• Anasayfa
  • İstikamet Çizgisi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Aidiyet Mülâhazasına Takılmadan Muhtaçlara Yardım Etme

Soru: Hizmet’in en mümeyyiz vasıflarından biri olan “başkalarına el uzatma” hasletini kazanma ve bunu pratiğe dökme adına yapılabilecek faaliyetler nelerdir?

Cevap: Başkalarının yardımına koşmak, Allah’ın inayetine sunulmuş en beliğ bir davetiyedir. Zira bir hadis-i şeriflerinde İnsanlığın İftihar Tablosu şöyle buyurmuştur: مَنْ نَفَّسَ عَنْ مُؤْمِنٍ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ الدُّنْيَا نَفَّسَ اللهُ عَنْهُ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ يَسَّرَ عَلَى مُعْسِرٍ يَسَّرَ اللهُ عَلَيْهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ، وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِمًا سَتَرَهُ اللهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ، وَاللهُ فِي عَوْنِ الْعَبْدِ مَا كَانَ الْعَبْدُ فِي عَوْنِ أَخِيهِ “Her kim bir mü’minin dünya sıkıntılarından bir sıkıntısını giderirse; Allah da onun ahiret sıkıntılarından birini giderir. Her kim darda kalan kimsenin işini kolaylaştırırsa Allah da onun dünya ve ahiret işlerini kolaylaştırır. Her kim bir Müslümanın bir günahını örterse Allah da dünya ve ahi­rette onun günahlarını örter. Kul, din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da onun yardımcısıdır.” (Müslim, zikr 38; Ebû Dâvud, edeb 68)

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise insanların en hayırlısının onlara en faydalı olan kimse olduğunu ifade buyurmuştur. (Taberanî, el-Mu’cemu’l-evsat, 6/58) Bu itibarladır ki siz insanlığın yardımına koşarsanız, Allah tarafından yardımsız bırakılmazsınız. İnsanlığa el uzatırsanız, hiç umulmadık yerlerden de size el uzatılır.

El Uzatmanın Çeşitleri

Bugüne kadar “Kimse Yok mu?” derneği bu alanda önemli bir boşluğu doldurmuştur. Fakat onun yapmış olduğu faaliyetleri yeterli görmemelidir. Herkes kendi dünyası itibarıyla bir “Kimse Yok mu” oluşturmalı ve insanların imdadına koşmalıdır. Hatta el uzatmanın bütün çeşitlerini göz önünde bulunduracak olursak, maddi yardım faaliyetlerinin dar alanlı kaldığını söyleyebiliriz. Zira muhtaçlara maddî yardımda bulunma, el uzatmanın sadece bir çeşididir. Eğer meseleyi maddî-manevî, dünyevî-uhrevî tüm açılardan düşünecek olursanız, konunun çok daha geniş bir alanla ilgili olduğunu görebilirsiniz.

Bu açıdan biz, sadece maddî sıkıntılar içinde bulunanlara el uzatmakla yetinmemeli, bunun yanında manevî buhranlar yaşayanlara, stresler içinde kıvrananlara, anguazlarla inleyenlere, depresyondan çıkamayanlara da el uzatmalı, onların sinelerine de ümit, itminan ve inşirah boşaltmalı, onlara huzurlu bir hayatın yolunu göstermeliyiz.

Meseleye böyle geniş bir perspektiften bakacak olursak, toplumdaki herkesin kendi durumu ve konumu itibarıyla el uzatabileceği insanlar olacaktır. Mesela imkânları geniş olan bir insan, imkânsızlıklar içerisinde kıvranan kimselere yapacağı maddî yardımlarla el uzatabileceği gibi bir doktor da insanların ağrılarını sızılarını dindirmek suretiyle onlara el uzatabilir. Aynı şekilde, yol yordam bilen ve dünya işlerinden anlayan insanlar, başkalarına danışmanlık yapmakla el uzatabilir; insan psikolojisinden anlayan uzmanlar da bunalım yaşayan kimselere rehberlik yapabilirler.

