Gözümüz aydın olsun

Asr-ı saadetin Medine dönemi… İhtimal, gazvelerin, seriyyelerin, yakın illere seyr ü seferlerin arttığı, insanların heyecanla hizmete koşturdukları bir zaman dilimi… Adını bilmediğimiz meçhul bir kahraman Allah Resûlü’ne bir vesileyle soruyor: Yâ Resûlallah, şimdilerde savaşlara, cihada, hizmete gidiyoruz. Belki bazılarımız bunu cesaretini göstermek, şecaatini ortaya koymak adına yapıyor; bir kısmımız da aile şerefini, soyadını, hatta sosyal statüsünü ve konumunu korumak adına katılıyor bu örfaneye… İnsanlar görsün, duysun, benden bahsetsinler, beni takdir edip alkışlasınlar diye girenler de var muhtemelen… Bunların hangisi “Allah yolunda” sayılır?

Soru, o dönemin ve o insanların sorusu değil, zamanüstü bir mahiyeti var. Her döneme, her devrin hizmet erlerine hitap ediyor. İnsanın nasıl bir imtihanla yüz yüze olduğunu ortaya koyuyor. Şeytanın binlerce hücum vesilelerinden en önemlilerini hatırlatıyor. “Size amel yönüyle en çok hüsrana uğrayanları söyleyeyim mi; onlar dünya hayatındaki bütün sa’y ü gayretleri boşa gittiği halde kendilerinin çok iyi işler yaptığını zannedenlerdir.” (Kehf Sûresi, 103-104) mealindeki ayet-i celîlenin tefsirini yapıyor adeta. Ortaya konan gayretlerin, yapılan hizmetlerin ahiret hesabına boşa gitmemesi için hayati bir uyarıda bulunuyor. Ve Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) bu soruya kısa ama hiçbir tereddüde mahal bırakmayan netlikte bir cevap veriyor: “Kim sadece, ‘Allah’ nâm-ı celîli yeryüzünün bütün burçlarında en yüksekte bir bayrak gibi dalgalansın, O’nun adından daha üstün tutulan hiçbir ad ve unvan olmasın diye cihad ederse, Allah yolunda koşturan odur…”

Bu ifadeleriyle hayatın gayesini, varoluşun hikmetini hatırlatıyor İnsanlığın İftihar Tablosu… Çünkü Hz. Âdem’in ve onun şahsında bütün insanların bir tek yaradılış gayeleri vardı, o da Allah’a kulluk etmek ve başkalarını da bu kulluğa çağırmaktı. İlk insanın aynı zamanda ilk peygamber olması da bundandı. Kulluk etmek yetmiyordu tek başına, “yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak” için. Kulluğa davet de lazımdı. Bu öyle bir davet olmalıydı ki, dışarıda hiç kimse kalmamalıydı. Herkes bu kutlu ziyafet sofrasından alabildiğine istifade etmeliydi. Bu sebepledir ki davetçiler bütün hayatlarını bir kişiyi daha kurtarmak gayesiyle yaşadılar ve davete icabet etmeyen talihsizlere ağladılar.

Âdem Nebî’nin hüznü, bir evladının diğerini öldürmesine miydi sadece yoksa katil olanın kaybolup giden ebedî hayatına mı üzülmüştü? Nuh (aleyhisselam) suların içine gömülüp giden evladını yırtınırcasına gemiye davet ederken babalık hissiyatı mı ağır basmıştı, yoksa evladın imansız gitmesine duyduğu teessür mü? Yusuf’a kavuşan Yakub Peygamberin sevinci evlat hasretinin dinmesinden mi ibaretti sadece! Kardeşlerini kuyuya atacak kadar bir hasedin pençesinde kıvranan diğer evlatlarının kurtulan ahiretlerine mi seviniyordu aynı zamanda? Musa (aleyhisselam)’ı mesrur eden Firavun’un yarılan denizde boğulup gitmesi miydi, kendi kavminin imanının kurtulması mı? Eyyûb Peygamberin şikâyeti yaralarından değildi. Daha güzel kulluk yapamamanın ızdırabıydı onu Ulu Dergâh’a iltica ettiren.

