Samanyolu TV'de Osman Özsoy ve Mim Kemal Öke İle
Üst üste bir kısım hadiseler cereyan ediyor. Bu hadiseler fasit bir daire gibi birbirlerini destekliyor. Biraz da mevcudu köpürten budur. Abartmak isteyenler meseleyi biraz daha abartıyor. Her gün gerilim üstüne gerilim. Aslında gerilimden dünyanın hiçbir yerinde hiçbir kimse hiçbir zaman istifade etmediği ve gerilim hiçbir işe yaramadığı gibi bu gerilimin umumi olarak bizim için de bir şeye yaramayacağı muhakkak. Çünkü gerilim içinde olan insanların mantıkları sürekli muhakemelerinin önünde olur. Bu da onları eski ifadesiyle taaruz ve tasallutların ağına çeker. Şahıslar şahıslarla, düşünceler düşüncelerle çarpışır, nötralize edilir. Böylece ortalığı kimsenin faydalanamayacağı düşünceler kaplar. Buna düşünce de denmez belki düşüncenin kırıntıları demek daha doğru olur.
Bir yönüyle fikirler hep çatışır, heyecanlar hep yüksek cereyan eder, fakat işe yarar hiç bir şey ortaya konamaz. Fikir üretilemez, strateji üretilemez, politika üretilemez, bu kısır döngü böyle devam eder gider. Bizim gibi ülkelerin bu kısır döngüye karşı bir velud döngü, doğurgan döngü, yani hayır doğurma, iyiliğin iyilik doğurması, güzelliğin güzellik doğurması gibi bir hayırlı döngü üretmesi gerekir. Belki ancak bu espriden hareketle ülkede çağın aşılması meselesini gerçekleştirebiliriz.
Türkiye'nin genel manzarası maalesef içte ve dışta devlete ve aydınlara karşı itimadı sarsıyor. Zannediyorum böyle bir itimad sarsılışı Türkiye'ye çok pahalıya mal olmuştur. Doğrudan doğruya alakası görülmese bile ihracat ve ithalatımıza tesir etmiştir, sosyal ve siyasal hayatımıza tesir etmiştir. Bu kısır çekişmeler yüzünden, maddinin yanında manevisiyle değerlendirilirse, zannediyorum trilyonlarca kayıplara uğradı Türkiye. Bu açıdan gerilimin yararı hiç olmamıştır.
Bir an evvel herkese vazife düşüyor. Kendilerine vazife düşen insanlar, ne yapıp yapıp bu gerilimin havasını almalı, indirmeli ve Türkiye'de akl-ı selimi, salim düşünceyi hakim kılmaya çalışmalı. Bizde şu ana kadar yapılan şey; içimizde olan olumsuz şeyler karşısında mazeret ararız.
Fakat meseleyi onlar planlıyor demenin rahat bir yanı olsa da, diğer bir yan ihmal ediliyor, görülmüyor. O da provoke edilecek insanların bulunmasıdır. İki şey var, iki şey buluşuyor: Dış kendine düşeni yapıyor. İçte bir kısım düşünmeyen insanlar bu stratejilere alet ediliyorlar. Türkiye'nin başına gaileler açabiliyorlar. Bu kişiler çok azınlıktır. Teşhis ve tespit edilip üzerlerine gidilirse ancak sesleri kesilebilir.
Dış yapısı itibariyle kararlara bakılınca bir muhtıra şeklinde de yorumlayabilir bazıları. Ben şahsen öyle yorumlamak istemiyorum. Öyle yorumlamamak için de bazı sebepler var.
Bunun kitaplardaki yerini aramaktan ziyade 12 Mart muhtırasına muhatap olan insanlardan biri olarak yaşadım, gördüm. Muhtıra muhtıraydı. Doğrudan doğruya devletin dışında, Cumhurbaşkanı ve Başbakanın dışında, Bakanlar kurulunun dışında, devlete tavsiye şeklinde değil, doğrudan doğruya bazı şeyler gönderdiler ki, devlet tecrübesi olan Cumhurbaşkanı devleti devretti. Bu millet, avam halk bile muhtıranın ne olduğunu gördü.
Oysa burada belli ölçüde Milli Güvenlik Kuruluyla, Dahiliye Vekili ve Hariciyeden insanlar var. Devletin başındaki insan başbakan var. Oturuyorlar bunlar aralarında konuşuyorlar, Türkiye'nin bir krize doğru kaydığını müzakere ediyorlar. Bazı aşılmaz problemler ve ileriye matuf endişe verici bazı şeylerin söz konusu olduğu kararına varılıyor ve sonrasında ortaya bir tavsiyename çıkıyor. Bir tavsiyename diyoruz. Bu tavsiyenameye orda herkes imza atıyor, bir ikisi de sonra atıyor. İmzayı geciktirmede kendi açılarından bir mülahazaları olabilir.
Fakat insanların müzmeratına girerek onları bir şeye mahkum etmek doğru değildir. Muhtemellere hüküm bina etmek sui-zan kapısını açar. Ve muhtemellerle mahkum edilmedik insan kalmaz. Bu açıdan buna muhtıra denmez. Muhtıra bir gücün başka bir tarafta iş yaptırması, birine karşı açıktan açığa bu yapılsın şeklinde tavır koymasıdır.
Burada tavır koymadan daha ziyade, Jan Jaqoues Rousseou mülahazasıyla yaklaşacak olursak Güvenlik Kurulu İçtimai Mukavelesi denebilirdi. Yakışıksız bir şey oldu ama karşılıklı oturup bazı şeyleri görüşmüşler ve mukavaleye imza atılmış.
Bu mukavelede ele alınan tavsiye kararlarını bu açıdan ben şahsen muhtıra şekliyle algılanmasını telif edemiyorum. Niçin bu işin üzerinde bu yorumlarla duruluyor, askeriye muhtıra verdi diye suçlanıyor? Ben bunu yanlış buluyorum. Askeriye gerçi gücü temsil ediyor. Gücün temsil edildiği yerde mantık, muhakeme tam kıvamına da ulaşmayabilir. İsteselerdi orada bu böyle olacak diyebilirlerdi. Oturup orada meseleyi altı saat müzakere etmezlerdi.
Demek ki, devlet başkanının huzurunda meseleye çok yumuşak ve insaflıca yaklaştılar. Orada bir kısım tavsiye kararlarını ortaya koydular. Bu süre içinde tatbikini devlete bıraktılar. Yani demokratik yollardan problemler çözülsün istediler. Antidemokratik muacelelere başvurmayı düşünmediler. Ben bunu böyle algılıyorum.
Türkiye'de neredeyse çeyrek asrı aşan bir süredir bir mefhum kargaşası yaşanıyor. Bazı kanunlarla beraber gelen ve yasaların hazırlanmasında geçen mefhumların çok iyi tarif edilemeyişi yanlış yorumlara sebebiyet veriyor. Eğer bu vüzuha kavuşturulmaz, çerçevelendirilmezse bu te'vil devam edebilir, yine kavgaya sebebiyet verebilir.
İslam, Kur'an ve sünnetten alınarak tarifi gayet açık olarak ortaya konmuştur. O, bir prensipler bütünü olması hasebiyle de aynı zamanda şeriattır. Nitekim bunu son hadiseler münasebetiyle parti liderlerimiz de telaffuz etme gereği duydular. En azından halkın meseleye öyle yaklaşması, öyle anlaması, öyle algılaması, onların hissiyatının rencide olacağı söz konusu olacağından dolayı, üslupların bir kere daha gözden geçirilmesi gerektiği sık sık gündeme geldi.