Bunların içinde en önemlisi de insanlarla Allah arasındaki engelleri bertaraf ederek, kalblerin Allah’la buluşmasını sağlama ve onlara uhrevî hayatlarını kazandırmadır. Hakka dilbeste olmuş ve kendisini i’lâ-i kelimetullah vazifesine adamış insanların, yol bilmezlere, yolda kalmışlara, şehrahta yürüyeceği yerde patikada emekleyenlere el uzatması gerekir. Gönüllerin Allah’la buluşmasını engelleyen ve zihinlerin ahireti düşünmesine mâni olan önemli engellerden birisi dünyevî sıkıntılar olduğu için, bunların bertaraf edilmesi adına ortaya konulan ceht ve gayretler de bir yönüyle bunun zımnında değerlendirilebilir. İnsanların maddî-manevî ihtiyaçlarının giderilmesi, onları, basit ve bayağı şeylerle meşgul olmaktan kurtaracak ve onların Allah’a yaklaşmaları adına önemli bir köprü olacaktır. Zor ve sıkıntılı durumdaki insanlara sunulan destekler onların Allah yoluna çağrıya icabetlerini kolaylaştıracaktır.

Esasen maddî ve manevî yardımın birlikte sunulması, enbiya-i izamın mesleğidir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine göz atacak olursak bunun pek çok örneğini bulabiliriz. O, Cenâb-ı Hakk’ın muazzez ve mükerrem bir memuru olarak hayatı boyunca insanların yardımına koşmuş, sürekli muhtaçları görüp gözetmiştir. Öyle ki, kendisine uzatılan hiçbir eli boş çevirmemiş; olduğu zaman vermiş, olmadığında da vermeyi vaat etmiştir. Aynı zamanda O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalblerle Allah arasındaki engelleri gidererek insanları Allah’a kavuşturma ve Allah’la buluşturma adına yapılması gerekli olan her şeyi kusursuz yerine getirmiştir. Nitekim Veda Hutbesi’nde üç defa, أَلاَ هَلْ بَلَّغْتُ “Tebliğ ettim mi?” diye sorduğunda oradaki mahşerî kalabalık hep bir ağızdan âdeta bir koro gibi “evet” cevabını vermişlerdir. O da, “Allah’ım şahit ol!” buyurmuştur.

Siz çok ciddi bir sorumluluk duygusuyla sorulan bu soruyu biraz daha açarak şöyle anlayabilirsiniz: “Peygamberlik vazifemi hakkıyla eda ettim mi? Mesajımı size ulaştırdım mı? Size el uzattım mı? Hakkı bütün açıklığıyla size gösterebildim mi?” İşte herkes, durduğu yer ve konum itibarıyla böyle bir sorumluluk duygusu taşımakla, konumunun hakkını verip veremediğinin muhasebesini yapmakla mükelleftir. Mesela bir insan vaizlik yapıyorsa, on veya yirmi sene insanlara hitap ettikten sonra bir de onların hissiyatını almalı ve “Size karşı vazifemi yaptım mı? Buna şahit misiniz?” demelidir. Sorumluluktan kurtulma adına böyle bir davranış çok önemlidir. Böyle bir şehadeti musallaya konulduktan sonraya bırakmamalıdır. İnsan, daha dünyada iken vicdanıyla yüz yüze gelmeli, vazifesini yapıp yapamadığının ızdırabını yaşamalı, bu duygularını kamuoyuna arz etmeli, belli ölçüde onların şehadetlerini yanına almalı ve onlarla Cenâb-ı Hakk’a yürümelidir.

Evet, ihtiyacına göre herkese el uzatabilmek ve yardım talebi için uzanan elleri boş çevirmemek, hem insanlığın bir gereği hem de önemli bir mü’min ahlâkıdır. Bu, ferdî gayretlerle yerine getirilebileceği gibi, ‘Kimse Yok mu’ gibi kurumların eliyle de yapılabilir. Düşmüş insanların elinden tutulabilir, fakir ve muhtaçlara yardım edilebilir, kimsesizlerin imdadına koşulabilir. Bunlar yapılabildiği takdirde Kimsesizler Kimsesi Rabbülâlemîn de en muhtaç kaldığımız yerlerde bize yardım edecektir. Bugüne kadar Hizmet gönüllüleri tarafından bu tür faaliyetler yapılmıştır ve bundan sonra da Allah’ın izni ve inayetiyle yapılmaya devam edecektir.

