Yeni bir dünya

Kurban...

Ateşlerde yürüyen bir kalb kahramanının; "Allah'ım bana bir erkek evlat ihsan edersen sana en çok sevdiğim şeyi kurban edeceğim." sözleriyle insanlığın önünde açılan sonsuz bir sevgi kapısı...

Allah'ın dostum dediği Hazreti İbrahim: "Sana en sevdiğim şeyi kurban edeceğim." dediğine göre demek ki kurbanın içinde bir sevgi var, hem de esrarlı bir sevgi...

Demek ki kurban sadece kan değil, kesme değil...

Demek ki kurban bir sevgi medeniyeti...

Demek ki, gözler nuru gönüller süruru bir evlat için en sevilen şey feda edilebilir.

Demek ki en sevilen şeyler feda edilemeden yeni bir nesil yeni bir diriliş mümkün değil.

Ya en sevilen şey, gelişine güller dökülen, bir ömür boyu yolu gözlenen bir evlat ise...

Rüyalar arka arkaya geliyorsa...

"Ey İbrahim! Hani en sevdiğin şeyi kurban edecektin?" diye ötelerden ilahi sesler geliyorsa...

Rüyalar bir kâbusa dönüşüyorsa...

Kınalı koçlar, koyunlar, develer başını bıçağa uzattığı halde rüyaların ardı arkası kesilmiyorsa...

Nasıl çözülür bu girift bilmece...

Gök kubbeye diklenen alevlere atılırken bile hiç tereddüt etmeden ateşten gömleği sırtına geçiren bir baba ne yapsındı şimdi?

Çaresizdi...

Yaşadığı devir de çağların çıldırdığı devirdi.

İnsanlar, yıldızları, ayları, güneşleri, putları, suyu, ateşi tanrı biliyordu. Ama Allah'ı bilmiyordu.

Bu durum onun yüreğini kor gibi yakıyordu.

Onun içindir ki putların devrilişinden tutuşan yangınlara fırlatmıştı kor gibi yüreğini.

Seven, sevilene ateşinde yanıp kül olurcasına koşmalıydı.

Sevgide ebedileşme ancak böyle olurdu.

Ateşe aşkla koşan, yanacak her şeyi birden ateşe atan, kalb kahramanı çaresizdi...

Yanıp kül olacağı, yok olacağı alevlerden sapasağlam çıkan, ateşin, kendisinde yakacak bir şey bulamadığı sultan çaresizdi.

Ateşlerde açan gül şimdi ne yapsındı...

Rüyaların ardı arkası kesilmeyince oğlu İsmail'e açtı çaresizliğini...

İsmail... Öyle sevimli, öyle güzel... Yıldızsız gecelerden daha siyah saçlar, dolunayın bile ışık dilendiği bir yüz, yeni doğmuş hilal kıvrımında kaşlar... Zemzem kuyusu kadar derin ve zemzem suyu kadar berrak, duru bir gönül...

"Beni sabredenlerden bulacaksın babacığım!"

Ceylan salıntısı İsmail'inin elinden tutup Mina'ya doğru yola çıktı.

O nasıl bir yolculuktu? Bir evladı kurban etmeye götürmek nasıl bir duyguydu? Bağrı yanan çöl, bağrı yanık bir babanın gözyaşlarıyla nasıl ıslanıyordu?

Harun Tokak: Yeni bir dünya

Çöl neden susuyordu, dağlar neden susuyordu, gökler neden dile gelmiyordu? Neden dağlar, taşlar Hazreti İbrahim'in önüne dikilip "bu ceylanı sana vermeyiz" demiyordu.

Her şey lal kesilmiş seyrediyordu.

Konuşan, koşan, mekik dokuyan sadece şeytandı...

Gözlerini bağlamaya çalışınca dile geldi siyah sürmeli, iri gözlü suskun ceylan; "Kendini yorma babacığım."

Bıçağı çaldı boğazına.

O da ne? Değil kesmek, sürmeli ceylanın boynuna bir çizik bile atmıyordu bıçak.

"Ah babacığım! Benim de korkum buydu. Bak merhametin galip geldi, takatin tükendi, gücün yetmiyor beni kesmeye."