Din, kısa bir özet olarak, insanları kendi ihtiyarlarıyla mutlak hayra sevketmek, Allah tarafından vaz edilmiş prensipler, disiplinler mecmuasıdır şeklinde ifade ediliyor. İslam nedir diye tarif edilince teslim olma, ve aynı zamanda herkese selamet vaad etmedir. Güvenin ve selametin temsilcisi olan İslamiyet, ıstılahi manada dinin tarifiyle tarif edilmiştir.
Kur'anda din kavramı bir çok yerde geçer. Aynı zamanda din kelimesiyle ahiret mevzuu da vurgulandığından dinin önemli iki rüknüne dikkat çekilmiş. Kur'an, "Allah din olarak İslam'dan hoşnut oldu. Allah kitabında size Müslüman ismini koydu" der. Sünnette de, "Müslümanın elinden dilinden zarar gelmez. Elinden dilinden herkesin emin olduğu, herkese güven vaad eden insan mümindir." tarifiyle bize sunulan imandan ve böyle bir imanı yaşayan bir insandan zarar gelmesi söz konusu değildir. Ben bunların hakkıyla anlaşıldığı kanaatinde değilim. Tariflerini yaparken anlamış gibi görünüyorlar fakat bazen şahsi mülahazalarına kuvvet kazandırmak isteyenler biraz hissi yorumlara girebiliyorlar, şahsi yorumlara girebiliyorlar. Daha doğrusu heva ve heveslerini kutsama yoluna gidiyorlar. Kendi içtihatlarına, kendi yorumlarına din diyebiliyorlar. İslam evrenseldir. Hristiyanı da, Yahudiyi de, ateisti de, hiç inanmıyanı da, Mecusiyi de kucaklayıcıdır. Nitekim ilk Medine toplumu pratik bir örnek sergilemiştir. Yanlış yorumlanan kavramlar sadece bunlar değil.
Bunların yanında laiklik gibi, sekülarizm gibi mülahazalar, düşünceler, Kemalizm gibi düşünceler... Bunları her iki cephede de yanlış anlayanlar var. Kendilerini ifrata çekebilecek yorumlarda bulunan insanlar sürekli kavgaya çeker. Hayli anlayışlı insan var, onları şükranla yadetmek lazım. Bu sun'i kavganın gereksiz olduğunu sık sık vurguladılar. Birbirimize karşı anlayışlı olalım, kendi konumlarımızı, birbirimizi kabul edelim. Sonradan arzettiğim bu tabirler de çok farklı yorumlandı. Mesela devletin başındaki insan Sayın Erbakan defaatle dedi ki "Batıdaki tatbiki şekliyle laikliği getirin ben herkesten evvel onu kabullenirim." Yani demek bir yorumuyla öyle bir laiklik var ki onu kabullenmeyecek insan yok. Keza demokrasi için aynı mütaalalarını söylediler.
Cumhuriyet için öteden beri hiç itiraz eden olmadı zaten. Ta ilk dönemler itibariyle çağın mütefekkiri "Ben hepinizden evvel Cumhuriyetçiyim" der. "Zira şarkta kaldığım sırada yemek yiyip çorbanın danelerini karıncalara veriyordum. Bana bu işin hikmetini sordular. Dedim ki bu arı ve karınca milleti cumhuriyetçidir. O bakımdan benim Cumhuriyete karşı bir sevgim var, alakam var. Ben bu sevgimin ve alakamın gereğini yerine getiriyorum.
Ama şekli ve sun'i Cumhuriyet değil. Doğrudan doğruya hakkaniyet ve adalet üzere büyük çoğunluğun katkısına dayanan bir yönüyle bir Cumhuriyet." Hatta Raşid Halifeler dönemini misal verir. Bu ölçüde bir Cumhuriyet ki kanaat-ı acizanemce buna, dine karşı en katı bir düşüncenin bile karşı çıkacağına kani değilim.
Şimdi bazılarına göre laiklik de sekülarizm de çok farklı şekilde yorumlanabiliyor. Hatta laisizmin şöyle veya böyle Türk devletlerinde uygulanmadığı dönem yok gibi. İşte gayri müslimler içimizde her zaman çok rahat yaşamışlar. Onların dinlerine, diyanetlerine ilişilmemiş. Hatta bugün modern yorumcular bu meseleyi ileriye sürerken, Kafirun süresindeki "Lekum dinikum veliyedin"i misal veriyorlar buna.
Cihad, harp gibi hususi şartlarla ortaya çıkmış, eskilerin ifadesiyle 'evvel ve bizzat değil saniyen ve bil ahara' bir iştir. Zaruretlerin zorladığı bir şeydir. Bir gün insanlar böyle bir şeye mecbur kalırlarsa şayet Hristiyanlıkta olduğu gibi -bağışlayın- apışıp kalmasınlar. Herşey bir disiplin içinde cereyan etsin gibi bir mülahaza vardır. Sulh esastır. Hatta harb en hararetle devam ettiği zaman dahi Kuran-ı Kerim noktalı virgül kor ve şöyle der "Harb kızgın devam ederken onlar sizden sulh isterlerse sulha hemen yanaşın." Şimdi bu açıdan bakınca harbla alakalı, muharebeyle alakalı, maddi cihadla alakalı meselelerde böyle bir strateji bu, "lekum dinikum veliyedin" hakikatı. Bu biraz da İslamın evrenselliğinin ifadesidir.
250 milyon nüfusla, üç kıtaya yayılmış bir alanda safkan 10 milyon Türk ile asayişi temin edemezsiniz. Bu zaviyeden hadiselere bakanlar diyorlar ki Osmanlı döneminde de bir manada laisizm sözkonusuydu.
Günümüzde de laisizm sözkonusu. Ve birçok aydın diyor ki demokraside kamil manada laisizm Türkiye'de uygulanmıyor. Batılılar da bunu söylüyorlar. Onların dediği kadar da olmasa bile demek ki Türkiye'de görünen bir eksiklik var. Öyleyse mesele izafi demektir. Yani o dönemde de vardı. Meşrutiyet döneminde de belli ölçüde oldu ve o meşrutiyet-i meşrua içinde Cumhuriyete doğru gelindi. Cumhuriyette mesele biraz daha ileriye götürüldü. Çok hayati bir prensip olarak devlet kendi hayatı adına bunu benimsedi, bunun ısrarla üzerinde durdu. Anayasanın ilk maddelerine değiştirilmemek üzere yerleştirdi.
Ben hukuk bilmem ama Laisizmi diyanetin dünya hayatına karışmaması, idarenin de dini hayata karışmaması, herkesi kendi dünyasında dinini rahat yaşar olarak bırakması şeklinde kabaca yorumlarımla ifade ettim. Buna karşılık Türkiye'de çok defa sekülarizm laisizmle karıştırılıyor. Sekülarizm dünyevidir. Hatta bu dünyeviliğin bile Selçuklular döneminde Osmanlılar döneminde var olduğu bahis mevzu ediliyor bugün. Eğer böyle olmazsa sünnetin hatta icmanın dışında örfe dayanan içtihatlar ve ihtisasa dayanan bir kısım yeni kanunlarla kanunnameler mecmuası vardır ki bunların sayısı başımızı aşkın. Ahmet Akgündüz Bey 11 cilt neşretti. Bu kanunnameler bir başka zaviyeden ele alındığında orada anlatılan bazı şeyleri sekülarizmle irtibatlandırabilirsiniz. O dönemdeki bir kısım şeyler ön plana çıkarıldı. Şimdi biraz daha fazla ön plana çıkmış durumda. Bir defa laisizm sekülarizm olarak algılanıyor.Türkiye'de hemen hemen inanmayan insan yok gibi. Kimisi dini inançlarını dolu dolu yapıyor, kimisi az yapıyor. Ama kimin Allah indinde makbul olduğunu tahmin etmeye gücümüz yetmez.
