Şerafettin Ağabey’in sesi
Hafızamda yer etmiş en eski ölüm imgesidir: Bir adam, bir tepede, bir kayanın üstüne çıkmış, ünleniyor: Babam öldüüüüüüüü! O ses dalga dalga çoğalıyor bütün vadileri, düzlükleri, dereleri doldurup dağlarda, ormanlarda yankılanıyor.
Babam öldüüüüüüüü, öldüüüüü, öldüüüü!.. Sonra uzaklarda, dere boylarında zeytin toplayan kadınlar ve erkekler, başlarını kaldırıp kulak kesiliyor. Duyar duymaz içlerine bir zehir akmış, sırtlarından kurşun yemiş gibi kalıyorlar yerlerinde. Zeytin dallarını kavramış eller gevşiyor, kollardan sepetler düşüyor ve öylece çömeliyorlar yere. Başları ellerinin arasında. Çığrışı kesip, oldukları yere çakılıyor çocuklar bile. Kuşluk vakti bayırda çift süren adam, ıslık tufanını, binbir heyemolayı kesiyor, sabanı toprağa saplı, durup gökyüzüne bakıyor. İnnalillahi ve innaileyhi râciûn!..
Bana öyle gelirdi ki -ya da gerçekten öyleydi- o saat, o sesin yankımasıyla rüzgâr diner, derenin çağıltısı susar, ağaçlar fısıltıyı keser, canlı cansız her şey bir süreliğine yaşamaya ara verir; ölümü dinlemeye dururdu. Ölümün ince sesi geçerdi aralarından; tarlalara, köylere, gökte uçan kuşlara, insanların gönlüne bir ölüm dinginliği yayılırdı. Kimsenin konuşacak bir sözü olmazdı artık. Ölüm konuşunca herkes ve her şey susardı. Yalnız uzaklardan bir uğultu gelir gibi olurdu, neden ve nasıl? Gönülde tasa, kulaklarda uğultu, avlularda hafif hıçkırıklar ve bir duvarın dibinde, büyük kazanlarda ısıtılan sular Gökyüzüne doğru, hüzünlü bir duman yükselirdi. Derken, ‘Kaybetti asrımızda ölüm eski hüznünü.’
Şerafettin Ağabey’in öldüğü gün, o eski ölüm günlerinden biriydi. Kitap fuarının cümbüşü, bütün sesler ve dostlar sustu, lezzetler acılaştı. Ölüm, bir bıçak acısı gibi geçti aramızdan. Çoksesli koridorları, kitap yığınlarını, insan yüzlerini aşıp eski dağlardan bir dağa çıktım. Gözlerimde aydınlık bir yüz ve kulaklarımda bütün vurgusunu, duraklarını taptaze hatırladığım bir ses: Şerafettin Ağabey konuşuyor, yavaş ve dingin... Eski sonbaharlardan birinde, İzmir Kemeraltı’nda, 871 Sokak, No: 47
Üniversite son sınıf öğrencisiydim. O kapıdan girdiğim gün bana “Bey” dedi. Babacan, ölçülü ve müşfikti. Sükûnetin sözlük anlamı onda tecelli ediyordu. Daima, biraz önce abdest almış hissi veren taze yüzüyle ve gülümseyerek, bütün kelimelerin hakkını vere vere konuşurdu. Her sözün sonunda, yürekten söylenmiş bir ‘inşallah ’ Sızıntı, o çatının altındakilerin ortak sevdasıydı, ilk göz ağrısı. Başyazılar geldiğinde, bir sevinç, bir coşku! Önce o okurdu, bir ders gibi. Sonra dizilir, dergiye konur. Karşılıklı bir daha okuruz. Her hecenin, virgülün üstüne titreyerek, evet titreyerek Bazen, dergi basılıp körolası bir hata çıktığında, Şerafettin Ağabey’de günler boyu üzüntü, kahır. İşte şimdi, o başyazıları okuyan ses kulağımda, vurguları bile!
Şerafettin Ağabey, benim ve kendisini tanıyan herkes için Sızıntı demekti. Bütün ömrü, evi, çocukları bile Sızıntı! Onun kişisel tarihi yoktu. Biyografisi yazılmak istense, sanırım derginin sayıları, geçirdiği aşamalar yazılabilir ancak. Hangi sayıda hangi sancıları çektiği... Nasıl cazip ve okunur bir dergi yapabiliriz, tirajı nasıl artırırız, başka kimlere yazdırabiliriz? Nasıl, nasıl, nasıl?.. İşinde böylesine fani olmuş kaç kişi tanıyorsunuz? Ne sarsılmaz bir tahammülü vardı, şaşılır! Hiç kızmaz mıydı, sesini yükseltmez miydi? Dünyanın gürültüsü duyulmazdı sesinde, zaten bu dünyaya ait hiçbir hülyası da yoktu. İbrahim Ağabey, Hakkı Ağabey, Şenol, Hasan, Sait, ben, hepimiz ona bakardık, konuşmadan. ‘Hizmet’, galiba böyle bir şeydi, ‘hizmet insanı’ böyle olunuyordu. ‘Örnekleri kendinden bir hareket’in örneği olarak, yıllarca o tedavi edici sükûnetiyle yaşadı Şerafettin Ağabey. Küçüklerin karşısında bile düğmeleri ilikli, elleri bağlı, kemal-i ciddiyetle gülümseyerek
Ağabeylerin ölümü, insanı yalnızlaştırıyor. Dünya çoraklaşıyor git gide. Neyse ki hatıralar solmuyor, sesler eksilmiyor ve ‘hizmet’ dediğimiz sevda, dünyaya katlanmak için yetiyor. Ruhun şâd olsun Şerafettin Ağabey!
- tarihinde hazırlandı.