Aidiyet Mülâhazasını Terk Etme

Burada önemli olduğunu düşündüğüm bir husus üzerinde durmak istiyorum. Bu tür hayır ve yardım faaliyetleri sadece muhtaçların sıkıntılarını gidermek ve bunun neticesinde de Allah’ın rızasını elde edebilmek için yapılmalıdır. Bunun dışındaki bütün mülâhazalardan sıyrılmalı, yapılan yardımlar kesinlikle popülariteye, menfaate âlet edilmemelidir.

Acaba biz bu işleri yaparken bu ölçüde ihlaslı olabildik mi? Yoksa zaman zaman bu güzel işleri ad ve unvana, nam u nişana kurban mı ettik? Kimse hakkında su-i zanda bulunmak istemem. Fakat yer yer bu konuda kusur etmiş olabileceğimizi de göz ardı etmemek gerekir. Maalesef insanlık adına çok önemli faydalar vaad eden bazı güzel işler, aidiyet mülâhazasına mâl edilebiliyor. Bu da din ve diyaneti sevmeyen insanlarda hafakanlar meydana getirdiği gibi henüz tahkikî imana geçememiş bazı nazarî Müslümanların da gıpta ve haset duygusunu tahrik edebiliyor.

Acaba yapılan bu tür güzel hizmetler hiç falana filana, falancıya filancıya mâl edilmeden götürülemez miydi? Eğer götürülebilir olduğunu düşünüyorsak, orada usûl ve yöntemde hata etmişiz demektir. Bu hatamız da bize düşmanlık yapan insanları tecavüze, ehl-i imanı da hasede sevk etti. Bu yüzdendir ki birileri çok ciddi bir hazımsızlık duygusuyla, kin ve nefret hissiyle oturup kalkıyor ve sürekli dünyanın dört bir tarafında devam eden hizmetleri nasıl bitirebileceğinin kurguları peşinde koşuyor.

Keşke isimsiz müsemma olabilseydik. Yapılan işler fazlasıyla yapılsaydı fakat onların herhangi bir ad ve unvanı olmasaydı. Esasında İslâm’ın ilk dönemlerinde din adına yapılan pek çok şeyin hep birer isimsiz müsemmadan ibaret olduğunu görürüz. O dönemde Müslümanlar zühdü, takvayı, verâı, acz u fakrı zirvede yaşasalar da bunların temsil edildiği kurumlar, müesseseler, tarikatlar, hareketler yoktu. Hicri üçüncü asra kadar ne Nakşîlik vardı, ne Kadirîlik ne de Rufâîlik. Onlar, sofilik demeden, tasavvuftan bahsetmeden, tarikat bilmeden, tekke ve zaviyeye girmeden Allah’ın emirlerine milimi milimine uyuyor, kalb ve ruh hayatını bütün derinliği ve inceliğiyle yaşıyorlardı.

Bu ifadelerimle, bu tarikatları tesis eden zatların bid’at icat ettiklerini kastetmiyorum. Bilakis onlardan her biri, Allah Resûlü’nün ve O’nun Raşit Halifelerinin hususiyetlerini esas alarak kendilerince bir yol ve yöntem tutmuşlardır. Yaşadığı şartları ve konjonktürü de hesaba katarak kimisi halvetîliği esas almış, kimisi celvetîliği; kimisi cehrî olmuş kimisi de hafî.

Özellikle hicri üçüncü asra kadar isimsiz olarak mevcut bulunan bu müsemma, isimle serfirâz olunca, hiç farkına varmadan bir kısım aidiyet mülâhazalarını da ortaya çıkarmıştır. Toplumda farklı mensubiyetler, falancılar filancılar zuhur etmiştir. Her ne kadar sertac-ı ibtihaç dediğimiz büyük zatlar için geçerli olmasa da işin daha başındakiler, yapılan işleri aidiyet mülâhazasına bina etmeye başlamışlardır. Bu da toplumda bir kısım bölünme ve parçalanmaları beraberinde getirmiştir. Çünkü herkes “biz”, “bizimkiler” demeye başlamış, insanları değerlendirirken öncelikli ölçü olarak “kendi” hizbinden olup olmamasını esas almıştır. Böyle bir tarafgirliğin ise bir kısım haksızlık ve zulümleri de beraberinde getireceğinde şüphe yoktur.