Bazen birisi bir "Lailahe illallah"la kurtulur, bazen birisi sabahlara kadar ibadet yapar da kurtulamaz. O mevzuda bizim anlayışımız ölçü değildir. Ölçü ihlastır, samimiyettir ve Allah'ın vereceği karardır. Elbette zahiri bir takım ölçü ve prensipler mevcuttur. Ancak nihai karar Allah'ındır. Bu mevzuda kimin önde kimin arkada olduğunu bilemeyiz. Birilerini geride görmek yanlıştır. Mefhum kargaşasının yanında bir de bu mesele var.
Laisizmi sekülerizm olarak anlayan kimseler tamamen meseleye dünyevilik şeklinde yaklaşıyor. Öyle olunca idaremizin içinde hiç bir uhrevilik olmasın, hiç bir ukba olmasın diyorlar. Oysaki bana göre -mümkündür veya değildir- Demokrasi, insanların bütün ihtiyaçlarını karşılamaya cami' bir sistem şeklinde dizayn edilirse şayet, ben, kabre kadar benim hayatımı yaşamaya yaradığı gibi, kabirden öte benim problemlerime cevap vermesini de çok arzu ederim. Mahşerdeki problemlerimi tekeffül etmesini isterim.
Ben bu problemin nasıl çözüleceğini düşünmedim, fakat geleceğin çok iyi demokratlatmış, demokrasiyi iyi bir zemine oturtmuş insanlarının düşünmesini arzu ederim. Çünkü ben sadece bir bedenden ibaret değilim. Benim bir de ruh yanım var. Fizik yanımın yanında metafizik yanım var, dünyeviliğimin yanında uhreviliğim var.
Bütün yanlarımla ele alındığım zaman ben bir bütün olarak ele alınmış olacağım. Her yönümle ele alınmalıyım ki demokrasinin bana vaadettiği huzuru soluklayabileyim. Mükemmel bir demokrasi insanların fiziki ve metafiziki bütün ihtiyaçlarını da karşılamalı diye düşünüyorum. Bence yapılacak ilk iş duygu ve düşüncelerimizi ele alıp üslubumuzu değiştirmektir. Birbirimize karşı çok saygılı olmalıyız. O zaman bu kavgalar belli ölçüde dinecektir zannediyorum.
Din, beşer tabiatının tabii bir yanıdır. Denilebilir ki gerçek insani derinlik dinle gerçekleşir. Mükemmel bir demokrasi bence dini ihmal etmemelidir. Bu manada demokrasiye ulaşıldığında dinin, ruhi hayatımız adına, hasret ölçüsünde bir ihtiyaç olduğu görülecektir. Batı'da bir dönemde Jan Jacqoues Rousseoular, Renanlar, Voltaireler bunun gereksizliğine inandılar. Fakat sonra onu yerine koyma ihtiyacı hissettiler. Zatında olmasa bile insanlar için bunun gereği var dediler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk, dinin lüzumunu ısrarla vurgulamış. Hatta 25 kadar İmam Hatip o mevzudaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere o dönemde açılmış. Hiç bir dönemde dinden müstağni olunmamış. Ne monarşi döneminde, ne meşrutiyet döneminde ne de Cumhuriyet döneminde.
Çağın büyük mütefekkirinin 'meşrutiyet-i meşrua' demesi de cumhuriyete açılma adına bence bir rampa olmasa bile bir rıhtımdır. Çünkü bu türlü meselelerde yavaş yavaş, biraz da toplumu alıştıra alıştıra gidilmelidir.
Abraham Lincoln'un insanları hürriyete kavuşturduktan sonra alıştırma meselesini ihmal etmesi neticesinde ins anın esareti tercih etmesi esprisi gözden uzak tutulmamalıdır.
Buradan hareketle demokrasi nedir, cumhuriyet nedir, ferdi hürriyet nedir, şahsi hukuk nedir, bunların çok iyi anlaşılabilmesi için meşrutiyet-i meşrua bu mevzuda çok önemli bir köprüdür. İnsanlar adeta demokrasiyi tahayyül ediyorlardı.
Dinin lüzum-u hayatiyeti, önemi ve demokrasinin çok önemli bir ruh olduğu vurgulandıktan sonra belki o sistem bununla gerçek hayatiyete kavuşacak. Bu vurgulandıktan sonra dinin politize edilmesi meselesine gelinebilir.
Din ne kadar mukaddes olursa olsun mukaddesiyet ifadesinin kabulü, ona bu şekilde yaklaşmanın bir diğer yanı da dini, dünyevi hiçbir şeye alet etmemektir. Maddi manevi şeylere alet etmemektir. Hatta din insanın manevi füyuzat hislerine de alet edilmemelidir. Şahsın şahsi cennete girişine bile alet edilmemelidir. Öyle ise dünyaya ait gelip geçici şeyler katiyyen dine bina edilmemelidir. Dinin politize edilmesi, imanın kudsi bir me'haz olarak bir kısım siyasi mülahazalara esas alınması, meselelere o mercekle bakılarak, kendi yorumlarımız, kendi idare anlayışlarımıza kudsiyet kazandırmak, onları kutsamak, dine tahkir edecek bir durum olabilir.
Saniyen, siyasi düşüncemizi, mülahamızı, parti anlayışımızı dine bina ettiğiniz zaman, dine bir yönüyle bizim eksikliklerimiz, bizim arızalarımız bizim kusurlarımız da akseder. Bize tepki dolayısıyla ona da tepki salar. Diğer bir yaklaşımla bize nefret duyan insanların nefretinden din de nasibini alır. Çünkü dini temsil ediyoruz. Din hakikatı öyle temsil edilmeli ki bütün siyasi ve gayr-ı siyasi mülahazaların üzerinde olsun. O büyük mütefekkir, milletinin imanını kurtarma istikametinde "Gönlümde ne cennet sevdası ne cehennem korkusu" diyerek meselelere yaklaşır. "25 milyon (o zaman öyle) insanın imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım." der. Böylesine her türlü telaşenin üstünde verilen bir dersi hakikata zannederim şeytan-ı racimden başka kimse itiraz etmez. Din politize edildiği, onu biz temsil ediyoruz denildiği zaman, başkalarını adeta işin dışında görmüş oluruz. Oysa ki Türk toplumu içinde yüzde seksen, -hatta yüzde 98 bile deniliyor- dindar var. Belki Hristiyanlar, Yahudiler de kendilerine dindar diyorlar. Bunların hepsini işin içine katarsak, meseleyi yüzdelerle ifade etmekte biraz zorlanırız. Eğer insanların inancına göre Allah değer verecek, onları değerler üstü değerlere ulaştıracaksa, biz o mevzuda saldırıda olmamalıyız. Burada herhangi bir kimseyi ya da siyasi bir yapıyı hedeflemiyorum. Dinin politize edilmesinin, din adına nasıl bir tehlike oluşturabileceğine dikkat çekmekteyim.