İbrahim bıçağı taşa vuruyor, taş bir peynir kalıbı gibi baştanbaşa biçiliyordu.

"Ey bıçak taşa çalıyorum, peynir kalıbı gibi ikiye bölüyorsun, ete çalıyorum çizik bile açmıyorsun."

"Ben ne yapayım, ben de arada kaldım, sen "Kes!" diyorsun, Rabbim "Kesme!" diyor."

"Bir insan öldürmek bütün bir insanlığı öldürmek gibidir" diyen Rabbimiz İsmail'i kestirmiyordu, kestirmezdi...

Onun bedeline bir koç geliyor göklerden...

Koç, boynunu uzatıyor, İsmail'i değil beni kes diye...

Bir İsmail'in kurtulması için bir koç yetebilir ama bütün İsmaillerin kurtulması için sahralar dolusu koçlar gerekir, Hazreti İbrahim gibi her yangına koşan adanmış koçyiğitler gerekir.

"Ben kurban edilmekten kurtulan iki babanın evladıyım." diyor Güllerin Efendisi (sas)...

Dedesi Abdulmuttalib'in de hiç evladı olmamış. O da, "Allah'ım bana evlatlar verirsen içlerinden en sevdiğimi sana kurban ederim." diye yalvarmış.

Allah on bir evlat vermiş ama içlerinden en sevdiği Peygamberimizin (sas) babası Hazreti Abdullah olmuş.

Bir gün, kurban etmek için oğlunun elinden tutup çöle doğru yola çıkınca bütün Mekke tekmil karşısına dikilmiş, "Yüzü bir nur gibi parlayan bu güzeller güzeli damıtılmış delikanlıyı sana vermeyiz, ona kıyamazsın!" demişler.

Çünkü onun yüzünde, yeryüzünü ışığıyla yaldızlayacak olan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldürecek olan Güllerin Efendisi'nin güneşlere ışık veren şavkı varmış.

O babalar kurtulmalıydı.

Onlar kurban olsaydı insanlık kurban olurdu. Onlar kurban olsaydı insanlık yolculuğuna Hazreti Muhammed'siz (sas) devam ederdi. O yol çıkmaz sokak Olurdu. Muhammed'siz (sas) bir dünya, dünya değildir, kıyamettir, vahşettir. Öyle bir dünyada bütün merhamet pınarları kururdu, gül açmaz, çağlayan akmazdı...

Kıyamet çoktan kopardı.

Muhammed'siz (sas) bir dünya değil insanlara, meleklere bile hicran olurdu, inmezdi melekler yeryüzüne, bereket inmezdi toprağın yüzüne, bulutlar bir damla su göndermezi üzerimize.

Cebrail de bunu hissetmiş olmalı ki adeta sensiz dünyayı ne edeyim dercesine; "Ya Rasulallah senden sonra sadece bir kaç defa inerim" diyordu.

Bir keresinde ilmi, diğerinde de emaneti alır götürürüm.

Yürekleri cömertlik pınarları gibi coşan emanet kahramanları yeryüzünü hala bir mekik gibi dokuduğuna, Kur'an, kurban, ezan emanetine sahip çıktığına göre Cebrail henüz inmemiş olmalı.

Yeryüzünün yeni emanet kahramanları yeni bir dünya kuruyor, Muhammedî bir dünya...

Bunca yıkılıştan sonra ikinci dirilişin ışık orduları, mefkûre muhacirleri kıtalarda mekik dokuyor.

Koşmalarıyla, kurbanlarıyla, yeni bir nesle kan oluyor, can oluyor.

Kâbe'nin, Hacer-ül Esved'in bir çınar kökü gibi tutması ve hep diri kalması için İsmail'in kanı değil kanın şırıltısı yettiği gibi yeni bir insanlığın yeniden ayağa kalması için her zaman o uğurda can vermeye hazır oluş iradesi gösteriyorlar.