Eğer siz, Abdülkadir el-Geylanî, Mevlana Halid el-Bağdadî, Şâh-ı Nakşibend gibi bir kıvama sahip değilseniz “falancı”, “filancı” olma gibi mülâhazalar sizin için potansiyel çok ciddi birer tehlike demektir. Hatta dikkatli olunmadığı takdirde bunlar, kişi için öldürücü birer zehir hâline gelebilir. Büyük zatlar bu türlü hatalara düşmeseler bile, yapılan hizmetleri bir kısım aidiyet mülâhazalarına bağlı götürmek, bizim gibi avamdan insanları çok farklı vartalar içine atabilir. Bu tehlikeden salim kalabilmenin yolu ise herhangi bir yolda yürüyen veya herhangi bir sisteme bağlı kalan insanların herkese aynı ölçüde bağrını açabilmesi, herkesi eşit seviyede sevebilmesi ve herkesin yapmış olduğu güzel işleri takdir edebilmesidir.

Fakat bence yine de en emniyetli ve en selametli yol, isimsiz müsemma olabilmektir. Keşke yaptığımız hizmetleri böyle götürebilseydik de insanlar “falana” “filana” takılarak yapılan hizmetlere karşı mesafeli durmasalardı. Esasında işin hakikatine uygun olan anlayış da budur. Zira hizmet adına yapılan bütün güzel işleri ne falan ne de filan yaptı; bütün bunları plânlayan, yapan, yaratan Allah’tır. O, bu kaderî plân ve projeyi uygulamak üzere bazı kimseleri figüran olarak kullanmaktadır. Bu açıdan hiç kimsenin bu güzelliklere sahip çıkmaya hakkı yoktur.

Acaba biz isme çok mu takıldık? Kendimizi geri plâna çekemedik mi? Kehf Sûresi’nde yer alan, إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا “Şüphesiz ki onlar size muttali olurlarsa ya sizi taşlarlar veya dinlerine döndürürler. Bu takdirde asla kurtulamazsınız (İtibarınızla oynar, yolunuzu keser, size yaşama hakkı vermezler).” (Kehf Sûresi, 18/20) âyetinin işaret ettiği noktaya dikkat etmedik de düşmanları tahrik edecek ve dostları da hasede sevk edecek şekilde çok mu göz önünde bulunduk? Akla gelebilecek bu tür hususlar üzerinde mutlaka durulmalı, bunlarla yüzleşmeli ve bunların hesabı yapılmalıdır.

Hâsılı, Allah yolunda hizmet ediliyor ve ruh abidemiz ikame edilmeye çalışılıyorsa buna mâni olabilecek her şeyden uzak durulması icap eder. Aidiyet mülâhazasıyla meselelere yaklaşıldığında hizmet bundan zarar görecekse, bu konuda bize düşen mü’mince düşünce şu olmalıdır: Değil aidiyet mülâhazası, eğer hizmetlerin yürümesine bizim canlarımız, cananlarımız, mallarımız engel teşkil ediyorsa Allah bunların hepsini alsın ama hizmetler durmasın. Bugüne kadar fakirin düşüncesi hep bu yönde olmuştur. Rabbime ellerimi açıp hep şöyle tazarruda bulundum: “Allahım, eğer kenarından köşesinden bir şekilde benim mevcudiyetimden ötürü hizmete taarruz ve hücumlar yapılıyorsa, ben tezkeremi vermeye hazırım.”