İster şahıslar olsun, ister müeesseseler olsun, herkese vazife düşmektedir. Sayın Cumhurbaşkanımızdan belediyedeki çöpçü -çöpçüyü bir tahkir değil, bir mukayese unsuru olarak kullanıyorum, rencide ediyorsam özür dilerim- vatandaşımıza kadar herkese belli sorumluluklar düşmektedir. Medyaya da düşmektedir, parlamentoya da düşmektedir. Parti liderlerine ve lider kadrolara da vazife düşmektedir. Yine de, bunların çoğunun bu meselede kendilerine düşen vazifeleri yaptığı hüsn-ü zannını koruyorum ben.
Cumhurbaşkanı da üzerine düşen görevi yapıyor görülüyor. Öyle yorumlamak istiyorum. Devlet tecrübesi itibariyle, dikkatli davranışlarıyla, en kritik durumları, krizleri aşma meselesinde isabetli manevralarıyla bir görev yapıyor. Veya en azından ben şahsen böyle görmek istiyorum. Görmek istiyorum derken, benimle bu manada bu anlayışta olmayan ihvanlarım beni mazur görsünler, bunlar benim yorumlarımdır. Fakat gönlüm öyle arzu ediyor ki, hem dehasıyla, hem yüksek performansıyla büyük gayret göstererek bu krizi yağdan kıl çeker gibi çözebilsin.
İkincisi medyaya çok önemli bir vazife düşüyor. Medya aslında epey zamandan beri bilhassa son günlerde, Türkiye'de kuvvetlerden bir kuvvet olma ruh haletini de paylaşıyor. Böyle bir ruh haletini paylaşma sürecini yaşayan medya, üzerine düşen vazifeyi mutlaka yapmalıdır. Ciddi tahriş edici olduğunu ben söylemiyeceğim. Bunlar hakkında da yine hüsn-ü zannımı korumaya çalışıyorum. Medya çok şey yapabilir. Bazan bir harbe sebebiyet verebilir, ciddi çatışmaya sebebiyet verebilir. Toplumun bir kesimini diğer kesimiyle karşı karşıya getirebilir. Biraz evvel bir kısım kavramların, kargaşaların kavgasıyla ilgili mülahazalarımızı arzettik. Medya laisizmi değişik şekilde tarif ederek, dini de dindarı da karşısına alabilir. Sekülarizmi farklı yorumlayarak insanları karşısına alabilir. İnsanlar tahrik edilebilirler. Böylece gerilim ortamı doğar. Hisleri, mantıklarının, muhakemelerinin önüne geçen kimselerin bir karara varmaları, isabetli içtihatlara varmaları, isabetli yorumlarda bulunmaları düşünülemez. Bir fasit daire oluşur. Ve insanlar her an birbirlerine düşerek gerilim biraz daha artabilir. Medya pekalâ üslubunu gözden geçirerek bunu yapabilir. Basın Ahlak Yasası bu manada medyaya ışık tutacak mahiyettedir bana göre. Bu yasa çok mükemmel bir şekilde hazırlanmış. Kanaat-ı acizanemce bunlar bir kısım müeyyidelerle desteklenmeli. Burada şahsi hukuklar da nazar-ı itibara alınmalı. Devletin temeline dokunabilecek hususlar da nazar-ı itibara alınmalı.
Susurluk meselesi bir ayıptır. Bunun üzerine gidilmeliydi. Fakat üzerine gidilirken aynı zamanda düşünülmeliydi.
Devletin de içtihat hataları içinde bulunan bir hadiseyse, o hadise teşhir masasına yatırıldığında devleti, devletçiliği, devlet mülahazasını da delme sözkonusu olabilirdi. Bu meselenin açıktan açığa yürütülmesi iyi bir devletçilik anlayışıyla telif edilebilir miydi?
Ta başından itibaren medyanın her şeyi apaçık en ince noktasına kadar deşeleyip, iddianamesine yerleştiren bir savcı gibi bu işin üzerine gitmesine hakkı var mıydı? İyi bir devletçilik mülahazası içinde bu tasvip edilen bir şey midir?
Susurluk'la bir cinayet işlenmiş, bir toplum suçu işlenmişse şayet, bunun örtbas edilmesini ben de istemem. Fakat üslubu her zaman, her yerde, her platformda münakaşa edebilirim. Bunun temelinde bizim milli birliğimize, milli bütünlüğümüze devlet telakkimize eğer dokunacak bazı şeyler varsa, bu kapı aralanmamalıydı. O kapıdan girilince şayet askere olan güvenimiz sarsılacaksa, güvenlik kuvvetlerine olan güven sarsılacaksa, meclise olan güven sarsılacaksa, insanlara olan güven sarsılacaksa bunun üzerine biraz daha farklı bir yöntemle gidilmeli ve mesele çözülmeliydi. Suçlular ortaya çıkarılmalı ve ceza verilmeliydi. Medya savcı olmamalıydı, hakim olmamalıydı. Bu açıktan açığa medya yanlış yaptı manasına çekilmemeli.
Fakat bir üslup hatası yapıldı. Bilemiyorum belki biraz da reyting endişesi var mıydı? O kadar seyirci ben de bulayım mülahazası oldu mu? Vatanperver insanların böyle önemsiz basit mülahazalardan dolayı devletin temelini sarsabilecek, devlet mülahazamızı delebilecek teşebbüslere gireceğine ihtimal vermek istemiyorum.
Türkiye'de bir krizin bulunduğu muhakkaktır. Bu krizin onda üçü gerçekse, onda yedisi bazılarının üslup hatasından, biraz da bir kısım sun'iliklerden kaynaklanıyor. Bu açıdan da en azından görüntü itibariyle rahatsız edebilecek bir bunalımın, bir krizin var olduğu söylenebilir. Bazı şeylerin korunması ve kollanması meselesinde fevkalade hassas olunmalıdır. Ben bu duygumu her zaman her platformda ifade ettim. Bir mağduriyet, bir mazlumiyet dönemim de oldu. O dönemde bir askerimizin hatası neticesinde Sefiller romanındaki şaki gibi aranırken bile ben o günkü mülahazalarımı, bir mecmuada -arşivlerde bulunabilir- 'Son karakol' um diyerek ona saygı duyulmalı şeklinde ifade ettim. Çünkü o bir peygamber ocağıdır. O mevzuda saygımı her fırsatta vurgulamaya çalıştım. Ülke bir kriz içindedir. Ve Türkiye'de gücü temsil eden kimselerin dileyelim ki akılları, hisleri de o ölçüde tamdır. Bazı şeyleri, kendilerince şimdiye kadar müdahale keyfiyetleri nasıl idiyse öyle önleyeceklerine inanıyorlar. Burada müdahale edilecekse bu tavsiye kararları şeklinde olabilir. Daha demokratik bir yol, bir dönem Türkiye'de gerçekleşti.
