Yüzleşme zamanı gelmedi mi?

Aşk bir algı yanılmasıdır. Etkisi geçene kadar maşukun olumsuz yönleri görülmez, sonra da hayal kırıklığı yaşamamak için görmezden gelinir. Aşk ne kadar derinse hayal kırıklığı da o derece büyük olur çünkü. Hemen ‘kadın yazar işte aşk meşk konularına girdi’ demeyin. Zira bu kural sadece iki insan arasındaki aşkta değil, toplum-lider ve parti-seçmen ilişkisinde de geçerli.

Özellikle 17 Aralık’tan itibaren yaşanan süreç bir hükümet-cemaat kavgası olarak yansıdı, yansıtıldı. Örtüşen tabanda derin üzüntüye yol açan bu ayrışma, iki tarafın da yeminli eski düşmanlarını sevindirdi. Halbuki söz konusu demokratik prensiplere, hak ve adalet kavramlarına bağlılıksa tablo net. Yeni anayasadan yolsuzluklara karşı tepkiye, yargıya müdahaleden hâlâ devam eden fişlemelere kadar her konuda cemaatin durduğu yer değişmemesine rağmen sanki hükümete verilen destek geri çekilmiş ve hatta bir komploya ortak olunmuş gibi bir algı yaratıldı. Siyaset biliminin temel kuralına göre seçmen rasyoneldir. Hükümetlere kişiler ve partilerden dolayı değil, onaylanan icraat ve demokratikleşme için destek verildiğini anlamak bu kadar zor olmamalı. Cemaatin hükümetin düşmesinden ve istikrarsızlıktan ne gibi bir çıkarı olabilir?

Hükümetin özellikle Uludere’den itibaren statükonun adeta bekçisi haline dönüşmesi, devlet şerik kabul etmez deme noktasına gelmesi uzun yıllardır destekçisi olan kesimler için kabullenmesi zor gerçekler. Kimi bu gerçeği çabuk gördü ama kimi tıpkı âşık olduğu kimsenin değişen yüzünü görmek istemeyen biri gibi ‘inkâr’ politikasını seçti. Bugün duyduğumuz en anlamsız komplo senaryolarının bile alıcısı olması biraz da bundan. Yoksa meydanlarda sürekli nefret ekilir, alenen yargı üzerinde baskı kurulur, keyfî şekilde hukuk adeta tek adama bağlanmaya çalışılırken bu tabloyu görmemek başka türlü açıklanabilir mi? Alternatifin eski Türkiye’ye dönmek olmasından korkan geniş kitleler, haliyle devasa hataları bile sineye çekmeyi düşünebiliyor. Çıkar kaygısıyla her dönemin insanı olanlar farklı tabii. Medya ve demokrasi üzerinde artan baskıya tepki gösteren cemaatin tavrını intihar olarak tanımlayan bile çıktı. Bir an için, doğası gereği çıkar grubu olan partilerin aksine ideallerin birleştirdiği cemaatin çıkar peşinde olduğunu ve hükümete biat etmeyerek intihar ettiğini varsayalım.

Peki yolsuzlukları soruşturanların açıkça hedef gösterilmesini, bir zamanlar kahraman savcı ilan edilen Zekeriya Öz hakkında yapılan yalan yayınları ve Başbakan’ın kendisini tehdit ettiği iddiasını nereye koyalım? Ya da toplumda sadece yolsuzlukları örtme çabası olarak algılanan operasyon yapan (ve yapma ihtimali görülen) ekipleri görevden almayı nasıl açıklayalım? Panik havası içinde verilen bu yanlış kararlarla işini dürüstçe yapan ahlaklı bürokratların hepsi cemaat üyesi ilan edilmiş olmuyor mu? Peki içeriye konuşurken sanki dünya bizi duymuyormuş gibi rahatça söylenen ama ABD’den tepki gelince çark edilen ‘büyükelçileri komplonun parçası’ iddiasını nereye koyalım? Ya önce imam hatip bağışı ilan edilen ayakkabı kutusundaki paraların sonra hata olarak kabul edilmesini? Hükümeti eleştirmenin bile adeta gayrimeşru ilan edilmesi sağlıklı bir demokrasiye mi işaret? Cemaat denilen bir toplumsal gerçek olmasaydı bu sorular ve çelişkiler yerli yerinde durmayacak mıydı?

Algılar bazen gerçekleri geri planda bırakacak kadar önemli ama cemaatfobinin gerçek soru ve sorunları gölgelemesine izin vermemeli. Kafalardaki âşık imajını yıkma pahasına da olsa. Artık inkâr safhasını geçip kabullenme ve yüzleşmenin zamanı gelmedi mi?

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.