Zira asıl önemli olan, dinimiz, ülkemiz ve bütün dünya insanlığı adına faydalı görülen faaliyetlerin devam etmesidir. Yapılanlar yapıldıktan, gönüllere iman tayfı gönderildikten, insanlar arasında sevgi ve hoşgörü meltemleri estirildikten sonra bizim bilinmemizin, alkışlanmamızın, takdir edilmemizin gereği yoktur. Yoksa Allah’ın takdirinin yerine insanların alkışını koymuş oluruz. Bu da şirkin bir çeşididir. Şirkten âzâde kalmanın yolu ise yapılacak hizmetleri gürültüsüz ve sessizce yapmak, her türlü alayişten uzak kalmak ve sonra da sessizce Rabbe yürümektir. Bizim yolumuz buydu. Ama bu yolun adab u erkânına uygun hareket edebildik mi edemedik mi bilemeyeceğim. Belki de zaman zaman meseleyi acemiliğe ve toyluğa kurban ettik.

Şekilden Kurtulup Öze ve Ruha İnebilmek

Maalesef günümüzde dine dair pek çok meselede isimler müsemmanın çok önüne geçmiş durumdadır. Her şey isimler üzerinde cereyan ediyor. Böyle olunca da bir türlü şekil ve kalıpların ötesine geçilemiyor, öz ve ruh yakalanamıyor. Mesela namaz kılmaktan, oruç tutmaktan, zekât vermekten bahsediyor ve şöyle böyle bu ibadetleri eda etmeye çalışıyoruz. Hiç kimse bunu küçümseyemez. Bunları küçümseyen, çok ciddi bir haksızlık yapmış olur. Zira Allah bunlara değer atfetmiştir. Fakat bu ibadetleri şeklî olarak yerine getirmenin ötesine geçilemez, onların ifade ettiği mânâ kavranamaz, ibadet şuuru vicdanda derinlemesine duyulamaz, yani onların, hakikate ulaşma adına birer köprü olduğu anlaşılamazsa, müsemmaya geçilemez ve müntehaya doğru yol alınamaz. Nazarî Müslümanlıktan kalbî ve ruhî Müslümanlığa katiyen terakki edilemez. Hele sır, hafî ve ahfâ gibi derinlikler hiç duyulamaz. Çünkü namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetler bir özün kalıpları, zarfları ve kamuflajlarıdır. Asıl olan, bu kalıpların içinden yürüyerek o öze ulaşmaya, onu duymaya ve temsil etmeye çalışmaktır.

Evet, asıl olan, hakiki anlamıyla Müslümanlığı yaşamaya çalışmak, bunda son derece samimi olmak ve başkalarına da örnek teşkil edebilmektir. Eğer kalb sürekli “rıza” deyip atıyor, her işte Allah’ın muradı takip edilebiliyorsa işte o zaman hakiki Müslümanlık yaşanıyor demektir. Esasen belli şahıslar etrafında sistematik hâle getirilen hareket ve müesseselerin yapmak istediği de bundan ibarettir. Ortaya çıkan bu isimlerin arkasında ulaşılmak istenilen ana hedef de İslâm’ın kılı kırk yararcasına yaşanması, -tabiri caizse- Ebû Bekirce, Ömerce, Osmanca ve Alice temsil edilmesidir. Nitekim ilk dönem itibarıyla her gece yüz rekât namaz kılan, savm-ı Davud tutan, haftada hatta üç günde bir Kur’ân’ı hatmeden çok sayıdaki insana bakılacak olursa bu müesseselerin fonksiyonunu eda ettiğini söyleyebiliriz.

Fakat zamanla isim müsemmanın önüne geçmeye başlamış; müsemma isme, ruh cesede, mânâ da kalıba kurban edilmiştir. İsimde ileriye gidildikçe insanlar aidiyet mülâhazasıyla onu daha da ileriye götürmüş ve bir kısım mensubiyetleriyle caka satmaya başlamışlardır. Dini yaşama ve temsil etme adına farklı farklı yollar tuttuktan ve bunları birer ekol hâline getirdikten sonra, her şeyi bunlara bağlamaya ve din adına yapılması gerekenleri sadece bunlardan ibaret görmeye başlamışlardır. Böyle olunca da öz ve mânâya karşı kör, sağır ve kalbsiz hâle gelinmiştir. Meseleler aidiyet mülâhazasıyla değerlendirilince, “Bize iltihak eden ve bizim gibi düşünen kurtulur. Bizim yolumuza tâbi olmayanlar iflah olmaz.” gibi oldukça dar ve mutaassıpça değerlendirmelere gidilmiş, dine ve dinin öz değerlerine gadredilmiştir.