Bir de doğrudan doğruya darbe olsun diyebilirler. Bir kriz, bir bunalım varsa bence çok defa darbenin kendisi de krizdir. Darbe beraberinde bir kısım krizler de getirir. Darbenin getirdiği krizleri çözmek için yeniden kriz masaları kurulur. Darbeciler hep su-i niyetli olmamışlardır. Güzel şeyler olmuştur. Fakat darbede çok önemli kayıplar da olmuştur. Bunların başında demokrasi inkıtaa uğramıştır. Bir sürü tecrübe, birikim heba olmuştur. O ölçüde tecrübe ve birikime sahip olmayan insanlar başkalarından beslenmek, sistemi çürütmek hevesine sahip olmuşlar. Oysa ki bu da bir uzmanlık sahasıdır. O açıdan darbe tam bir çözüm değildir. Darbe, çaresizlikte hekimin neşteri gibi, komplikasyonları da nazar-ı itibara alınarak yapılan bir mualecedir, Arap ata sözü vardır. "Dağlama en son çaredir." Bütün mualeceler kullanılır, en son demir kızdırılır, basarlar. Bu bir yönüyle kader-denk noktasında bir değerlendirmedir. Bu götürebilir de, yerinde bırakabilir de. Bu bir yanı.
İkinci yanı bu türlü krizler mevzu bahis olunca hemen darbe yolu açılıyor Türkiye'de. 27 Mayıs'ı benim neslim yaşadı. Acı yanlarıyla, bazılarına ümit vaad eden yanlarıyla... 12 Mart muhtırasını yaşadık. Yine çokları acı çekti. 12 Eylül'ü de yaşadık. Çok acı çeken insanlar oldu. Bu tür krizler mevzu bahis olunca hepimiz çok ciddi endişelere kapılabiliriz. Bizim toplumumuz böyle bir krize büyük çoğunluğu itibariyle arkadan darbe getirir mi getirmez mi endişesiyle bakıyor? Kriz, artık bizim için darbeyi çağrıştırır oldu. Tanklar bu mülahaza ile yürümese bile genelde yorumlar hep onun etrafında öykülendi. Tanklardan sonra zannediyorum normal tabii uçuşlar olsaydı "prova yapıyorlar" denilebilirdi.
Bu da ne doğurur? Türkiye'de fert planında ve bu işle hiç alakası olmayan toplum planında sürekli bir gerilim hasıl eder. Hatta denilebilir ki psiko-somatik rahatsızlıklara sebebiyet verebilir. Yapılan bir kısım güzel şeyler vardır. Bu güzel şeylerin arkasındaki insanlar bunlar yıkılacak diye endişeler taşıyabilirler. Aylarca gözlerine uyku girmeyebilir. Böylesine istikrarsızlaşan bir ortamda bu istikrarsızlık para piyasalarına girebilir, borsaya girebilir, yatırımlara girebilir, teknolojiye girebilir. Bizim dünyadaki itibarımıza dokunabilir. Bize teveccühlere dokunabilir, ithalata dokunabilir, ihracata dokunabilir. Bu açıdan, bir taraftan krizlerle darbelerin çağrıştırılması mülahazası, bir de diğer taraftan darbeye karşı çok hassas bir noktaya gelmiş, ayakkabı vurmuş bir ayak gibi ipek dokunurken bile duyarlı olan toplumumuzun duyarlılığı Türkiye'de kriz üstüne kriz hasıl ediyor. Adeta toplum paniğe kapılıyor. Elden geldiğince medya ile bunu aşağıya çekmek lazım. Her kriz bir darbe daveti değildir. Her zaman darbe olmayabilir. Bundan o kadar da endişe etmemek lazım. Askerimiz bizim milletimizin parçasıdır, bir yanıdır. Onu gelir gelmez mukaddesatınızı, tarihinizi, düşüncenizi hedef alarak üzerinize yürüyecek gibi görmek onu tanımamak demektir. İlk kararı, orta kararı, son kararı itibariyle onu bu toplumun değerleriyle karşı karşıya gelmiş, toplumun temel çizgisinden dışarıya çıkmış görmek, onu tanımamak demektir.
İmam Hatipler, bu milletin dine ihtiyaç duyduğu gibi ona da ihtiyaç duyduğu müesseselerdir. Gönül rızasıyla İmam Hatipler açılmıştır. Atatürk döneminde açılmıştır, İsmet Paşa döneminde açılmıştır. Bazıları bazı mülahazalarla kapanmış, fakat neticede açılmıştır. Dünya kadar ilahiyatçı yetişmiş, bu okullarda hocalık yapmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti'nde Türkiye'nin başına geçip İmam Hatip Okulu açmayan hiçbir başbakan yok gibidir. Her başbakan imam hatip açmıştır. Hatta şimdiki Cumhurbaşkanımız zannediyorum 300 küsur imam hatipin açılışına imza atmıştır. Sayın Bülent Ecevit birçok imam hatip lisesinin açılışına imza atmıştır. Vak'adır bunlar. Hatta isterseniz bir espiri şeklinde alın. İmam Hatip açılmasında imzası olmayan tek başbakan Sayın Başbakan Necmettin Erbakan'dır. Ona nasip olmamıştır bu mesele. Şimdi bunca Başbakanın altına imza attığı bir mevzuda Türk milletine, onun tarihi gelişimine, tarih şuuruna ters bir iş yapılıyormuş gibi meseleye yaklaşmak yanlıştır. İmam Hatip, dine duyulan bir ihtiyaç gibi toplumumuz tarafından benimsenmiştir. Ama bir taraftan İmam Hatiplerin vazife ve misyonları açısından o vazifeye göre fazla görülmesi diğer taraftan da bunca İmam Hatip Lisesinin açılması, keyfiyet noktasında acaba bir kayba sebebiyet veriyor mu? mülahazası ortaya çıkıyor. Ki aynı mülahaza üniversiteler için de sözkonusudur.
Türkiye'de bir anlayış var; Her vilayette, hatta büyük kasabalarda üniversite açılırsa Türkiye kalkınır. Hayır öyle değil. Açılan her üniversiteyi seviyeli, Batı tarzında, Amerika'daki Harward üniversitesi ölçüsünde açarsak Türkiye kalkınır. Neticede tartışılacak bir mevzudur. İmam Hatipler için de böyle bir mülahaza var. Bazıları böyle bir mülahaza içinde çok fazla imam hatip açılıyor diyebilirler. Bugün İmam hatip lisesinin orta kısmındaki talebe sayısı Türkiye'de kaba taslak zannediyorum o seviyedeki diğer umum talebelerinin yirmide biri civarındadır. Bunlar milli eğitimden de öğrenilebilir. Bu talebe için bir ihtiyaç fazlası var mıdır, yok mudur onu yetkililer bilirler. Bu mevzuda bir dengeleme, bir tahdit etme, bir sınır koyma düşünebilirler. Fakat kanaat-ı acizanemce bu noktaya gelinceye kadar MGK'da İmam Hatip Meselesi'nin teleffuz edildiğini hatırlamıyorum.
Bunlar da sekiz senelik mecburi eğitim ve bir de kesintisiz sözü ile ifade edildi herhalde. İmam Hatip Liselerinin orta kısmına dokunma meselesi ve kesintisiz 8 sene mecburi eğitim... Kesintisiz 8 sene mecburi eğitime Türkiye'de hayır diyecek bir insan yoktur. Mesele Şililerde, Brezilya'da, Arjantin'de eğer görüşülüyor, düşünülüyorsa, Türkiye bu ülkelerden geri değildir, olmamalıdır da. Şu andaki durumu itibariyle geri görünüyor olsa bile, bence tasavvurları itibariyle, planları itibariyle geri olmamalıdır. Ama kesintisiz 8 sene ilk eğitim denince sadece imam hatipler değil, Anadolu liseleri, özel anadolu liseleri, yabancı anadolu liseleri de nasibini alacak. Ki bunlarda okuyan talebe sayısı, İmam Hatipte okuyan talebe sayısının iki katına yükseliyor. Bunlara çok rasyonel bir gözle bakmak lazım. Öyle bir mantıkla tartmak, değerlendirmek lazım. Kesintisiz 8 yıl eğitim denince bu meseleye hemen karşı çıkmamak lazım. Bir çözüm yolu bulunabilir. İmam Hatiplere karşı ciddi bir ihanet ve bu ihanetin bazı kesimlerce küfür şeklinde algılanması, bu işe sebebiyet verenlerin bu sıfatla anılmaları... bunlar fevkalede yanlış olur.
