Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim
Otoriterizm adına teolojik dil ve kavramları pervasızca kullanmak ülkemizde siyasal bir krize yol açıyor. Schmittçi İslamcılar İslam’ın temel değerlerinin “siyasal” değil “siyaset üstü” olduğunu göz ardı ediyorlar. İslam ed-din olduğu için “trans-politiktir”. Siyaset ayrıcalıklı bir kritere tabi tutulamaz. Siyaset diyemez ki “zaruret araçları meşru kılar, velev ki hukuksuz olsun”. Çünkü o da aynı evrensel kıstaslara göre yorumlanır. Öte yandan Nazi döneminin hukukçusu Carl Schmitt’in geçen yıl İngilizceye çevrilen Diktatörlük adlı kitabında istibdat anayasal bir dayanak olarak tanımlanır. Yani istibdat rejimi hukuk üzerinden meşrulaştırılır. Bediüzzaman’a göre ise “Kuvvet kanunda olmalı, yoksa istibdat tevzi olunmuş olur.” Basit gibi görünen bu ifadede Bediüzzaman aslında hukuk ve istibdadı iki ayrı kategori biçiminde kullanarak iki kavramın uzlaşamayacağını, bağdaşamayacağını iddia etmiş oluyor. İstibdadın hukuku olamayacağı gibi, hukukun istibdadı da olamaz demektir. Schmitt’in amacı ise tam tersidir. İstibdat ile hukuku bütünleştirir. İstibdat Schmitt için sadece siyasi değil ayrıca hukuki bir kavramdır. Hâlbuki hukuk ile istibdat iç içe geçemez. İstibdat kişinin ya da bir zümrenin keyfî emirlerini cebir ve kuvvet kullanarak icra etmesidir. Bir menfaat-i umumî perdesi altındaki garazların neden olduğu tahakküm ve istibdadı kabul etmemek Bediüzzaman’da iman meselesiyle yan yana gelir: “İman iktiza ediyor ki tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek [gerekir]... Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah’tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani Allah’ı tanımayan her şeye ve herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder… ”
Demek ki İslam’da ne devletin ne siyasalın ontolojik alanı yoktur, zira hiçbir kurumun aşkınlığı söz konusu değildir. Her kim devleti ve siyasalı aşkınlaştırıyorsa yanlış yoldadır. İslam siyasalın tanımında hiçbir metafizik alan açmaz. Schmitt ise siyasal bilinç karşısında büyülenmiş bir düşünürdür. Daha doğrusu Hitler döneminin baş hukukçusu (kronjuristi) Hıristiyanlıktaki Tanrısal devlet düşüncesini seküler dönemde yeniden efsunlu bir hale getirmek istemiştir.
Schmitt, Batı’da modern devlet teorisinin ilahiyattan devşirildiğini düşünüyor, bu da yeni İslamcı ideolojinin gururunu okşuyor. Modern devletin ilahiyattan çıkarıldığı düşüncesi fantastiktir. Yeni İslamcılar bu düşüncenin geçerliliğini doğru düzgün irdelemeden Batı’yla yürütecekleri rekabette Schmitt’e dayanıp kuvvetler birliğine başvurarak doğru yolda olduklarına inanıyorlar. Hâlbuki Schmitt, Hıristiyanlığın kâdir-i mutlak (omnipotent) Tanrı’sının modern dönemde kâdir-i mutlak yasa yapıcıya dönüştüğüne inanır. Bu yüzden kendini “siyasalın metafizikçisi” olarak tanımlar, bu da neo-İslamcılara cazip gelebilir. Bu ifadede matah bir anlam var sanabilirler. Ancak Schmitt’in içinden çıktığı metafizik tümüyle İslam dışıdır. Schmittyen düşüncede hakikat hür seciyenin bir mükâfatı değildir, hakikat her yönüyle siyasaldır. Bu ise tümüyle İslam’a aykırıdır. Zira Schmitt’te kendi içinde hakikat diye bir şey yoktur. Hakikat siyaset içindir, hakikat adına mücadele hakikatin siyasi rolüyle ilgilidir. Müslümanlar bu fikri kabullenemez.
