Mekke
Kâbe'nin sırrını çözemeyen, hayatın manasını da çözemez. Çünkü Kâbe her an her yerde, hayatın tam merkezinde. Bütün namazlar Kâbe'ye yönelerek ikame ediliyor. Kâbe ile bağımız ibadetle sınırlı değil. Vakıa modern yapılar bu şansı elimizden almaktadır; ancak aslolan, yatarken kalkarken, yerken içerken bile Kâbe'ye müteveccih kalabilmektir. Sıradan işlerimizde bile Kâbe'nin hakkı gözetilir. Oraya yönelerek yapılmaz o işler. Demek ki bütün zaman ve mekânları kuşatan bir irtibattan bahsediyoruz. Neden?
Fethullah Gülen Hocaefendi, Kâbe'yi tarif ederken billur bir portre sunuyor bizlere: "Arzın merkezinden 'Sidretü'l-Münteha'ya kadar ins, cin ve meleğin her zaman çevresinde dönüp durduğu bir amûd-i nuraninin (nurdan sütun) yeryüzünde mücessem bir kesiti sayılan Kâbe, her lahza görünür-görünmez milyarlarca temiz ruhun, harimine can atıp vuslat aradığı, öyle eşi-menendi olmayan bir binadır ki, kıymeti semalara eşittir dense sezadır... Zaten o, gökte ve yerde 'Allah'ın evi' manasına 'Beytullah' olarak yâd edilmektedir."
Yukarıdaki pencereden bakılmayınca Kâbe-i Muazzama'yı siyah/mehib bir taş sanıp aldanabiliriz. Oysa bütün mekânlardan nuranî bir hat uzanır Kâbe'ye kadar. Yine de orada olmanın farkı başka. Mesela orada namaza duran, Kâbe'ye nazar ederek ifa eder namazını; çünkü engeller aradan kalkmıştır artık. Abd olarak gayrı bir sen varsın, bir de Sidretü'l-Münteha'ya kadar semaları delip geçen 'nuranî bir sütun'.
Allah'a kul olmanın getirdiği özgürlük! O'na kul olduğunda başka hiçbir şeye kul olmayacağını idrak! Belki de insan özgürlüğü en çok Kâbe'de anlaşılıyor. Kâbe hakikatinin her katmanında ayrı bir mana derinliği var. Belki de o yüzden Efendimiz (sas) şöyle bir müjde veriyor: "Allah bu ev (Kâbe) için her gün 120 adet rahmet indirir. Bunun 60'ı tavaf edenlere, 40'ı namaz kılanlara, 20'si de ona bakanlara, onu seyredenlere verilir." Onu tavaf etmek! Kâbe hakikatinin etrafında pervaneler gibi dönmek. Halkalar büyüdükçe ve semalara doğru yükseldikçe insanoğlu, 'hiç olma'daki varlık sırrını keşfediyor. O dikey kanatlanış "ins ve cin"in, bir hakikat çekirdeği etrafında nasıl cezb içinde döndüğünü bütün heybetiyle resmediyor. Yatay halkalar ise küre-i arzın bütün sınırlarını zorlayarak ta evlerimize, kalplerimize kadar ulaşan bir halka-i zikrin oluşmasına vesile oluyor.
Nasıl bir cazibe-i nuranidir ki bu, sadece seyredilmesi bile rahmetin bizi kuşatmasına vesile olsun. O güzel binaya bakan "Atamız İbrahim"i (as) hatırlamaz mı hiç? İsmail'e (as) arkadaşlık etmez mi? Hacer Validemiz'e evlat olmak istemez mi hiç? Sonra çağları aşıp Hazreti Muhammed'in (sas) Mekke'deki zuhurunu ve Kâbe'yi putlardan temizlemek için gösterdiği sabr-u sebatı derinden derine düşünmez mi hiç? Kâbe'deki putları kırabilmek için yıllarca nefisteki putların yıkılması için çalışmak. Cehri namazları bile sükût ederek beklemek; tâ ki 6 sene sonra bir "Ömer" çıksın ve o gür sadâ Kâbe'nin duvarlarında yankılansın...
Zulüm dayanılmaz bir hal aldığında herkesi birer birer hicrete gönderiyor Hazreti Peygamber (sas). Oysa -bizim dar ufkumuza kalsa- önce O (sas) gitmeli ki, davasının selameti temin edilebilsin. Oysa O (sas), herkesi tek tek emin beldelere gönderir ve en son kendisi terk eder Mekke'yi. Evinden çıktığında okuduğu ayet ve gözlerine serptiği toprak! Bugün hâlâ o toprak, o gözleri âmâ edecek kadar sıyanete yol açmıyorsa, belki de, tedbir, temkin, tebliğ metotları bilinmiyor demektir.
Hâşâ Allah Resûlü (sas) hiçbir zaman korkmadı, O'nu (sas) sıyanet edeceğini Allah apaçık söylemişti. Ama O (sas), bize bir yol öğretiyordu. Ve en katı kalpli insanın bile rikkatine dokunacak şu tarihî tablo: Hicrete mecbur bırakılmış Resulullah son kez Mekke'ye bakıyor ve yürek dağlayan şu cümle dökülüyor mübarek dudaklarından: "Vallahi Mekke, beni zorla çıkarmasalardı senden asla ayrılmazdım..."