Mesela ilkokula tercihli dersler konularak isteyen veli evladına o tercihli dersleri verdirebilir. Ortaokulda da tercihli ders olabilir. Liseye de öyle girebilir. Bence eğer toplumun değişik kesimleri bu meselede bir konsensus sağlayacaklarsa şayet, caminin içinde ihtilaftansa caminin dışında mutabakat daha iyidir. Bu önemlidir. Bir şey daha vurgulamak istiyorum. Böyle bir meseleyi vesile ittihaz ederek Türkiye'de bazı müesseseler için olumsuz düşünme veya en azından onları kendi haklarında öyle düşünülüyor gibi bir töhmet altında bırakma fevkalade yakışıksızdır. Türk askeri bir kere dinsiz değildir. Güvenlik konumunda olan insanların hangisine sorarsanız orucumu tutuyorum der. Oruç tutuyorum demek 'Lailahe İllallah Muhammedun Resullüllah' demekten daha ileri bir seviyedir. Kaldı ki dine göre 'Lailahe İllallah Muhammedun Resulüllah' diyen kurtulur. Allah Resulü 'Kulu Lailahe İlallah, tuflihu' diyor. Efendimiz (SAV) buyuruyor ki; birisine birisi kafir dediği zaman, ikisinden birisi kafir olur. Karşıdaki kafir değilse kendisi kafir olur. Ya o gerçekten kafirdir veya değildir diyen kafir olur. Bu çok hassas ve din açısından da çok önemli bir noktadır. Meselenin böyle sadece iman ve küfür zemininde yoklanması fevkalade yanlıştır.
Türk milleti asker bir millettir. O kadar askerle bütünleşmiştir ki, yeri geldiğince Malazgirt'ten Çanakkale'ye, Çanakkale'den Kıbrıs'a uzanan çizgide askerlik vak'ası bütün şuuraltımızı etkilemiştir. Bugün de Güneydoğu'da seve seve canlarını vererek şehid düşen askerlerimiz vardır. Bunlar milletimizin askere olan manevi bağlarının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Kim ne derse desin asker millet, askerini sever, bağrına basar ve o asker ocağına peygamber ocağı nazarıyla bakar. Kimsenin hiç endişesi olmasın.
Sesim, sözüm, bu meseledeki acizane sözlerim, meseleyi gönlümde tuttuğum ölçüde ma'kes bulmadı. Allah'a hamd ve şükür olsun ki milletime karşı medyuniyet hisleriyle meftun bulundum. Bu işin gerçek müşevviği değilim, kaynağı da değilim, yönlendiricisi de değilim. Bu meseleyi yürüten Türkiye'deki yüzlerce insanla birlikte olup belki bir tanesi olma yolunda Rabbimin rızasını kazanmaya çalışıyorum. Pek yakında onlardan çok değerli birisini kaybettik. Allah rahmet etsin. Hacı Kemal Erimez. Çok yer bu fikir işçisinin, fikir mimarının düşüncesiyle şenlendi. 70 küsur yaşlarında ömrünün son günlerini Tacikistan'da o fevkalade şekeri, fevkalade rahatsızlığıyla geçirdi. Benim on gündür hayatımı hicran etti göçüp gitmekle. Hacı Kemal gibi yüzlerce Hacı Kemaller var. Geçen gün onlara iltihak eden Aydın Bolak gibi binlerce aydın insanlar var. Bunların her biri biryerlerde böyle bir müeesseseye sahip çıkarak 'ben yapacağım' diyor. Bunun arkasında hiçbir şey aramamak lazım. Bana bir gün sordular, bu değirmenin suyu nerden geliyor diye. Ben de dedim; milli mücadelede geldiği yerden geliyor. Bu millet bir hizmete inanırsa küheylanlar gibi şahlanır, üveykler gibi semada pervaz eder. Ve seve seve ölüme koşar Allah'ın inayet ve keremiyle. Hiç kimse bir şey aramamalı. Su-i zan edip bir şeyler yapmak yerine bu hizmetleri yapan insanların üzerine sistemli maliyelerini salarlar, kontrol ederler. Çünkü artık o ülkelerde sahip çıkılıyor bu işe, onlar yapıyorlar. Hayırlı bir teşvik yapılmışsa bir yerde, bence bu teşvik su-i niyetlerle karartılmamalı, üzerine gidilmemeli. Şayan-ı takdir Türk toplumu o meseleyi anladı ve değişik platformlarda bu meselenin yanında olduğunu ifade ediyor. Kadirşinas Cumhurbaşkanımızın bir okulu açmasının yanında, o okulda her nasılsa kazaya uğrayan bir öğretmeni de kendi uçağında kendi yerine oturtarak Türkiye'ye getirmesi ona öyle bir kredi kazandırmıştır ki, bunu tarih yazacak. Sayın Meclis Başkanımızın o yürekten ifadelerini, kadirşinas sözlerini, Türk toplumu değerlendireceği yerde değerlendirecektir.
Bu okullarda güdülen gaye, ulaşılmak istenen hedef nedir? Ben hayatımda o binlerce insan içinde çok ciddi, çok büyük bir hedefe sahibim. Allah'ın benden hoşnut olması hedefi. Ben zannediyorum, oralarda o mazlum ve ma'kus milletlerin idbara uğramış kaderleri tersine dönerse ben Allah'ın rızasına mazhar olmuş olurum. Hedefim Allah'ın rızasını kazanmak noktasında ihlasla oralarda ülkemin kültürünü temsil etme, milletimin anlayışını temsil etme, bizim bin senelik tarihi birikimimizi oraya götürme ve ruhumuzun ilhamlarını o insanların sinelerine boşaltmadır. Birincisi bu.
İkincisi bu insanların imdatlarına eğer eğitimle biz koşmasaydık, Batılılar koşacaktı, istişrak koşacaktı, misyonerler koşacaktı. Koşsun, bunlar da insan. Fakat bu ülkelere bir dönem Çarlık Rusyası hakimdi. Daha sonra Komünizm bunları adeta paletler altına aldı. Duygularını, düşüncelerini dümdüz etti. Yeniden bir istismar ağına girmemeleri için Türkiye'nin bunlara sahip çıkmaları lazımdı. Devletimiz o dönemde acele edemedi, aheste hareket etti. İmkanları açısından da milli eğitim o mevzuda davranması gereken gibi davranmadı. Şüphesiz bu çok önemli masraf gerektiren şeylerin finanse edilmesi lazım. İstiklal mücadelesi gibi topluma mal edilmeli bunlar. Meseleyi, ancak sath-ı hat ile topyekün bir ülkeyi bir hat haline getirerek, umumi bir seferberlikle yüklenmek suretiyle götürmek mümkün olacaktır. Götürülsün dendi ve götürüldü. Gelecek adına bunlar bu ülkelerde oturma mülahazasıyla birer köprü ayağıdır. Meseleyi mütevazi olarak ifade etmek istiyorum. Birer köprü ayağıdır, tam köprü değildir. Köprüyü geleceğin aydınları inşallah kuracaklar. Bu köprü ayakları sadece Asya'ya münhasır kalmamış, dünyanın değişik yerlerine de uzanmıştır.
