Ümide yürüyen ilkler

Ümide yürüyen ilkler

1993 Mayıs'ının son günleri, bir grup esnafla Azerbaycan'a gitmiştik. Hazar'ın kenarında Bakü'yü gezerken hoş iklimli, yeşili bol, verimli; fakat geri bırakılmış bir şehir gerçeğiyle yüzleştik. Hiç görmediğimiz hâlde, eskiden beri âşina olduğumuz insanların, o hoş sohbet kardeşlerin hâllerinden varlık içinde nasıl fakir bırakıldıklarını gördük. Yakınımızda olmalarına rağmen, Azeri lehçesinde söylenen türkülerden başka bilgimiz yoktu burası hakkında.

Birkaç yıl önce yıkılan duvarlardan hemen içeri giren gönüllü yiğitler, vakit geçirmeden kardeşlerine el uzatmışlar; ilk eğitim yuvasını Bakü'de açmışlardı. Zaten biz de, Türkiye'den bu niyetle, başka bir vilâyette okul hazırlığı için gelmiştik. İki gün Bakü'de kaldıktan sonra, birlikte geldiğimiz altı arkadaşla kuzeydeki Gence şehrine doğru yola çıktık. Eski model bir arabayla, güneyden kuzeye Kafkas dağlarının eteklerine doğru devam eden yolculuğumuz boyunca uğradığımız her beldede, sanki yeni keşifler yapmış gibi heyecan duyuyor; bizden önce oralara varmış kâşifleri gördükçe ve tanıdık yüzlere kavuştukça mutlu oluyorduk.

Kardeş ülkeyi bir uçtan diğer uca bağlayan ana yol ve onun üzerine sağlı sollu dizilmiş irili ufaklı şehirler, yaşanmış ve yaşanmakta olan hayata dâir ipuçları veriyor, bir yurdun ıstırabına şahitlik yapıyordu. Yamalı bohçaya benzeyen yolda sarsıla sarsıla ilerlerken, şairin bizim iller için söylediği, "yıkık viraneleri" buralarda da görüyorduk. Anlaşılıyordu ki, kardeşlerinin derdiyle sızlayan kalbler, yaşaran gözler, kucaklaşmak için öncelikle buraları seçerken, elbette rastgele karar vermemişlerdi. Nice zamandır tan yerinde bir kızıllık işareti, seher yeli esintisi beklemiş, takdir-i İlâhî tecelli edince de hiç gecikmemişlerdi. Bunu yol boyunca uğrayıp bazen üç-beş saat kaldığımız, bazen gecelediğimiz şehirlerdeki aydınlık yüzlü hicret kahramanlarının varlığından anlıyorduk.

Evet, onlar sadece bağrından çıktıkları milletlerine karşı değil, gittikleri yerlerin insanlarına karşı da, vefa hisleriyle doluydular.

Bakü'den çıktıktan sonra ilk mola yerimiz, Kür nehri kenarındaki Kürdemir oldu. Hazar'a dökülen nehrin verimli bir vadisine kurulmuş bu şehirde bir eve misafir olduk. İki genç insan... Yaşları on dokuz-yirmi var yok. Buraya geleli henüz bir yıl olmuş. Ev bulmakta sıkıntı çekmişler. Çaresiz dolaşırlarken, bir şehrin valisi durumlarından haberdar oluyor. Onlara şehrin kenarındaki yazlık evini tahsis ediyor. Evin öyle lüks bir tarafı yok. Kira verecek imkânları olmadığından, bu ev, arkadaşların derdine âdeta ilâç oluyor. Vali gelenlerin kadrini biliyor; "Ben size inanıyorum. Siz bizim için geldiniz. Alın size ev, vazifenizi yapın." diyor. İki çekyat, basit bir masa, birkaç parça mutfak eşyasından başka evde bir şey bulunmuyor. Perdeler pencereyi zor kapatıyor.

