Brüksel, Paris, Berlin

Brüksel, Paris, Berlin

Sanıyorum ilk defa Avrupa Birliği (AB) ile ilişkiler iki hafta gibi kısa bir zaman içerisinde bu kadar etkin tartışıldı. Başbakan Erdoğan'ın 21 Ocak 2014 Brüksel ziyaretinden bir hafta sonra Paris, Ankara'da idi ve Cumhurbaşkanı François Hollande'ın bir yıldır beklenen resmi ziyareti gerçekleşti. Paris'ten gelen bu tarihi ziyaretten bir hafta sonra Başbakan, Berlin'de idi. Avrupa basını, tüm bu ziyaretlere beklenenden daha fazla ilgi gösterdiği gibi, ziyaretin amaç ve önemi de yorum sayfalarının konusu oldu. Yorumlar genellikle 17 Aralık yolsuzluk süreci ve Türkiye'nin de etkilendiği ekonomik kriz ile yakından ilgili idi. Başbakan'ın "yolsuzluk yok, darbe girişimi var" iddiası ile Hizmet Hareketi'ni hedef göstermesi, yolsuzluklar yanında "Gülen Hareketi" ve etkinliği merak konusu oldu. Başbakan, Brüksel'e hareketinden önce Avrupa'ya "paralel devleti" anlatmaya gittiğini söylemiş ve dönüş yolunda "ikna" olduklarını iddia etmişti. Kimin ikna olduğuna birazdan döneceğiz. Fakat Brezilya, Hindistan, Arjantin gibi kalkınmakta olan ülkelerin de kriz sürecine girdiği bu dönemde, Ankara'nın yolsuzluklarla ilgili tutumu sadece Türkiye ekonomisi için değil, Avrupa ekonomisi için de önemli bir mesele olmuştu. Başbakan'ın bu üç buluşmayı günün şartlarında oldukça başarılı yürüttüğünü söyleyebiliriz. İsterseniz niçin başarılı bulduğumuza eğilmeden ziyaretlerin önemine kısaca vurgu yapalım.

Brüksel, Paris ve Berlin, AB politikasının sadece şekillendiği başkentler değil, AB tarihinin yazıldığı şehirlerdir. Bugün 28 üyeli olan AB'nin kuruluş dinamikleri Paris, Berlin (Bonn) ekseni üzerinde tartışılıp şekillenmiş ve bu iki başkent AB'nin yapılanması, entegrasyon sürecinin derinleşmesi, para birimi Euro'nun kabulü, Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlaması gibi önemli kararlarda belirleyici olmuştur. Roma anlaşmasının imzalandığı 1957 tarihinden bu yana Madrid, Londra gibi etkin başkentlerin devreye girmesine rağmen bugün hâlâ 28 üyeli AB içerisinde önemli karar ve reformlar Paris-Berlin hattında şekillenmektedir. Bu iki başkentin desteklemediği bir projenin hayata geçme şansı olmadığını en acemi AB bürokratı bile bilir. Brüksel, AB kurumlarını barındıran başkent olduğu için şüphesiz önemli ve kararları etkileyen bir merkezdir. Fakat AB sürecini, "Brüksel'i" kavramak istiyorsanız, Berlin ve Paris'i okumak zorundasınız. (Genç üniversiteliler ile genç AB bürokratlarına küpe olur umarım.) Bu yüzden Başbakan'ın Brüksel, Paris ve Berlin buluşması önemli idi.

Bu buluşmaların diğer bir önemi, AB-Türkiye ilişkilerinin durumundan da kaynaklanıyor. Biliyorsunuz, üç yıl aradan sonra, ilk defa bir müzakere başlığı açılmış, vize ve geri kabul anlaşması ile ilişkilerde önemli gelişmeler gerçekleşmişti. Başbakan'ın son Brüksel ziyareti ile ilişkilerin tekrar bir bahar havasına girmesi bekleniyordu. Fakat 17 Aralık ve sonrası gelişmeler bir nevi soğuk hava dalgası gibi esmeye başladığında, "Brüksel'e rest çekmeye geliyor" gibi söylemler yanında, ziyaretin iptal edilmesi de tartışmaya açılmıştı. Zira bu ara sadece binlerce polis memurunun, yolsuzluk iddianamelerini hazırlayan savcıların da görevden alınması yanında, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nu (HSYK) hedef alan bir yasa tasarısı Meclis'e sunulmuştu. Brüksel'de Başbakan'ı bahar değil, soğuk bir kış havası bekliyordu. Bu yüzden ziyaret, güncel bir önem kazanmıştı.