20. asra girerken Türk toplumu ne duygusuyla, ne düşüncesiyle ne de yapılanmasıyla yeniden yapılanan dünyanın içinde yoktu. Dünya yeniden yapılandı fakat o yapılanma içinde biz yoktuk. Biz o dünyaya bir yönüyle Yahya Kemal'in Mehlike Sultana aşık bir şekilde ifade ettiği gibi, kendi değerlerimizden, kendi hayat felsefemizden, kendi inançlarımızdan, kendi düşünce dünyamızdan kaçarak bir çeşit Batıyla zifaf peşinde olduk. Belki hala o duygu devam ediyor. Avrupa Ortak Pazarı, Avrupa Birliği. Ve şu günlerde de bir beklenti içindeyiz. Onu sürdürüyoruz. Bu bir yönüyle bir motivasyon peşinde olmak demektir. Fakat onlar da bir türlü bizi kabul etmediler. Dilerim bugünlerde bizi kabul etsinler ve bizim bir, bir buçuk asırdan beri beklediğimiz bu zifaf intizarı sona ersin. Hasret sona ersin, hicran sona ersin, vuslat gerçekleşsin. Bunu alaylı bir edayla anlatmıyorum. Gereğine inandığımdan arzediyorum. Küreselleşen bir dünyada zaruretine inandığımdan dolayı arzediyorum. Ve bu yapılacaksa şayet Türkiye'nin de çıkarları çok iyi hesaplanarak yapılmalıdır diyerek görüşlerimi noktalıyorum.
Bir dördüncü husus dünya küreselleşirken, biz bize çok yakın olan dünya ile duvar komşusu olacağız, kapı komşusu olacağız, Bu dünya ile duvar komşusu olacaksak, kapı komşusu olacaksak, bunu kendi irademizle gerçekleştirmek için iki şey var. Bunlardan bir tanesi biz bunu gerçekleştirmezsek, hadiseler kendi yorumlarını, zaman kendi yorumunu ortaya koyacak ve bu gerçekleşecek. Fakat bizim çıkarlarımız hesaba katılmadan gerçekleşecek. Başkalarının çıkarları bahis mevzuu olacak. Biz Asya'nın yanına gideceğiz. Avrupa'nın yanına gideceğiz, ABD ile diyalog içinde olacağız ama düşünen, taşınan değişik politika merkezlerinde, strateji merkezlerinde herşey onların çıkarlarına göre bir gergef gibi şekillenecek. Fakat biz o çıkarların dışında olacağız. Atılım, daha önce çıkış... En iyi müdafaa taarruzdur. Meseleyi taarruz planında gerçekleştirmek, biçim çıkarlarımızı öne alma açısından geleceğin felsefe, tarih yazarlarına çok önemli bir mevzu teşkil edecek kanaatindeyim. Meselenin bir diğer yanına da ben dinimiz açısından bakıyorum. İyi işler, güzel işler iradeyle yapılırsa gelecekte küreselleşecek dünyada siz de kalkıp duvar komşusu olacaksınız, fakat hadiseler ve zaman yorumu ortaya getirip koyacak. İradeler işin içinde olmadığından dolayı sevap kazanamayacaksınız. Ben sevap kazanayım istiyorum.
Yakın çevrem beni bilirler. Halihazırda belli mülahazarla açıkça söylemeliyim ki; ben kendim için o kadar güvenlik lüzumunu hiç duymadım. Yahya Kemal merhumun yaklaşımıyla, 'Felek esbab-ı cefasını toplasın gelsin.' Böyle bir yaklaşımı hayatımda hep düstur-u hayat edindim. Hatta cismaniyet itibariyle bazı şeylerle tehdit ettiklerinde, bana yakın olan arkadaşlarım dediler ki, sizi haklayacaklarmış, haberiniz var mı? Benim mukabelem şu olmuştur; Nerde bende o şans. Allah yolunda şehit olmak, mazlumen, mağduren öldürülerek, her gece belki rüyama giren selefimle beraber haşrolmak... Mülahazam bu. Bu mülahazalar içinde yaşadım. Bu mülahazalar belki şimdi bana ait olmayan, misafireten bazı binalarda kalma gibi, bir düşünceye arkadaşlar sahip oldu. Arkadaşların düşüncesine saygılı olmaya çalıştım. Fakat kaldığım o binalarda ben kalmıyorum. O binaları sırtımda taşıdığımı rahatlıkla söyleyebilirim.
Bir dönemde, bir aramada benim seneler evvel yazdığım vasiyetnamemi o günkü istihbarat erleri almışlardır zannediyorum, Benim söyleyeceğim şeyleri onlar da biliyorlardı. Benim yanımda bulacağınız herşeyi kitaplarım dahil ben vakfettim. Eğer üzerimde kefenime yetecek para bulamazsanız, yakın arkadaşlarım falan falan falandır. Onların himmetleriyle beni gömebilirsiniz. Biraz helal kazandıklarına inandığım insanlar... Yeryüzünde bir dikili taşım yok. Bunu söyledikten sonra ağaç kovuğundan çıkmadığımı bu arada vurgulamalıyım. Bu açıdan bana bir holding demek meselesi saygısızca yüzüme savrulmuş bir şeydir. Bir kısım karalamayı şiar edinmiş insanların karalama adına kendi mantıksızlıklarını -benim üslubuma uygun değil bu sözleri söylemek, hep saygılı olmaya çalıştım- adet edinmiş kimselerin söyledikleri sözlerdir. Asya'daki okulları milletimiz finanse ediyor. Şimdilerde alternatif himmet meselesi Çırağanlarda, Hiltonlarda yapılıyor. Ve bu işe sahip çıkılıyor. Türk müteşebbisleri Asya'da yatırım yapıyor. Özbekistan'da, Kazakistan'da himmetlerinin bir kısmını bu okullara tevcih ediyorlar. Belki vergilerinden de düşüyorlar. Bu okullara sahip çıkıyorlar. Bu mesele ne beni, ne de benimle beraber olan refiklerimi, dostlarımı hiç alakadar etmez.
Cami kürsülerinde ve hususi sohbetlerde hep himmetleri ve imkanları dar olan insanları yine mumin olarak bu işe teşvik etmişim. Bu işe teşebbüs eden insanlar arasında bana yakın olan insanlar da olabilir. Bazıları süper market kurmuşlardır bu arkadaşlardan. Hatta İzmir'de ben acizane zorlayarak üç tane süper market kurdurdum. Fakat zannediyorum arkadaşlar başaramadılar. Bunların içinde benim 2 bin liralık himmetim dahi yoktu. Niye 2 bin lira tabirini kullandım? Çünkü o gün bu himmetlere talebe arkadaşlar burslarından arttırarak iştirak ederlerken, benim 2 bin liram bile yoktu ki ben de iştirak edeyim. Bunlar benim arzu ettiğim gibi insan bulamadı ve işleyemedi.
