Duvarın üzerindeki eli sopalı adam
Sosyal ve politik konularda dünyanın en itibarlı kuramcıları arasında yer alan Benjamin Barber'in hoş bir benzetmesi var: Siyasetin yolunda yürürken nasıl yürümem lazım diye düşünmüyorsanız, o ülkede demokrasi vardır. Ama eğer boyunca yürüdüğünüz duvarın tepesine eli sopalı biri tünemiş, sopayı yumuşak bir biçimde avucuna vurup durmaktaysa; ve siyasetin yolunda yürüyenler salt bu sopalı adam yüzünden nasıl yürüdükleri konusunda endişeliyseler, orada totaliter bir tahakküm vardır...
Demokratlık bütün diğer zihniyetler gibi kendine özgü bir ‘insanlık durumu'ndan hareket eder. Bu insanlık durumu, hiçbir insanın kendi başına gerçekliğin bir bölümüne bile ulaşamaması bir yana; tüm insanlar bir konuda anlaşsalar bile, savundukları tezin doğru olmayabileceğini ima eder. Dolayısıyla oy sayımından hareketle çoğunluğun taleplerinin egemen olması fikri gerçek bir meşruiyete sahip değildir. Diğer taraftan herhangi bir kişi, grup, zümre veya odağa ait fikirlerin tüm toplum için ‘doğru' olduğunu savunan otoriter bir yaklaşımın; ya da ‘doğru'nun kaynağının İlahi olduğunu ve bunu en iyi belirli bir bakışın yorumladığını söyleyen ataerkil zihniyetin de demokratlık açısından makbul olamayacağı açıktır. Çünkü bütün bu yaklaşımlar insan olarak ‘haddimizi aştığımız' önermelere dayanırlar.
Bu durumda demokratlık kendi öznelliğini bilen, kabullenen ve bu öznellik içinde çözüm arayan bir bakışı ifade eder. Kendine yetmeyen bireyin, kendine yetmeyen başka bireylerle birlikte ortak kaderlerini belirleme arayışıdır bu... Bu nedenle de demokratlık ‘öteki'ne muhtaçtır. Bunu iyi niyetinden ya da hoşgörüsünden yapmaz... Öteki ile ilişkiye geçmek, onun fikrini almak, demokrat zihniyetteki biri için ‘doğal' durum olmakla kalmaz; herhangi bir önermenin meşruiyeti açısından da gerekli zemini oluşturur. Çünkü kendi öznelliğini bilen insanın önündeki tek yol bu öznelliği mümkün olduğunca genişletmek ve toplumsallaştırmaktır. Katılımcılık bu nedenle demokratlığın temel dinamiğidir. Aynı nedenle çoğunluk ölçümlerine değil, ikna mekanizmalarına yaslanır; bir karardan etkilenebilecek herkesin o karara katılmasını olanaklı kılacak bir ademi merkeziyetçiliği vurgular; katılımı anlamlı ve işlevsel hale getirecek bir şeffaflığı savunur...
Bu ilkeler ‘karşı olmadığımız' iyi önermeler değil; vazgeçilmez gördüğümüz, aksi halde hiçbir kararın meşruiyet kazanamadığı temel dayanaklardır. Demokratlık diğer zihniyetlere eklemlenerek sahip olunacak bir nitelik değildir. Tekrar altını çizelim: Gerçek anlamda demokrasi, sadece parlamenter çoğunluk olarak kavrandığı sürece, mümkün görünmüyor. Dolayısıyla, çoğunlukçuluk sivilleşme, farklılıkların gözetilmesi, katılımcılık gibi, yaşam ve özgürlük alanını genişleten bir çoğulculuğa dönüşmezse, Türkiye dâimâ vesayetçi rejimlerle idare edilmeye mahkûm kalacaktır. Çünkü bu yapıda karar alıcı mekanizmaya yakın çevrelerin, belirlenen politikalarda, her kesimi içeren evrensel bir katkı aramak yerine, sadece kendilerine yönelmeleri kaçınılmaz olmaktadır.
Bu yapı son iktidar dönemine mahsus değil, toplumumuzun zihin dünyasını biçimlendiren tarihsel ve kültürel kodlarında yüzyıllarca süregelmiştir. Ülkemizin özgün durumu nedeniyle imparatorluktan bugüne gelen mevcut zihniyet kalıbı, devletin ve ideolojik aygıtlarının son derece istikrarlı ve kararlı olarak topluma ve kültürlere dayattıkları ideolojik yargılar, kutsal inançlar ve dogmatik fikirler olarak ortaya çıkmaktadır. İdeolojik olması nedeniyle kapsayıcı olmayan, farklılıklara tahammülsüz, kutsallaştırıcı ve dogmatik olması sonucu hukuk, özgürlük, adalet, barış ve insaniyet gibi değerleri dışlayıcı bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla, yıllardır yaşamakta olduğum Fransa'nın ve genel olarak Batı'nın en iyisi diye umdukları Türkiye'de de İslâm'ın artık demokratikleşemeyeceğini gözden çıkarmışa benziyorlar şimdi. Topraklarımızda tarihin başka tarzda işlediği, sosyal ve siyasal kurumların başka türlü şekillendiği; o yüzden “devlet”in tecellisinin de Batı'dakinden bir hayli farklı olacağı, bir an için çıkıp gitmişti akıllardan.