Hitler, Mussolini gibi liderler bilge kişilikler değildi. Fakat onlar tam da Schmittyen bir siyasalın egemenliğini temsil ettiler. İslam’da ise sadece bilgeliğin ya da takvanın üstünlüğü olabilir. Postmodern dönemde bazı keşifçi Schmitt okumalarıyla siyasi bilincin kutsanması İslamî perspektifle bağdaşmaz. Schmitt, Batı’daki modern devlet teorisini siyasal felsefeden çıkarıp siyasal teolojiye kaydırdığı için yeni İslamcılara cazip geliyor. Buna hiçbir zaman reddetmediği anti-semitizmini de ekleyebilirsiniz. Teorisi bütünüyle Batı tarihselliği üzerine kuruludur, hatta büyük oranda Batı Hıristiyanlığının gelişimi ve değişimini esas alır ve Müslüman dünyaya ilişkin yorumlara bir şablon gibi uygulamak olanak dışıdır. Schmitt’in bazı yeni dönem okuyucular üstünde muazzam etkileri var, bununla birlikte entelektüel bir kahır, kavurucu bir vicdan azabı ya da ahlaki bir ızdırab duymadan kendisini okumak mümkün değildir. Schmitt çoğu zaman temiz bir okuyucunun ruhunu kirletir, zira Makyavel’in daha sofistike bir uzantısıdır ve her yolla muktedir olmak isteyenlere cazip gelir. Aslında Schmitt “siyasalın” tam ve kapsamlı bir akademik tanımını yapmamıştır. Bu durum siyasalı aşkınlaştırma stratejisinin bir parçasıdır. Schmitt’te elbette zayıf bir kavramlaştırma çabası var: “Dost-düşman kutuplaşmasında temellenen düşünce ve fiil bütününe” siyasal demektedir. Siyasalın özü “dost-düşman” karşıtlığıdır ve garaza dayalı bu ikili karşıtlık kavramlaştırması Schmitt’te anayasanın yazılı olmayan metafiziğidir. Çünkü “siyasal” basitçe herhangi bir düşmanı tespit etmek değil başlı başına varoluşsal “yoğun ve aşırı bir düşmanlıktır” (Schmitt’in bahsettiği düşmanlık kavramının eski ifadesi “adâvettir”, bunu benimseyenlere de “ehl-i adâvet” denir).
Meselenin düğüm noktası da budur. Siyasalı bir “düşmanlık” sanatı olarak görmek İslam’ın temel değerleriyle bağdaşabilir mi? Schmittyen bir adâvet yaklaşımı benimsenebilir mi? Schmitt’in İkinci Dünya Savaşı koşullarından (ve öncesinden) mülhem olarak yazdığı istibdat teorileri kabul edilebilir mi? Bu sorulara cevap vermek için Bediüzzaman’a başvurabiliriz ve harika bir kolaj oluşturabiliriz. İşte Bediüzzaman’ın Schmittyen husumet ve adâvet söylemine “âdeta” cevabı: “Husumet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti... Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir… Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden ‘düşmanlık ve adâvet’ her şeyden ziyade nefrete ve ondan çekilmeye müstahak, çirkin ve muzır bir sıfattır… Hayat-ı mâneviye ve sıhhat-i ubudiyet adâvetle sarsılır. Çünkü vasıta-i halâs ve vesile-i necat olan ihlâs zayi olur… Ef’âl ve a’mâl-i hayriyenin esasları olan ihlâs ve adalet ‘husumet ve adâvetle’ kaybolur… Hiçbir siyasetin haddi değil ki İslâmiyeti kendine âlet etsin… Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır. Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister… Dinin bir hakikatini bin siyasete tercih ederim… Beyn-el İslâm muhabbete imdad(tır) ve husumet askerini bozmaktır…”
Evet iki dünya savaşının zulümlerinden ders çıkaran Bediüzzaman adâvetin vakti bitti diyor. Modern dönemlerin husumet kuramlarını benimsemeyerek nokta-i istinadı salt kuvvet olan (bu kuvvet isterse çoğunlukçu olsun) medeniyet esasını reddediyor ve adalet adâvetle kaybolur diyor.