Akşam için yemek hazırlığı yapıyorlar. Sofraya birer kase çorba ve sade bir yemek geliyor. Rengi oldukça koyu birkaç parça ekmeği bölüşüyoruz. Anlıyoruz ki, şartlar düşündüğümüzden daha zor. Türkiye'deki esnaf ve işadamlarımızın verdiklerinden buralara ulaşanlarla ihtiyaçlarını temin edip, vazifelerini yapmaya çalışıyorlar. O zamanlar, bu vazifeyi omuzlayan esnafların imkânları ve sayıları bugünkü gibi değil. Demek ki, gönderilen yetmiyor. Hâllerini soruyoruz; fakat ağızlarından şikâyet adına tek kelime çıkmıyor. Buralarda kendileri için hiçbir plân-projeleri yok, bütün vesileleri hizmet için değerlendiriyorlar.

"Günler nasıl geçti?" diyoruz. Sözü bir yaş kıdemli olan alıyor: "Burayı vatan bildik, bu süre içinde Türkiye'ye gitmedik. Nice yalnız günler, nice ıssız akşamlar geçirdik. Günlerce selâm verecek birini bulmak için fırsat kolladık. Derdimizi açacak bir gönül aradık. Çocuklarla oturduk dertleştik. Sokak aralarında kurdukları oyunlara iştirak ettik. Ürkek bir hâlleri vardı; ama gözlerinden muhabbetlerini okuyorduk. Biliyorduk ki, gelişimize sevinmişlerdi. İlk zamanlar hep böyle bakışarak konuştuk, sessizce anlaşıyorduk. Her sabah evden yeni bir ümitle çıkıyor; akşam biraz mahzun dönüyorduk. Bazen yalnızlığımızı şu nehirle paylaşıyorduk. Kaç kere kıyısına bağdaş kurup dertleşmişizdir onunla. O da bu ülkenin derdini taşıyordu Karabağ'dan Hazar'a. 'Dert yüklüyüm.' diyordu âdeta. Biz de, 'Sana selâm getirdik, kardeşlerin Sakarya'dan, Fırat'tan.' diyorduk. 'İnancımız var, bak nasıl yeşerecek ümitler!' diyorduk. Ve bu toprakların insanlarının çok maharetli olduğu şiir diliyle anlaşıyorduk kimi zaman:

'Bu akşam bana bir ninni bestele,
Güftesinde Sakarya, Fırat olsun.
Niçin geldim diye bana üstele,
Cevabım hasretle yanardım olsun.'

Günler böyle geçerken, sessizliği ilk bozan, çocuklar oldu. Birer ikişer sardılar etrafımızı. Sonra ağabeyler, sonra amcalar, teyzeler, nineler açtılar kapılarını. 'Niçin geldiniz?' dediler. 'Talebeyiz.' dedik. Azeri lehçesinin kelâm-ı kibarıyla; 'Siz şakirtliği aşmışsınız, melim (muallim) olmalısınız. Hâlinizden anlamışız, bizim uşaklar size şakirt olsun.' dediler. İşte böyle Rabb'imiz lütfünü beklediğimizin kat kat fevkinde serpiyordu üstümüze. Artık akşamlarımız şenlenmiş, gündüzlerimiz bereketlenmişti. Cenabı Hak evimize Ashab-ı Suffe bereketi verdi."

"İşte böyle..." dedi Kürdemir'deki o iki alperen, ışık süvarisi. Ve "Yolcu yolunda gerek!" deyip Gence'ye gitmek üzere onlardan müsaade isteyip yola çıkıyoruz.

Acaba Gence'de durum nasıldı? Arabamız kuzeye doğru ilerlerken, bir yandan sağlı sollu manzarayı seyrediyor, bir yandan da zihnimde bu şehri canlandırmaya çalışıyordum. Muhayyilemi zorlasam da buğulu bir görüntüyü aşamıyor, berrak bir tablo oluşturamıyordum. Bu kültür ve medeniyet şehri hakkında bildiğim tek şey, edebiyat kitaplarında birkaç şiiri olan Genceli Nizami'nin burada yaşadığıydı.