Modernlik Batı'da geçmişin geleceği büyük ölçüde belirlediği ve anlamlandırdığı bir süreç olarak yaşandı. Geleceğe yatırım üzerine kurulu çekirdek aile nosyonu, yarın için bugünü feda etmeye hazır nesiller üretirken; bu hayalin ortaklaşa yaşanması da ‘toplum'un psikolojik harcını oluşturdu. Böylece çeşitli yerelliklere ve inançlara mensup insanların, ulus-devlet oluşma sürecinde yaşanan hırpalanmalardan sonra bile bir tür ‘birliktelik' ve ‘ortaklık' fikrine gelmeleri mümkün oldu. Dolayısıyla kritik nokta tarihsel süreç içinde eşitlik bağlamında bir araya gelemeyen insan gruplarını ‘gelecekte' eşitleyecek güvenilir sistemlerin oturtulmasıydı.
Türkiye Cumhuriyeti, demokrasinin, modernliğin meşruiyeti için gereken bu önkoşulu bir türlü kavrayamadı, gerçek halkı veri alan ve o halkı demokratlık/modernlik etrafında bütünleştiren bir toplum tasavvuruna sahip olamadı. Aksine yönetenlerin bir tür cemaat olmasına paralel olarak, ülkede cemaatçilik körüklenirken; devleti sahiplenenler toplumsal talep ve değişimleri kendi cemaatsel alanlarının daralması olarak algılayarak engellediler... Oysa, küresel dünyamız cemaatçiliği ‘yeniden doğan' ve çağdaşlık/modernlik içinde yer talep eden etnik ve dinsel kimlikler üzerinden yaşatıyor. Dolayısıyla bugüne dek o kimlikleri layıkıyla entegre edemeyen, bir ‘toplum' üretemeyen, kendisini cemaatçiliğe mahkûm eden Türkiye şimdi o kimlikler dünyasının tuzağına düşmüş durumda.
Hükümet, ayyuka çıkan yolsuzluk ve rüşvet iddialarını örtbas etmek için herkese savaş açmış, dağılmış ve savrulmuş bir görüntü çiziyor. Rüşvet ve yolsuzluk kisvesi altında hükümete karşı bir “darbe” girişiminde bulunulduğu iddia ediliyor. İşin içinde iç ve dış olmak üzere birçok “mihrak” var, “komplo” var, “lobiler” var, “paralel devlet” organizasyonlarının var olduğu öne sürülüyor. Diğer taraftan, yolsuzluğa adı karışan dört bakanla ilgili fezlekeler Meclis'e bir türlü gelemiyor. İnternete, medyaya yasaklar getiriliyor. Televizyonlara, gazetelere, yazarlara baskı uygulanıyor. Bunu yaparken, aynı zamanda, topluma yeni demokrasi paketi(!) sunulabiliyor, anlamak zor. Komplo teorilerinden, ihanet ve düşmanlık söylemlerinden demokrasi mi çıkar, otoriterlik mi? Hukuk mu doğar, zulüm mü? Özgürlük mü gelir, baskı mı? Demokrasiyi, hukuk devletini ve özgürlükleri dert eden insanlarımız haklı olarak endişeliler.
Demokratik kültürün egemen olduğu bir nizamda üç bakanı çekilmiş bir heyetin başbakanı, en azından ve nezaketen, “kaçınılmaz hata” gerekçesiyle istifasını ânında Cumhurbaşkanı'na sunması gerekirken, yolsuzlukları örtme çabalarına “demokrasiyi kurtarma” kisvesi verebiliyor. “Yahu ya bu iddialar?” diyene eğer direkt “Haşhaşî” ya da “çete mensubu” muamelesi yapmıyorsa, “mesele o değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı?” diyor; bir anda, hadi “aptal” demeyeyim, “Allah'ın safı” durumuna düşürülüyor, “paralel devletin uşağı” oluyorsunuz.
Ağaçlarla uğraşmaktan ormanı görmeyi unutmaktır bu. Başbakan'ın iki ay önce istifa etmemiş olması, ülkemizde demokratik siyasetin ve prensiplerin işleyişini bir kişinin varlığına raptediyor. Oysa, tekrar altını çizerek hatırlatmakta fayda var: Demokrasi, halk tarafından seçilmiş de olsa tek adamın devletin bütün yetki ve ayrıcalıklarını kendisinde toplamasına karşıdır.
Benjamin Barber'in vurguladığı, ülkemizde yaşanan siyasi karmaşıkları kavrama yönünden, yerinde olan bir tespittir: bu gidişatla, duvarın üzerinde tünemiş eli sopalı adam bizi vahim bir çıkmaza ve bir karanlığa götürüyor. Türkiye kaybediyor bu durumdan. Bunu bize yapmaya kimsenin hakkı yok...
- tarihinde hazırlandı.