Öte yandan, aidiyet mülâhazasına bağlı hareket etme, bir kısım başarı ve muvaffakiyetlerin falanlara, filanlara atfedilmesine ve dolayısıyla da Allah’ın unutulmasına sebebiyet verecektir. Asıl olan, görülen, tadılan, duyulan her şeyde O’na bir adım daha yaklaşma, her hâdisenin arkasında O’nun kudret elini görebilme, kendini sıfırlayarak sürekli “O” diyebilme iken, aidiyet mülâhazasıyla hareket eden insanlar bunu diyemeyecek ve işin özünden uzaklaşmaya başlayacaklardır.

Uzaklaşmanın en tehlikeli hali, uzaklaştığının farkında olmamaktır. Çünkü insan uzaklaştığının farkında ise bir şekilde geriye dönerek kaçırdıklarını telafi etmeyi düşünür, istiğfar ve tevbe ile yeniden Allah’a yönelebilir. Fakat bunun farkında olmayan bir insanın hatasından geriye dönmesi de çok zordur. Hele bir de o, bütün doğruları bağlı olduğu grupta görüyor ve onun dışında başka doğrular da olabileceğini mütalaa etmiyor/edemiyorsa ve ister idarî, ister dinî, isterse daha başka alanlarda yaptığı işleri sürekli cı’ya cu’ya bağlıyorsa, hiç farkına varmadan bir uçuruma doğru sürükleniyor demektir. Farklı bir ifadeyle, Allah’a giden yollar mahlûkatın nefesleri sayısınca olduğu halde, bu yollardan herhangi birine sülûk etmiş bir insanın sadece onu görüp, onun dışında doğru tanımaması, diğer bütün yolları bâtıl görmesi, -Allah muhafaza- onun için bir helaket ve felaket sebebi olabilir.

Böyle bir tehlikeden uzak kalmanın yolu, öncelikle sürekli imanı yenileme, Allah’la irtibatı güçlü tutma ve O’nun rızasını her şeyin önünde görmedir. Bunun yanında insan sadece kendi yaptığı hizmetlere takılıp kalmamalı, daha başka güzel işler yapanları alkışlamasını da bilmelidir. Dünyanın değişik yerlerinde farklı yollarla hizmet eden insanların faaliyetlerini görmezden gelmemeli, bilakis bunlarla birlikte çalışmanın, ortak hedeflere yürümenin yollarını aramalıdır.

İkinci olarak, insanlık adına ortaya konan faydalı ve gelecek vaat eden faaliyet ve projeleri meth ü sena edip reklamını yapanlar, bu işleri gerçekleştirenler olmamalıdır. Eğer bunların büyütülecek bir yönü varsa onu başkaları yapmalıdır; methedilmeye değerse, başkaları methetmelidir. Bundan da öte, bütün bu güzellikler, evvelen ve bizzat her türlü güzelliğin asıl sahibine (celle celâluhu) verilmeli, insanlardan birilerine şart-ı adi planında bir şeyler nisbet edilecekse de içimizden gele gele, gayet samimane, inanarak, “Meselede bizim dahlimiz yok hükmündedir. Başkaları tarafından zemin hazırlanmasaydı, zihinler bu konuda müsait hâle getirilmeseydi, biz bu işleri başaramazdık.” denilmelidir. Bu hem hakperestliğin hem Allah’a karşı saygının hem de insanlarda kıskançlık ve haset duygularını tahrik etmemenin bir gereğidir. Yoksa bir taraftan ihlâs zedelenmiş diğer yandan da yol emniyeti ihlal edilmiş olur.

