Zeynü’l-âbidîn olmak
Önümüzdeki salı günü Kurban Bayramı. Pazartesi günü de hem teşrik tekbirleri başlıyor hem de hacılar Arafat’a çıkıyor. Milyonlarca yürek, insanlık için, âlem-i İslâm için, yeryüzünde zulmün, haksızlığın son bulması, bahar kokularının her yanı sarması için gözyaşlarını ceyhun edecek. Bu örfaneye biz de arefe günü okuyacağımız bin tane İhlas Sûresi ile iştirak edelim. Ellerimizi açıp dua dua yalvaralım. O günü, sanki biz de Arafat’taymışız gibi değerlendirmeye çalışalım. İnşaallah bizim dualarımız da oradaki dualara dâhil olur ve nezd-i İlâhî’de kabul görür. Rabb’im şimdiden arefemizi ve bayramımızı mübarek kılsın.
Bayram münasebetiyle, 2007 yılında herkul.org’da yazarlar köşesinde Metin Erhan Bey’in kaleme aldığı ibretlik bir hatırayı sizlerle paylaşmak istedim. Bu bayram, hediyemiz herkul.org’dan…
2007 yılında Kurban Bayramı farklı bir atmosferde yaşanıyordu. Sabah camide Kurban Bayramı namazını kıldıktan sonra dünden-bugüne adanmışlık ruhu ile hareket eden bir grup insanla bir araya gelmiştik. Nameleri suzişî, sinesi insanlığın gerçek insanî değerlere ulaşması için çarpan kutlu insanın yıllar önce yaptığı bir vaazdan bir kısımı sinevizyondan seyrediliyordu. Hatip ile dinleyenler aynı frekansı paylaşıyor daha doğrusu hitap eden o yüce insanın her bir cümlesi sinelere kor gibi düşüyor; kalbler yumuşuyor, göz pınarları harekete geçiyor ve yanaklardan gözyaşları sessiz sessiz süzülmeye başlıyordu. Kimisi de gözyaşlarını sızdırmadan içten içe kendisi içiyordu. Salonu ayrı bir atmosfer sarmış adeta sekine inmişti.
Derken gözyaşları sessizliğini bozmaya başladı. Zira bir cami kürsüsünden seneler önce bütün zamanı ve mekânı aşarak insanlığa hitap eden kutlu insan, sinesini ve gözyaşlarını ceyhun etmiş Hazreti Zeynelabidin’den bahsediyordu. Evet, gece geç saatlerde sadece her şeyi görenin gördüğü inanç ve şuuruyla sırtında yiyecek çuvallarını taşıyarak fakirin, fukaranın evinin önüne hiç kimse görmeden bırakan Allah Rasulü’nün torunundan söz ediyordu. Ve sonunda da şu mesajı veriyordu. ‘Ben Zeynelabidin’i size anlatmanız için anlatmıyorum. Zeynelabidin gibi olmaya davet ediyorum’ diyordu. ‘Bugün insanlık her şeyden çok bu ruha muhtaç. Yaşatma idealiyle yaşayan ruhlara’ diyordu.
Dinleyenler mesajlarını almışlardı. Sonra adanmışlık ruhunun günümüzdeki temsilcilerinden bir gönül eri, geçen bayramı Kamboçya’da geçirdiğini, orada Türkiye’den hayırsever insanların gönderdiği kurbanları kestirip etleri bir yerde fakirlere, muhtaçlara vermek için yere serdiklerini anlattı. Devamında da bu insanlar bu etleri ne ile pişirip yiyecekler, tencereleri, tavaları yok. Keşke gerekli malzeme temin etseydik de bu insanlar hiç değilse pişirip bir et yeselerdi, diye hicret edip oraya giden arkadaşa fısıldadığını ve aldığı insanın beynini donduran şu cevabı nakletti: ‘Bunlar daha biz oradan ayrılmadan o etleri çiğ çiğ havada kapışırlar. Çünkü açlık ve sefalet içinde kıvranan, birçoğu ömründe ilk defa et yiyen insanlar.’
Devamında oradaki çocuklara çikolata, bisküvi ve benzeri yiyecekleri dağıttıklarını anlattı. Anlattı ama tüylerimiz diken diken oldu. Çikolata, bisküvi almak isteyen çocuklar yiyecekleri kapmak için dağıtanların ellerinin derisini parçalamışlardı.
Bütün bunları dinledikten sonra evin yolunu tuttum. Eve gelip çoluk-çocuk bayramlaştıktan sonra biraz evvel beraber olduğumuz tekstil tüccarı abinin ailece bayramını kutlamak için evine gittik. Hoş-beş bayram tebrikinden sonra abi, “Ben bu bayramı Mardin’de geçirecektim. Orada kardeşlerimize kurban eti ve yiyecek dağıtacaktım. Ama vücudumda alerji var, senede bir iki kere nükseder. Bu sene de nüksetti. Doktora gittim. Doktor vücudumun her tarafına vazelin sürmemi söyledi. Ben de denileni yaptım. Bayramdan bir gün önce eğitim hizmetlerinde beraber koşturduğum genç arkadaş ziyaretime geldi ve ‘Abi sen bu halinle yarın Mardin’e gidip et, yiyecek vs. dağıtamazsın. Otur evinde biraz istirahat et!’ dedi ben de evde oturuyorum.” dedi.
Biraz sonra bir telefon geldi. Telefon eden şahsa ‘Hocam ne olur, beni Mardin’e gönderin! Ben evde oturmak istemiyorum.’ diye yalvarıyordu. Derken telefon konuşması bitti. Biz tekrar aramızda hoş beşe devam ettik. Aradan tahminen 15-20 dakika geçmemişti ki bir telefon daha geldi. Hararetle telefonu açtı. Karşı taraf ne söyledi bilmiyorum ama birden esnaf abinin rengi değişti. Ağlamaya başladı. Telefon konuşması bitince bana döndü. Ağlayarak ‘Hocam, bu akşam altıda Mardin’e gidiyorum. Allah’ım! Sana yüz bin şükürler olsun.’ diyerek ayağa kalktı, hanımının yanına gitti; ‘Ben gidiyorum.’ dedi. Sevincinden bir şeyler mırıldanmaya başladı. Derken benim yanıma geldi. Sevinçten gözleri pırıl pırıl idi. Ben ise olanları seyrediyor ve ‘Adanmışlık ruhu bu olsa gerek, Allah’a şükür bu insanlarla beraberim!..’ diyerek müsaade isteyip oradan ayrıldım.
Yolda giderken aklıma sahabe efendilerimiz geldi. Onların temsilcilerinden birinin yanında bulunmuş olma bahtiyarlığı ile ‘Meğer ne küheylanlar varmış?’ diyerek ‘Allah’ım, sahabi gibi yaşayan bu insanlardan beni ayırma, gelecek yıl bana da oralara gidip hizmet etmeyi nasip eyle!..’ diye dua ettim.
- tarihinde hazırlandı.