Birazcık Mekke'nin dışına çıkın, mahzun ve metruk bir yere ulaşacaksınız. 20-25 kilometre uzakta şimdi ıpıssız bir yer: Hudeybiye. İnanamayacaksınız gözlerinize. Ecdadın yaptırdığı camiden iz kalmamış. Su mucizesinin yaşandığı yerde kurumuş o bahtiyar kuyu. Kimsecikler yok ortada. Oysa İslam tarihinin, hatta insanlık tarihinin dönüm noktasıdır Hudeybiye. Hudeybiye'yi kavrayamayan, İslam'ı anlayamaz.
Düşünün: Peygamberimiz (sas) ümmetinin başına geçmiş, Mekke'ye doğru yola çıkmış. Savaş düşünülmüyor bile, kılıçlar kuşanmamış. Ve müşrikler "Mekke'ye giremezsiniz" deyip ordularla karşısına çıkıyor. Kimi nereye sokmuyorlar? Gelenlerin çoğu Mekkeli. Babaları da, dedeleri de Mekkeli. 19 gün ihramlı bir şekilde bekleyiş... Ve sonunda, zahiren çok ağır şartları olan bir anlaşma imzalanıyor. Mü'minler derin bir teessür içinde. Oysa asıl fetih o gün başlıyor... Ve şimdi o mübarek topraklar garip bir hüzne bürünmüş; belki de ahir 'guraba'sını bekliyor.
Hüzün içinde gerisin geriye dönüş ve Kâbe'nin şefkatli sinesine sığınacaksınız yeniden; tavaf için, umre için, dua için... Allah'a şükür ki, hıçkırıklarla Kâbe'ye sarılmış insanlar göreceksiniz. Nasıl da dertleşiyorlar O'nunla. Pek çoğu ıstırabını şerh ederken yanaklarından dökülen gözyaşlarının göğsünü ıslattığının farkında bile değil.
Anadolu'dan kopup gelen birine kulak kesileyim dedim; aman Allah'ım! Diyor ki: "Ya Rab, buraya kendim için bir şey istemeye gelmedim. Mühim bir hâcetimiz var; lütfen kabul buyur." Talebini iletmeden önce ism-i a'zamı sıralıyor. "Ya Ferd! Ya Hay! Ya Kayyûm! Ya Hakem! Ya Adl! Ya Kuddûs!" Sesi soluğu hıçkırıklara boğuluyor kimi zaman. Kur'an'dan ayetler, dualar sıkıştırıyor araya ve sonunda Kâbe'yi ziyaret sebebine getiriyor sözü: "Allah'ım, Sen de biliyorsun ki mü'minler aleyhine kurulan tuzaklar var. Fitne çıkarmak için can atan, fesat üretmek için var gücüyle çalışan kişiler bulunmakta. Bizim ne aklımız yeter onların stratejilerine, ne tecrübemiz. Ne olursun Allah'ım, her kim ve her ne vesileyle olursa olsun hizmet-i imaniye ve Kur'aniyeye tuzak kurmak isteyenler varsa, onları hidayet eyle! Bizi sıyanet eyle, İslam kardeşliğini pekiştir, kalplerimizi telif eyle, eğer bu mümkün değilse..."
Her renkten insan Kâbe'ye koşup gelmiş. Çoğu ihramlı, bazıları bembeyaz elbiseler giymiş. Her dilden dua ediliyor. Renk farkı ortadan kalkıyor, dil farkı ortadan kalkıyor; insan olduğunuzu, Âdem ve Havva'nın çocukları olduğunuzu hissediyorsunuz benliğinizde. Eşitleniyorsunuz oracıkta. Ne isminizin önemi kalıyor, ne cisminizin.
Ya Safa ile Merve tepelerinde yaşanan aşk u şevk? O mukaddes tepeler elinizden tutacak ve sizi tarihe şahit yapacak. Bilmem kaç bin sene önceye gideceksiniz. İbrahim'e emir gelmiş, terk ediyor. Arkasına dönüp bakamıyor. Ve Hacer Validemiz. Anasından süt emmeye devam eden yavrucağızı İsmail ile çölün ortasında yapayalnız. Su bulması lazım. İki tepe arasında koşuşturmaya başlıyor. İsmail oracıkta kimsesiz. Iztırar diliyle dua ediyor anamız. Ve duası kabul ediliyor, bir su fışkırıyor çölün ortasından; Kâbe'nin az ötesinden. O kadar ki dur-dur (zam-zam) demek zorunda kalıyor Hacer Annemiz.
İşte tam orada, Hacer'in koşuşturduğu yerde, çağımızın İsmail'lerini nasıl hatırlamazsınız! Hangi insan "Ya Rab! Yeryüzü hâmisiz İsmail'lerle dolu ve onları himaye edecek gücümüz de yok" deyip O'na yönelmez? O suyu bulmak için, önce, Hacer gibi, ciğerlerin yanacak; yanacak ki rahmet sağanak sağanak yıkasın ruhlarımızı.
Bir de o iki beldede bekleşenleri göreceksin. "Ne zaman gelecek?" diye sorarlar sevdikleri, 'büyüğümüz' dedikleri için. Meğer son birkaç senedir daha da artmış hasret dolu intizar. Belli ki o ne kadar özlemişse Mekke ve Medine'yi; Mekke ve Medine de özlemiş onu o kadar. Kim istemez öyle bir hacc-ı ekberi! Kim arzu etmez hep beraber ihramlara bürünüp "lebbeyk Allahümme lebbeyk" diyerek Kâbe'nin örtüsüne sarılıp hıçkırıklarla dirilmeyi! Hasret ne kadar derinse vuslat da o kadar yakındır. O'nun rızası ve inayeti yanımızda olduğu müddetçe küçük bir vesile bile o buluşmayı temin edecektir. Ah keşke, ah keşke...
- tarihinde hazırlandı.