Demin arzettiğim Asya'ya eğitim yatırımı yapın derken bu mülahazamı şu düşüncelerle besledim; Türkiye'nin nefes boruları olacaktır Orta Asya. Ekonomi adına çok rahat soluk alacaktır. Çünkü Türkiye bir noktada doyuma ulaşmıştır. Türkiye'de bazı kimseler zengin olmuştur. Bunlar kadar zengin olmayan çok az insanlar zengin olabilir. Başkalarına zenginlik düşmez. Asya bizim için ideal bir yatırım yeridir. İster ticaret, ister sanayi, isterse pazar olarak. Avrupa ile pazarlama mevzuunda, dünya ile hesaplaşma mevzuunda bizim için iyi bir rampadır. Dünya ile rekabet edebiliriz mülahazalarıyla da gidin yatırım yapın düşünceleriyle hep teşvik ettim. Türkiye'de finans konularını tesis eden banka türünden şeyler yapın. Bunu değişik yerlerde söylemişim ve birileri kalkmış bir finans kurumu kurmuş. Aslında Türkiye'de bir finans kurumu süreci yaşanıyor zaten. Önce El-Baraka, Faisal Finans, sonra Kuveyt Türk, Anadolu Finans, ve başka finans kuruluşları oldu. Dostlarımızın, kardeşlerimizin kurduğu İhlas Finans... Türkiye'de demek buna bir ihtiyaç var. Müteşebbislerimiz buna ihtiyaç hissettiler. İhtiyaca cevap vermek için düşündüler bunu.
Şimdi böyle şeylere arkadaşlar teşebbüs ederken, arasıra sohbetlerimde bulunmuş, hatta bana çok yakın olmuş, bulunduğum yere sık sık gelen, belki her gün gelen 5-10 insan vardır. Bu beş on insan içinden bir iki kişi bu işin içinde bulunmuş. Asya Finans'a himmetlerini yatıran, imkanlarından bir kısmını oraya kanalize eden birkaç yüz tane insan benim karşıma çıksa ben ancak bunlardan 10 tanesini tanırım. Ve bu iş için ben kasemle de teminat verebilirim. İkincisi şu anda ben kaç yerde şube açtıklarını da bilmem. Genel Müdürle açılışta tanıştım. Daha sonra ziyarete geldi. Orda ne türlü personel çalışır, kimler vardır? Bunları da bilmem. Bunun bir idare heyeti vardır, Yüksek Kurulu vardır. Bence bu türlü meselelerde, -üslübuma ters düşüyor- Dudu Nine üslubuyla meseleye yaklaşıp dedikodu yapma derdim ben buna. Terbiyem müsaade etmediğimden dolayı bunu dememiş gibi kabul edin.
Benimle uzaktan yakından alakası yoktur. Meseleyi bana atfedeceklerine oranın bir başkanı vardır. Yüksek İdare Heyeti vardır, çalışanları vardır. Gitsinler onlarla röportaj yapsınlar. Bu işin ne olduğunu görsünler. Amma bana gelince ben ister eğitim seferberliği adına, ister finans kurumu açma adına, büyük ticaret merkezi açma adına ağzıma fermuar vurulmazsa her platformda bunu dile getirmeye çalışacağım. Camide konuşma fırsatı zuhur ederse orda da konuşacağım. Yanıma gelen beş on insan olsa onlara da konuşacağım.
Bendeniz hep iyimser olmaya çalıştım. İyimserlik bir yönüyle ümit demektir. Yaşamak için de buna ihtiyaç vardır. Kötümser olmak için de çok ciddi bir sebep görmüyorum ben. Dünya şimdiye kadar böyle elli defa kaosa girmiş ve çıkmıştır. 50 defa korkunç buhranlar yaşamıştır. Ama yollar yine düzlüğe varmıştır. Ovalar dümdüz olmuş, arızalar pürüzsüz hale gelmiş, insanlık hedeflediği şeylere gidip ulaşmıştır.
Bugün hedeflenen şey bir kere bizim kendi kültürümüzün mayasındadır. Dinimizin ruhundadır. Bu İslamiyette var, milletimizin yoğrulduğu esaslar içinde var, milletimizi yoğuran elde var. Bu açıdan ben şahsen çok iyimserim. Geleceğin bu şekilde şekilleneceğine inanıyorum. Bugünkü bu teşebbüslerin şurada burada bir yönüyle geleceğin fikir işçilerini yetiştirdiği kanaatini korumaya çalıştım. Diyologa, hoşgörüye kimsenin hayır diyebileceğine inanmak istemiyorum. Ben diyalog istemiyorum, hoşgörü istemiyorum diyenler oldu. Fakat bunlar marjinal bir kesimdir.
Biz sevgiye, hoşgörüye, anlayışa müesses bir dünya kurmaya çalışalım. Üç beş adamla bunu aramızda görüşmeye çalışalım. Karara varalım. Her şey merkezde küçük bir nokta halinde belirir. Birkaç sene sonra muhit hattında koskoca bir açı meydana gelir. Eğer gelecek nesiller tarafından yad-ı cemil olmayı düşünüyorsak gelin insanlara bu hayrı yapalım ve onların hayır dualarına mazhar olalım. Boynuma sarılan bir Patrik ve onun yardımcısı... Papanın yardımcısı bana dedi ki, ibadethanelerimizde sana dua ediyoruz. Ben bu duaya liyakatımı iddia edemem. Onlar belki vizyonun tesirinde öyle söylediler. Esas böyle şeylere açık koskocaman bir Türk toplumu var. Ve arkada yetişen nesiller var. Öyle bir nesil var ki, belki pek çok yönüyle mütehayyir, mütereddit.
Fakat öyle inanıyorum ki gelecekte hiçbir provokatör onları provake edemiyecek. Ne üniversitede ne lisede katiyyen karşı karşıya getiremiyecek. Bu hissilikler hep arkada kalacak. Bir taraftan inancın insanları oldukları gibi diğer taraftan da muhakemenin ve anlayışın insanı, düşüncenin insanı olacaklar bunlar. Bu mantık, bu düşünce bu muhakeme nesli, aynı zamanda hoşgörü ve diyalogun da nesli olacak. Ben geleceğin o dünyasının mutlaka gerçekleşeceğine inanıyorum. Hatta medeniyet çatışmaları eğer şimdiden zuhur etmeye başlamışsa, korkunç dalgalarla boğuşan dalgakıranlar gibi bu çatışmaları kıracağımız inancını taşıyorum.
Belki bazı zamanlar şu daha iyi demiş olabilirim. Fakat bilhassa son seçimler itibariyle ben arkadaşlarımızı hiçbir tarafa yönlendirmeyi düşünmedim. Aslında beni sevip sayan insanlara da şu mebhasta reylerinizi kullanın dememde de bir mahzur olmasa gerek. Ben bir diyanet mensubuydum, vazediyordum, memurdum. Onların bu işin içine girmemeleri lazımdı. Benim de girmemem lazımdı. Fakat şimdi sade bir vatandaşım. Bu mevzuda da fikir arzetmemde bir mahzur olmasa gerek. Hiç kimsenin de buna itiraza hakkı yoktur. Fakat genelde seçim sath-ı mailine girildiğinde Türkiye'deki dengenin ve istikrarın teessüsü adına, güçlü hükümetler adına şu daha faydalı olur, bu daha faydalı olur mülahazasını ifade etmeyi düşünürüm. İfade etmişsem mazurum. Türkiye'nin çıkarlarını düşünmüşümdür. Ve devleti onun arkasında düşünmeye çalışmışımdır. Öyle muhteşem bir mantığım yok ki aldanmayayım, yanlış yapmayayım. Allah aldatmasın.
- tarihinde hazırlandı.