İnsanı Öldüren Virüsler

Özellikle sağlam bir yere tutunamamış ve manevî kıvamlarını elde edememiş insanlar, muhalif esen rüzgârlar karşısında hazana maruz kalmış yapraklar gibi sağa sola savrulup gidebilirler. İnsanın ayağını kaydıracak türlü türlü fitneler vardır. Mesela zalimleri yola getirme, mazlumların iniltilerini dindirme, muhtaçlara el uzatma ve hakkı tutup kaldırmada kullanılması gereken kuvvet, eğer başkalarını ezmede kullanılıyor, şahsî çıkarlara âlet ediliyor ve insanı hak ve hakikate karşı kör hâle getiriyorsa, böyle bir kuvvet insan için Allah belası bir virüstür.

Aynı şekilde, insanlara hak ve hakikati anlatma ve onlara doğru yolu gösterme adına bir kredi olarak kullanılabilecek olan nam, nişan ve şöhret, sadece şahsî bir kısım arzu ve heveslerin tatminine vasıta kılınıp insanı alkış beklentisine ve popülizme sokuyorsa o da insan için ayrı bir musibet olur. Hz. Pir böyle bir şöhret için “zehirli bal” tabirini kullanmıştır. Nitekim şöhrete müştak ve müptela olan çoklarının gözümüzün önünde zehirlenip gittiklerini üzülerek müşahede ediyoruz.

Tıpkı kuvvet ve şöhret gibi şehvet de insan için hem bir nimet hem de öldürücü bir virüs olabilir. Eğer neslin devamı için peşin bir ücret olarak insana bahşedilen bu duygu, meşru dairede kullanılırsa Allah’ın insana bahşettiği önemli bir nimet olur. Fakat insan meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa etmeyerek bohemliğe girer ve gayrimeşru dairede değişik tatmin yollarına saparsa şehvet onun için bir bela olur. Günümüzde niceleri şehvet virüsü yüzünden devrilip gitmişlerdir. Bazıları da insanların bu zaafını değerlendirerek onları esir etmiş, ipotek altına almış ve sonra da istediği istikamette kullanmıştır.

Keza meşru yoldan elde edilen ve Din-i Mübin-i İslam’ı i’lâ etme ve toplumdaki yardıma muhtaç insanlara el uzatma yolunda kullanılan bir servet insan için büyük bir nimet iken, gayrimeşru yollarla elde edilen ve insanı küstahlaştırıp şımartan servet bir iptiladır. Günümüzde ihaleleri ve devletin bütün imkânlarını kendi hesaplarına değerlendiren, gecekondudan gelip kısa zamanda büyük servetlere konan ve bu servetlerini de bitmeyen hırslarını tatmin etme istikametinde kullanan zavallı insanların hâline bakınca onun nasıl bir musibete dönüştüğünü daha iyi anlarsınız. Servet, Hz. Osman gibi bir kısım yüce şahsiyetlerin dikey olarak Allah’a yükselmesine vesile olduğu gibi, Karun gibi birilerinin de yerin dibine batmasına sebep olabilir.

İşte cemaat enaniyeti veya aidiyet mülâhazası da bütün bunlar gibi Allah belâsı bir virüs olmaya adaydır. Aslında farklı duygu ve düşüncedeki insanların ortak bir gaye ve mefkûre etrafında bir araya gelerek birlik oluşturmaları ve sonrasında bu potansiyeli iyilik ve hayır adına değerlendirmeleri onlar için büyük bir nimettir. Fakat Hz. Bediüzzaman’ın da dikkat çektiği üzere şayet şahsî enaniyetler aidiyet mülâhazasıyla daha da kuvvet kazanıyor, esasında bir dantelanın farklı nakışları gibi olan cemaat, tarikat ve hareketler arasındaki nüanslar büyütülerek birer ayrılık ve çatışma vesilesine dönüşüyor ve haset duygusunun da sevkiyle insanlar alan kapma kavgasına tutuşuyorlarsa, işte o zaman aidiyet mülâhazası toplumsal bir maraz hâline gelir.