Bununla bağlantılı bir diğer soru: Siyasette yalan meşru mudur? Doğruluk (Sıdk) ilkesinden ödün verilebilir mi? Schmittyen bir düşmanlık adına yalana başvurulabilir mi? Örneğin istibdadvâri bir siyasalın düşmanı gibi gösterilecekse Hizmet hareketine karşı “kizb yolu” benimsenebilir mi? Bediüzzaman “Yalancılık Sâni-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir” diyerek bu siyaset yolunu kapatıyor. Siyasetin (ve hiçbir şeyin) yalan ve kizbi meşrulaştıramayacağını düşünüyor. Siyasette yalanın âdiyattan sayıldığı bugünlerde kendi ifadelerinden yine bir kolaj yaparsak cevabı şöyledir: “Bütün hayatımdaki tahkikatımla… hayat-ı içtimaiyenin hülâsa ve zübdesi bana kat’î bildirmiş ki: Sıdk İslâmiyetin üssü’l esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır… Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık bir nevi fiilî yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu alçakça bir yalancılıktır. Nifak… muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise Sâni-i Zülcelal’in kudretine iftira etmektir… Bir kısım dindar ehl-i siyaset ‘dini’ siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir… Kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var. Şark ve garb kadar birbirlerinden uzak olmaları lâzım gelir. Hâlbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda onları birbirine karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış… Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. ‘Urvetü’l vüskâ’ (sağlam kulp) sıdktır…”
Peki siyasi maslahat yalana illet olabilir mi? Hüküm maslahat üzerine inşa edilebilir mi? İşte cevap:
“Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş. Maslahat ve zaruret için bazı âlim ‘muvakkat’ fetvası vermişler. Bu zamanda o fetva da verilemez. Çünki o kadar sû-i istimal edilmiş ki, yüz zararı içinde bir menfaati olabilir. Onun için hüküm maslahata bina edilmez… Maslahat dahi yalan söylemeye illet olamaz. Çünki muayyen bir haddi yoktur, sû-i istimale müsaid bir bataklıktır. [bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açılmış] Hükm-ü fetva ona bina edilmez… Dehşetli yalancılık ve tezviratla emniyet-i umumiyenin ve rûy-i zemin asayişlerinin zîr ü zeber olması kizble ve maslahatın sû-i istimali ile olur.”
Buna rağmen şimdilerde şu acaib fikre müşteri bulmaya çalışıyorlar: Hukuk her zaman birileri tarafından yapılır ve sürekli değişirmiş, öyleyse toplumsal gerilimlerde hukuk bir kriter olamazmış. Adalet bir kriter olabilirmiş. Neyin adil olduğu (adaletin ne olduğu) ise ancak ve ancak siyasalın içinde belirlenirmiş. Egemen siyaset bana bir tehdit oluştu diyerek hukuksuz hatta despotik bir uygulamaya başvurursa, “adaletin normları siyasalın içinde şekillenir” diyerek durumu kabul edecekmişiz. İnsan ister istemez Ziya Paşa’nın “sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın” mısraının peşinden “Afv ile mübeşşer midir ashâb-ı merâtib / Kânûn-ı ceza âcize mi has demektir” diye sorası geliyor. Adaletin normları siyaset içinde belirlenecekse yargıya ne gerek var, bağımsız mahkemelere ne gerek var? Bir parti oyların çoğunu alsın yeter. Kanun benim dersin, adalet de ona göre şekillenir. Ne âlâ memleket. Hâlbuki Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Adalet râiyetin hukukunun muhafazasını ister ki hükümetin haysiyeti muhafaza edilsin”. Efendim darbe teşebbüsü yapılmış da, olağanüstü bir hal oluşmuş da bu nedenle egemenler hukuku askıya alabilirmiş de… ve saire vs. Bu safsatalara kimse inanmaz. İktidarda böyle bir hukuksuzluk ve istibdat yetkisini meşru görüyorsanız yeni bir vesayet enstrümanına dönüştüğünüzü kabul etmelisiniz. Evet vesayet bitmemiştir, vesayetin bütün araçları yeniden canlandırılmaktadır. Bediüzzaman’ın eserlerinin özgürce basılamadığı bugünlerde yine Bediüzzaman’la bitirelim: “Hırs cihetiyle siyaset efkârını İslâmiyet akaidine kadar îsal edenler şan ve şeref değil, belki şeyn ve şenaate mazhar oldular.”
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/yorum_dinin-bir-hakikatini-bin-siyasete-tercih-ederim_2229018.html
- tarihinde hazırlandı.