"Ziyaretleri neden başarılı buluyoruz?" tespitine dönersek, ilk neden Başbakan'ın soğuk bir havanın esmekte olduğunu bilmesine rağmen Brüksel ziyaretini gerçekleştirmiş olması ve bu ziyaretin olumlu sonuçlar vermesindendir. İlk ve en önemli olumlu gelişme Başbakan'ın Brüksel ziyareti ile Meclis'te oylama sürecinde olan HSYK yasasının askıya alınması oldu. Başbakan'a bu yasa tasarısının hukuk devletini askıya almak olduğu ve müzakereleri başlatan kararı anlamsız hale getirdiği ve Türkiye'nin 2004 öncesi yani 90'lı yıllara döndüğü Konsey, Komisyon ve Avrupa Parlamentosu grup başkanları tarafından oldukça açık ve nazik bir dille anlatıldı. HSYK'yı Adalet Bakanlığı'nın bir dairesine indirgeyen kanun taslağının askıya alınması Başbakan'ın bu mesajı aldığını gösteriyor.

İkinci önemli gelişme, şüphesiz Başbakan'ın 2014 yılını AB yılı ilan etmesi oldu. Bu kapsamda, Mevlüt Çavuşoğlu'nun bakanlığı da bir şans sayılabilir. Ankara, AB sürecinin önemini politik olarak görmezden gelse de, ekonomik öneminin farkında sanıyoruz. Başbakan'ın Brüksel ile köprüleri atmamasının veya atamamasının temel gerekçesi de bir bakıma ekonomik gerçeklerdir diyebiliriz. Fakat bu sürecin ne kadar inandırıcı olduğu da meçhul. İnternet yasası ile Türkiye, AB yolunda değil Şanghay'a doğru yol alıyor. Bu tür bir çelişkiyi AB süreci ve kurumları uzun zaman kaldıramaz. Piyasanın lafla gerçekler arasındaki uçurumu tespit etmesi, AB sürecinin inandırıcılığını eritebilir.

Yolsuzluk ve paralel devlet konusunda ise algı oldukça farklı diyebiliriz. Başbakan'ın "yolsuzluk yok, paralel devlet var" tezine Brüksel, Paris ve Berlin'de kimse itibar etmedi. Türkiye'de yolsuzluk yok demek, Türkiye'de trafik kazası yok, trafik polisine kumpas var demek gibi bir şeydir. Yolsuzluk, Avrupa'nın da her gün uğraştığı bir sorundur. Tesadüfen bugünlerde Komiser Malström'ün kamuoyuna sunduğu rapora göre yolsuzluk, AB üyesi ülkelere yılda 120 milyar Euro zarar veriyor. Bu sorunun Türkiye'nin de boğuştuğu bir sorun olması kadar tabii bir şey olamaz. Kaldı ki dört bakanın da kapsamında olduğu iddianameler oldukça ciddi görünüyor. Başbakan'ın "yolsuzluk yok" söylemi ve faturayı "paralel devlete" kesme uğraşı, Avrupa'da yolsuzlukların üstüne gitmek istememe olarak algılanıyor ve kaygı ile izleniyor. Trafik kazalarına karşı olduğu gibi yolsuzluğa karşı da, altyapı, eğitim, kurumsal reformlar ve ceza yasasının tüm enstrümanları harekete geçilerek mücadele edilmesi gerekir. Buna rağmen yolsuzluk ve trafik kazaları tümden önlenmesi imkânsız, fakat sınırlanabilecek sorunlardır.