Ya Allah Resûlü! “İnanmıyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!” iltifatına mazhar olacak kadar “yaşatmak için yaşayan” Rahmet peygamberi… Bir kişinin daha imanı kurtulsun diye, onca iftiraya, hakarete, işkenceye sabretti, tahammül gösterdi… Günü geldi, kendisini vatanından uzaklaştıranları bile “imanlarını kurtarmak adına” affetti. Kendisine, pak ve muazzez zevcesine türlü iftiraları atan, her mecliste aleyhine propaganda yapan “bunlara para vermeyin, yanlarında savaşmayın..” diye durmadan fesat çıkaran münafıkların reisinin bile cenazesine katılmak istemişti belki kurtulur ümidiyle. Bütün bunları insanlar Rabb’ilerini tanısınlar, O’ndan habersiz kalmasınlar, Cehenneme ehil hale gelmesinler diye yapıyordu. Nübüvvet, kurtarmak demekti çünkü. Kurtulmak için kurtarmak gerekiyordu. Yeryüzünde Allah’tan habersiz bir tek insan kalmayıncaya kadar çalışmaktı bu vazifenin esası. Ve bu olacaktı, olmalıydı.. Müjdesini ve hatta emrini de asırlar öncesinden vermişti. “Üzerine güneşin doğup battığı her yere benim Nâm-ı Celîlim ulaşacak.” demişti.

Bu vazife elbette ki yerde kalmayacaktı. Müjdeyi emir telakki edip sahiplenenler dünyanın dört bir yanına dağılıp insanlığa imanı, İslam’ı, ihsanı, Kur’an’ı bütün güzellikleriyle göstererek tanıtacaklardı. Bunu da, hayatını O’nun anlatılmasına, sevdirilmesine vakfetmiş gözü yaşlı, gönlü hüşyar bir Peygamber âşığının rehberliğinde yapacaklardı. Yaşatmak için yaşayacaklardı. Bu uğurda anadan, yardan, vatandan geçeceklerdi. Hiçbir dünyevi beklentiye girmeyeceklerdi. Kendilerini sadece bu gayeye adayacaklardı. Tek mutlulukları, birilerinin hidayeti olacaktı. Fedakârlık, iffet, ismet, hasbîlik, diğergâmlık, adanmışlık, beklentisizlik, tevazu, mahviyet, hacâlet onların hayat dantelasının atkıları olacaktı...

Öyle demişti onlara, hayatını bu gayeyle örgüleyen mürşidleri… “Gidin, dünyanın dört bir yanına gidin… Sinenizi açabildiğiniz kadar açın, ummanlar gibi olsun.. El uzatmadığınız bir tek mahzun gönül kalmasın… Hiçbir insanı ayırmadan, zengin, fakir bakmadan herkesin imanını kurtarmaya bakın…” Böyle demişti, çünkü kendisi bütün hayatını bu istikamette yaşamıştı. Yaratılışın gayesini, insan olmanın hikmetini kavramıştı zira… Türlü sıkıntılara, mahrumiyetlere, mağduriyetlere maruz kalmıştı, kalıyordu… Ama onun bir tek gayesi vardı, “Dünyanın dört bir yanında ve hayatın bütün ünitelerindeki tüm insanların imanla, İslâm’la, ihsan duygusuyla, Kur’an’la ve Hz. Muhammed’le tanışması…” Belki günde bin defa bu duayı tekrar ediyordu. “Benim göz aydınlığım budur…” diyordu. Hani hasretle yolunu gözlediği evladına kavuşan anne-babanın sevincini paylaşan dostları “Gözünüz aydın” derdi ya, onun da gözü ancak bu gayeye ulaşılınca aydın olacaktı. Bu yüzden ezan-ı Muhammedî okunurken “Eşhedüenne Muhammeden Resûlullah” denildiğinde iki elinin başparmağını gözlerine sürüyor ve “Karrat aynî bike Yâ Resûlallah-Gözüm seninle aydın Yâ Resûlallah” diyordu. Büyüklerinden tevarüs ettiği ve hiç ihmal etmediği bu uygulamaya şu duayı da ilave etmişti: “Allahümme akrir a’yünenâ bi’ntişâri’l-İslâmi fî külli enhâi’l-âlem ve fî külli nevâhi’l-hayati-Allah’ım İslam’ın bütün aktâr-ı âleme ve hayatın bütün ünitelerine intişarıyla gözlerimizi aydınlat…” Ömrü boyunca nabzı bir defa bile bu hayali duymadan atmamıştı… Bütün hayatı da, duası da buydu… Rabb’im O’nun da bizim de gözümüzü aydın eylesin…

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/suleyman-sargin/gozumuz-aydin-olsun_2238925.html

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2025 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.