Alevlerin arasından yürüyüp çıkan, Nemrut'un ateşini mazlum milletlerin şafak pırıltısı kılan, yolları bir urgan gibi beline dolayarak yeni bir milletin doğuşuna doğru koşan kahraman, çölde taş taş, duvar duvar Allah'ın evi Kâbe'yi yükseltirken; "Allah'ım boğazlanmaktan kurtardığın oğlum İsmail'le sana bir ev inşa ediyoruz kabul eyle, sen her şeyi görüyor, her şeyi biliyorsun!" diye yalvardığı; önce Allah'ın evini sonra Allah'ın evinin yanında kentler kurduğu, o kentlerde bir millet yükselttiği gibi; Anadolu insanı da çöller içinde kentler kuruyor, çölleri kentlere çeviriyor.

Çünkü onlar millet-i İbrahim'dir.

Şeytan sinsi sinsi yaklaşır "Fakir olursun, bayramdır dinlen, çoluk çocuğunla zaman geçir!" dediğinde nefislerine doğru değil, Allah'a doğru koşarlar.

Çünkü insanlığın özgürlüğü bu koşmalardadır.

Gecenin karanlığında çölün en uzağından geçen kervanlar benim ateşimi görüp gelsinler, konağımda yiyip içsinler diyen, cömertliğiyle dillere destan olan Hatem-i Tai; "Yak köle, ateşi tutuştur; soğuk sert, kış çetin, ne kadar çok insan gelirse o kadar erken hürriyetine kavuşursun!" dermiş.

Bu gün insanlığın özgürlüğü Anadolu'nun koç yiğitlerinin yüreklerinden yükselen bu cömertlik ateşinde.

İnsanlığın özgürlüğüne giden yol bu Anadolu ateşinin içinden geçmektedir.

Onun içindir ki bir zamanlar uçsuz bucaksız çöllerde kervanlar, hep Medine'ye doğru aktığı gibi şimdi de Asya'dan, Avrupa'dan, Afrika'dan, Amerika'dan kalkan uçaklar, Anadolu insanının tutuşturduğu bu cömertlik ateşine doğru uçuyorlar.

Anadolu insanı da;

"Ya Rab ya bir çift kanat ver ya beni kuş eyle!" diyerek onlara doğru kanatlanıyor.

Bir yarış bir koşuşturma var yeni dünyada.

Yeni bir dünya kuruluyor.

Anadolu insanı bütün bir dünyaya yetmeye çalışıyor, o ruhla koşuyor.

Yeryüzünün ilk kınalı küheylanı Hazreti İbrahim'in adanmışlık ruhuyla koşuyor.

Hazreti Musab'ın Medine'ye koştuğu gibi, Güllerin Efendisi'nin; "sizler gökteki yıldızlar gibisiniz" dediği ormanların aslanları olan sahabelerin kandil kandil kıtalara koştuğu gibi koşuyorlar.

Gelecek nesillere bir davet mektubu, bir adanmışlık anıtı gibi duran kabirleri ile karşılaştıklarında; " dün sizler koştunuz, bu gün sıra bizde" diyorlar.

Koşuyorlar....

Çanakkale'de kurban verdiği 250 bin kınalı kuzunun ruhlarına sarınarak koşuyorlar.

Yetimliğin yılgınlığına düşmeden, yetim ve mazlum milletlerin ufkunda bir şafak pırıltısı olmaya koşuyorlar.

Akşamın alacakaranlığında başındaki beyaz yaşmakla Bilecik istasyonunun taş duvarlarına bükülmüş belini dayayarak, oğlu Hüseyin'e; "Oğlum! Hüseyin'im! Babanı Dimeteko'da, dayını Şıpka'da kaybettim, iki kınalı kuzumu Çanakkale'ye verdim. Sen benim son yongamsın, senden dönmezsen anan bir başına kalacak, ekini kendi ekecek, tarlayı kendi sürecek, uzun kış gecelerinde ocak başında bir başına oturacak... Git oğlum! Git! minareler ezansız, camiler Kur'ansız kalacaksa seni de istemiyorum" diyen büyük ruhlu analardan devraldıkları emanet duygusuyla koşuyorlar.