Önce Kafkas dağlarının zirveleri, sonra etekleri, nihayet Gence'nin silueti göründü. Şehrin dış mahallelerine vardığımızda akşam olmuştu. Rehber kardeşimizle birlikte, doğruca kalacağımız eve gittik. Bizi beş genç karşıladı. Günlerce bizi beklediklerini söylediler. Doksan üçlerde, şimdiki gibi Türkiye'den geliş-gidiş trafiği yoktu. Buraya gelişleri gönüllerince olsa da, sılaya hasretleri var. Gelenleri bağırlarına basıp, teselli buluyorlar. Hatırladığım kadarıyla beş kişinin biri esnaf, biri öğretmen, üçü talebeydi. Henüz kışı yaşayan bu topraklara kardelenler gibi düşmüşler, baharı müjdelemek üzere sümbül vermeye hazırlanıyorlardı. Daha ilk akşamımız olmasına rağmen, uğradığımız önceki yerlerde yaşadığımız mahrumiyeti burada da gördük. Gelişlerinin üzerinden iki yıla yakın zaman geçmesine rağmen, maddî ihtiyaçları itibariyle hep sıkıntılı günler yaşamışlar. Gün olmuş bir öğün yemekle, bazen de ağızlarına hiç lokma koymadan yatmışlar. Birbirlerinin çoraplarını ödünç aldıkları, paltolarını sırayla giydikleri zamanlar olmuş. Ama vazifelerini hiç tehir etmemişler.

Sabah şükür ve ümitle çıkmışlar, akşam hep kârlı dönmüşler yuvalarına. Gencelilere; "Size selâm getirmişiz!" deyince, selâmlarına karşılık bulmuşlar bu vefalı insanlardan. Hanelerini açmışlar, ekmeklerini paylaşmışlar. Bir gün dost meclisinde; "Neçe geldiniz?" diye sorulmuş. Onlar da, "Yükünüz ağırdır, omuz vermeye geldik!" demişler. "Ama sizde pul (para) yoktur, nasıl yardım edeceksiniz?" deyince, onlar da; "Biz puldan daha fazlasına talibiz, civanlarınıza muallimlik, size gardaşlık için buradayız." şeklinde cevap vermişler. Ve gönülden gönüle bir yol kurulmuş. Şimdi ise, açılan kapılardan giren bu gönül fatihleri, hizmetin tabiatını bir elbise gibi üzerlerinde taşıyarak, ufuktan ufuğa yürüyüşlerini sürdürüyorlar.

Yollar böyle yürünürken, bazı bahtsızlar, "değirmenin suyunu" soruyorlardı. Bu kadar kaynakları açık, arı duru, her bakanın görebileceği, milletin şahitliğinde yapılan bu himmetleri ve hizmetleri görememek veya görmemek milletimize saygısızlıktı. Ama kervan yürüyordu. Biz de Gence'ye Rize'den esnaf arkadaşlarımızla birlikte, okul çalışması için gelmiştik. Bu insanların birinci ihtiyacı okuldu. Eski sistem çökmüş, yenisi kurulamamış. Karabağ'daki çatışmayı, top seslerini Gence'den duyuyorduk. Yurtları işgal edilen binlerce insan, öncelikle okullara yerleştirilmiş, Demek ki biraz daha gelinmese, geç kalınacak. O evdeki gönüllü yiğitlerden muallim olan şöyle dedi: "Genceliler bize hiç 'yabancı' muamelesi yapmadı. Çocuklarını bizden esirgemedi. Sıkça evlerimize misafir oluyorlar. Karabağ'da çatışmalar başlayınca, Türkiye'ye döneceğimizi zannetmişler. Burada kalacağız dediğimizde, sarılıp ağladılar."

Evet, onlar sadece bağrından çıktıkları milletlerine karşı değil, gittikleri yerlerin insanlarına karşı da, vefa hisleriyle doluydular.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.