Elbette üzülüyor. Ama onun üzüntüsünü, gamını, kederini bastıran inancı var. Allah’ın adaletinin bir gün mutlaka tecelli edeceğine iman var. Şu cümleler Hadid Sûresi 3. ayetine Hocaefendi’nin yaptığı yorum: “Allah hem Alım, hem Allem, hem de Âlim’dir. Allah’ın bilgisinin bu üç kiple anlatılması, ilminin ihatasını gösterir. Dolayısıyla O, vücudu-ademi, söylediklerinizi-içinizde gizlediklerinizi, yaptıklarınızı-yapmayı düşündüklerinizi… hepsini ama hepsini bilir. Aynı şey Basîr isminde yok.”
Pekâlâ, ayet ne diyor? O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi bilendir.” Evet, O, Evvel’dir; O’ndan önce hiçbir şey yoktur ve O’nun öncesi de yoktur. Âhir’dir; her şey O’nda son bulur, O’nun sonu ve sınırı yoktur. Zâhir’dir, sıfatlarının tezahürüyle, ilim ve kudretinin tecelli ve eserleriyle varlığı ortada açık olarak bilinmektedir. Bâtın’dır, Zâtı ve mahiyeti kavranamaz, niceliği ve nasıllığı bilinemez, idrâk edilemez.”
Ehlinin malumudur; evvel, ahir, zâhir, bâtın aynı zamanda seyr-i süluk yolcusunun uğradığı durakların, mertebelerin ve makamların adı ve unvanıdır. Kişiye göre değişir isimlendirmeler. Bazıları buralara uğrar ve bir adım öteye geçer, onun için duraktır. Bazıları biraz ârâm eyler, onun için mertebedir. Bazıları adeta temellük eder, onun için makam olur. İşte bu makama ulaşan kişi Hocaefendi’nin ifadeleriyle; “basîret üstü basîret taşıyan huzur erleri, zaman, mekân üstü ve ‘bî kem u keyf’ müteâl olan o âlemde evvel u ahiri birden duyar, zâhir u bâtını birden hisseder ve gerçek huzurun ne olduğunu tam görür, yaşar… Üstad’ın ‘şiddet-i zuhurundan gizli’ dediği, Sinan Paşa’nın ‘Sen ol Zâhir’sin ki kimse ne olduğun bilmez, Ve ol Bâtın’sın ki kimseden gizlenmez...’ sözleri ile anlattıkları nokta.”
Bütün bunları sizlere aktarırken şöyle düşündüm; “İyi ama Zat-ı Bâri hakkında söylenen onca sözler var. Bunları nereye koyacağız?” Bana çok önemli gelen bir açıklamada bulundu Hocaefendi. Hallac-ı Mansur, Sühreverdi, İmam Rabbani, Abdülkadir Geylani, Bediüzzaman gibi zatların isimlerini saydıktan sonra, “Onlar bu muammayı, müstağraka olarak yaşamışlar. Allah’ı farklı bir şekilde duymuşlar, hissetmişler. Virdlerinde bunu görmeniz mümkün.”
Bugün okunacak yer bitti. “Bugünlük yeter” sözünü duyan talebeler kitaplarını kapatırken Hocaefendi şunları söylüyordu: “Kur’an sanki bir anda nazil olmuş gibi. Bir şiirin iki mısrası gibi. Böyle bakmak ve böyle görmek lazım ama önce buna iman gerekir. Böyle inanmayan böyle bakamaz ve bunu göremez. Takıldınız mı bir yere? Hemen kendi cehaletinize vermeli ve bu inançtan vazgeçmemelisiniz.”
Öğle namazı kılacağız. Kalkacak Hocaefendi abdest almak için. Çoğu zaman yaptığı gibi etrafı gamlı gözlerle süzmeye başladı. Sustu, sustu, sustu. “Sükût murakabesi” diyor böyle anlara kendisi. İşte bu türlü bir murakabeye daldı. Zihninden nice düşünceler gelip geçtiğini tahmin etmek zor değil. Kimine vize veriyor, anlıyorsunuz onu duruşundan, yüzünün işmizazlarından. Kimini ret ediyor; onu da anlıyorsunuz “estağfurullah” demesinden. “Sevr sultanlığı” dediğini duydum bir ara. Ne demek istiyorsunuz demeye gerek kalmadan peşi sıra söylediği şu cümle kastını açıkça ortaya koydu; “Eşrârın şerrinden kurtarmak için iki güvercin bir örümcek yetti.”
Derin bir âh demek geldi içimden. Evet, âh ki ne âh. Ama o ortamda böyle derinden derine söylenecek bir âh derde dert, ıstıraba ıstırap katmaktan başka bir işe yaramazdı. Kaldı ki bu âh’ı çekebilmek için aynı seviyenin insanı olmak gerek. En azından “ateş önce beni, sonra düştüğü yeri yakar” ufkunda yer almak gerek. “Uşşâkın ârâmgâhı olan” gecelerde insanın seccade üzerinde geçmiş iki saatlik ömrü olması gerek. O seccade üzerinde gecenin zifiri karanlıklarını bile aydınlatmaya yetecek ümmet-i Muhammed adına akmış iki damla gözyaşına sahip olmak gerek. Bunlar yoksa söylenecek bir âh kuru bir taklidden öteye geçmez.
İhtimal salonda bulunan hemen herkes benim gibi düşünüyordu ki, hiç kimse ağzını açmadı. Sessizliği yine kendisi bozdu. Cübbesini toplayıp odasına giderken son sözleri şuydu: “Fakirlik ne büyük nimet değil mi? Hiç kimseye diyet ödemek zorunda kalmıyor insan.”
Oturduğu yerden odasına vakur adımlarla ilerlerken o müheykel yapısı ile bir farklı göründü Hocaefendi benim gözüme. Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitleri şiirinde dediği gibi; “Şüheda gövdesi bir baksana dağlar taşlar; O rükû olmasa dünyada eğilmez başlar” beytinin muhtevası adeta tecessüm etti gözümün önünde. Düşmanın cefası, dostun vefasızlığı deyimiyle ancak anlatabileceğim çileli hayatı kare kare akın etti zihnime. Ziya Paşa yetişti o anda imdadıma ve hislerime hâkim olmak için zorladım kendimi. “Âsûde olayım dersen, gelme cihâna; Meydana düşen kurtulamaz seng-i kazâdan.” Bunun farkında olmalı ki daha önceden “bize de çekmek düştü” demişti zaten.
Ne yapalım kaderin takdirinin kendi keyfimize göre tecelli etmesini isteyemeyiz. Vardır bir bildiği elbette Allah’ın. Mühim olan o Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’a iman. Ne güzel der Cenap Şehabettin; “Varsın İlâhî, yine varsın yine varsın; Aklımda, hayalimde, hissimde hep varsın!”
Sen varsın Allah’ım; gam yok, keder yok, endişe yok.
- tarihinde hazırlandı.