Düğün günü davullar vurulurken, köyün minaresinden "On beşlileri Çanakkale'ye çağırıyorlar" diyen tellalın sesini duyunca; "Vatan bu, namus bu, emanet yüreklere bırakılmaz, gitmem lazım ana!" diyen; anasının, "Oğlum, Bekir'im! Ya dönmezsen, ya şehit olursan Ayşe'mize ne derim? dediğinde; "Ayşe'ye selam söyle eğer dönemezsem eğer şehit olursam cennette Peygamberimizi dünürcü gönderip onu yine isteyeceğim" diyerek cepheye koşan ve bir daha dönmeyen Tokatlı Bekir çavuşun ruhuyla koşuyorlar.

"Bütün bir dünyaya gün doğa bayram o bayram ola!" sözünü asrın alnına bir çelenk gibi asarak koşuyorlar.

Kendi çocuklarıyla değil, siyah incilerle bayram etmeye, kendi çocuklarıyla oynamaya fırsat bulamadıkları oyunları onlarla oynamaya, bayramda onları sevindirmeye, onları giyindirmeye koşuyorlar.

Yeni bir dünya kuruluyor.

Kara kıtada yüzler gülüyor, kuşlar cıvıldıyor, ırmaklarda gün dönüyor, zirvelerden boşalan sular bahar naraları atıyor.

Ezan sesleri, sala sesleri, tekbir sesleri geliyor asırlık suskun diyarlardan. Sibirya'dan, Somali'den Sudan'dan, Kongo'dan, Tanzanya'dan... Ruanda'dan, Burundi'den, Papua Yenigine'den...

Geceyle gündüz gibi yan yana gelmesi imkânsız gibi görünen siyah insanla beyaz adam açık hava namazgahlarında yan yana, omuz omuza saf tutuyorlar, bir birbirlerine sarılıyorlar.

Süleymaniye'deki bayram sabahının sevincini taşıyorlar kıtalara.

Sırtında ağır bir yük taşıyan Sakarya gibi, başını taştan taşa vurarak akan cömert Nil gibi boşalıyorlar yanık yüreklere.

Kardeşlik kapısını kurbanlarla çalıyorlar.

Eğri büğrü teneke ve tahtaların yarıklarından yağdığında yağmur, doğduğunda güneş giren, rüzgârsa; istediği her yerden her an yol bulabilen ama mutluluk, kapısına bile uğramamış, derme çatma barakaların kapılarını kurbanlarla çalıyorlar.

Acılar, iniltiler, hastalıklar, ağrılar, umutsuzluklar, çaresizlikler içinde kıvranan karanlık evlere bayram sevinci götürüyorlar.

Yetimlere baba, öksüzlere anne, susuzlara su, karanlıklara ışık olmak için koşuyorlar.

Beyaz yürekler, hiç bayram girmemiş, et yüzü görmemiş evlere giriyor, onlarla bayram ediyor.

Yine kapısına teröristler geldi zannıyla kapının arkasından; "Gidin artık! İki oğlumu aldınız, size verecek bir şeyim kalmadı, bir kızım kaldı onu da size asla vermem!" diye seslenen bağrı acılar yurdu yaşlı anaya; "Ana biz senden kurban almaya değil, sana kurban olmaya geldik" diyorlar.

Anadolu insanı kan-tere batmış bir küheylan gibi soluk soluğa koşuyor, kurbanlarıyla koşuyor, kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir duygusuyla koşuyor.

Koşmalarıyla yeni bir dünya kuruyor.

Kurbanlarla kurtulan İsmaillerle yeni bir dünya kuruluyor.

Bu yeni dünya taş taş, duvar duvar yükselirken tıpkı Hazreti İbrahim gibi ellerini kaldırıp şöyle yalvarıyor; "Allah'ım! Kurban olmaktan kurtardığın İsmaillerle yeni bir dünya kuruyoruz. Ey her şeyi işiten her şeyi bilen Allah'ım! Adanmışlık ruhunun anıtı Hazreti İbrahim'den Kabe'yi kabul ettiğin gibi, senin için kurduğumuz bu yeni dünyayı, bu Muhammedi dünyayı kabul eyle."

Bu yazı ilk olarak h​arun​toka​k.co​m'da yayınlandı.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.