Paralel devlet meselesi ise Avrupa'da hayretle karşılanıyor. Şüphesiz bu tür bir olgu varsa, hukuk devletinin tüm olanakları ile mücadele edilmesi gereken bir sorun olduğundan şüphe yoktur. Fakat "paralel devlet" söylemi ile hedef gösterilen Hareket düne kadar, belki bugün bile AKP'nin önemli dayanaklarından birini oluşturuyor. Dün partinin tabanı olan bir hareketin bugün "darbeci", hatta "Haşhaşi", (Fransızcada "katil" kelimesinin kökünü oluşturan) bir terim kullanmak pek inandırıcı değil. Ayrıca Gülen Hareketi, AKP içerisinde etkin tek hareket değil. AKP'yi yakından tanıyan Dr. Hidayet Şefkatli Tuksal, Neşe Düzel'e verdiği mülakatta "Benim gördüğüm, partide temsil edilen üç etkili cemaat var. Topbaşlar Grubu, Menzil Cemaati ve Gülen Cemaati. Bunlar dışında daha küçük cemaatler de vardır tabii." diyor (Taraf, 19 Ekim 2012). Bu cemaatlerin sadece biri mi "paralel devlet"i oluşturuyor? Diğerleri ne yapıyor? Kaldı ki AKP'nin önemli kadrolarının geldiği "Milli Görüş" hareketi de "paralel devlet" görüntüsü veren ve Avrupa'da yakından izlenen bir oluşum. Örneğin Almanya istihbarat birimlerinin yıllık raporlarında "Milli Görüş", anayasal düzeni tehdit eden bir hareket olarak zikredilirken, Gülen Hareketi için benzer bir gözleme rastlamıyoruz. Her neyse, Başbakan, Gülen Cemaati ile köprüleri atmış görünüyor. Fakat onun bu tercihi, binlerce devlet memurunu hiçbir hukuki altyapı olmadan "darbeci" suçlaması ile görevden almasını meşru kılmaz.

Aslında Türkiye "paralel devlet" olgusuna pek yabancı değil. Daha düne kadar Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri, paralel bir başbakan ve kapsamı oldukça geniş tutulan "güvenlik" konularında başbakandan daha etkin bir konumda idi. Tam bu vesayet aşılırken bugün Türkiye'de benzer bir "paralel yapılaşmanın" inşa edilmekte olduğunu izliyoruz. MİT ile başlayan, "dokunulmazlık" zırhına bürünen, yeni kanun tasarıları ile silahlı kuvvetlerin üst kademelerini de kapsamına alan bu yeni "dokunulmazlar", eskiden bilinen paralel devletin yeniden ve daha güçlü bir şekilde inşa edildiğine işaret ediyor. Suriye'ye gittiği iddia edilen kamyonlar olayında olduğu gibi "dokunulmazlık" sadece bireyleri değil, suç unsuru olabilecek araçları da kapsıyor. Devlet içerisinde yargı ve politik denetimden tamamen yoksun bu tür bir yapılanmanın büyük sakıncaları beraberinde getireceğini görmek için 90'lı yıllara biraz yakından bakmak yeterlidir sanıyoruz. Kaldı ki, söz konusu "dokunulmaz" kurumların çalışanları ve gelecekleri için de sakıncalı bir süreç. Demokratik hukuk devletinde, kanunlar esas olmalı, bireyler dokunulmaz değil, yasal icraat içerisinde kalmalı ve denetlenir olmalıdır. Bu "dokunulmaz" kadroların güvendikleri başbakanın olası seçim yenilgisi karşısında ne tür bir stres içerisinde olacaklarını, kalması için ne tür çabalara başvuracaklarını düşünmek bile dehşet vericidir...

Brüksel, Paris, Berlin ziyaretlerinin önemine dönersek, bu ziyaretlerin tüm olumsuz şartlara rağmen gerçekleşmiş olması ve AB'nin Türkiye siyaseti ve ekonomisi açısından öneminin tekrar fark edilmesi açısından olumlu olduğunu düşünüyoruz. Ziyaretler Başbakan ve hükümet açısından Gezi olayları ile başlayan, internet yasası ile süren derin imaj sorununun sürmekte olduğunu da berrak bir şekilde gösterdi diyebiliriz. Bu sorunun ne kadar derin olduğunu anlamak için Le Monde veya Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ) gibi Fransa ve Almanya'nın ciddi gazetelerine kısaca göz atmak yeterlidir. Ana yorumlarında bu gazeteler "Erdoğan yönetimindeki Türk devletinin verdiği intiba oldukça kötü" (FAZ 5 Şubat 2014) diyor ve "paralel devlet" söyleminin, yolsuzlukları tartışmamak için öne sürüldüğünü savunuyor. Umarız 2014 yılı AB yılı olur ve AB politikasından sorumlu yeni bakan selefi kadar şanssız olmaz.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.