Bu tür ihtilaf ve iftiraklar bugüne kadar hep değişik toplum ve devletlerin başına bela olmuş, büyük imparatorlukları bile yerle bir etmiştir. Bunların her birinin insanı batırmaya yeteceğinin farkında olmalı, bu virüs ve mikroplarla mücadele etmeli ve onların yüzünü iyiliğe çevirmeye çalışmalıyız. Eğer bunda muvaffak olabilirsek bunun çok hayırlı neticeleri olur. Aksi durum, hem fertler hem de cemiyetler için bir helak sebebi olarak karşımızda durmaktadır.

Arşın Altında Gölgelenecek Yedi Zümre

Soru: Bir hadis-i şerifte hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın altında gölgelenecek yedi zümreden bahsediliyor. Bunların ortak özellikleri nelerdir?

Cevap: İnsanın kullukta seviye kazanmasını ve yaratılışıyla hedeflenen zirvelere ulaşmasını sağlayan en önemli iki şey, bir taraftan, ne kadar zor gelirse gelsin ibadet u taatlerini ifa etmesi, diğer yandan da yine ne kadar zor gelirse gelsin günah ve haramlardan uzak durmasıdır. Zira bir ameli ifa etmek ne kadar zorsa, insanın elde edeceği sevap ve mükâfat da o kadar fazla olacaktır. Aynı şekilde bir insan, uzak durulması çok zor olan günahlardan sakındığı takdirde, kulluğun zirvelerine ulaşması mümkün olacaktır. Mezkur hadiste ortak bir özellik olarak dikkat çeken husus, insanın sahip olduğu bir kısım fıtrî özellikler ve içinde bulunduğu şartlar itibarıyla yerine getirmesi çok zor olan amellerin, bu yedi zümre tarafından ifa edilmesidir.

Söz konusu hadis şu şekildedir: “Cenâb-ı Hak, başka hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde şu yedi grup insanı arşının gölgesinde gölgelendirecektir: Adaletli idareci, Rabbine ibadet neşvesiyle yetişen genç, kalbi mescitlere bağlı adam, birbirini Allah için sevip bir araya gelmeleri de ayrılmaları da Allah için olan iki insan, güzel ve asil bir kadının gayrimeşru isteğini ‘Ben Allah’tan korkarım.’ diyerek reddeden adam, Allah yolunda yaptığı infakı, sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyecek ölçüde gizli yapan kimse ve tek başınayken Allah’ı zikredip gözleri yaşlarla dolan kimse.” (Buharî, ezan 36; Müslim zekât 91)

Şimdi hadis-i şerifte zikredilen bu zümrelere sırasıyla yakından bakalım:

1- Adaletli İdareci

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arşın gölgesinde gölgelenecek kimselerin başında adaletli idareciyi saymıştır. Küçük bir kasabanın yönetiminden sorumlu olan bir kaymakamdan devletin yönetiminden sorumlu bir devlet başkanına kadar bütün idareci ve yöneticileri bu kapsamda düşünebiliriz. İşte böyle bir konumda bulunan, kılı kırk yararcasına adaleti tesis etmeye çalışan ve tek bir arpa tanesi kadar dahi olsa zulüm ve haksızlık irtikâp etmeme adına çok hassas davranan idareci hadisin müjdesine nail olacaktır.

Yönetimin herhangi bir basamağında yer almayan sıradan insanların adil olması belli ölçüde kolaydır. Fakat sorumluluk ve mesuliyetler arttıkça adaleti gözetmek ve istikameti korumak da zorlaşacaktır. Mesela bir köyde muhtarlık yapan bir kişinin sıradan bir insana göre adil olması daha zor olacağı gibi bir Yavuz veya Kanunî’nin konumunda bulunan ve koca bir devletten sorumlu olan bir insanın adaletli olması çok daha zor olacaktır. Çünkü böyle bir konumu ihraz eden kimseler büyük bir güç ve kuvvete sahiptirler. Onların yanında sürekli “hünkârım” deyip el pençe divan duran insanlar vardır. Ayrıca bir söz söylediklerinde iyi veya kötü olduğuna bakmaksızın alkış tufanı koparacak yığınlar da onların gözünün içine bakmaktadırlar.

İşte böyle bir konumda bulunan bir insanın güç zehirlenmesi yaşamaması, takdir ve alkışların cazibesine kapılmaması, elinde tuttuğu geniş imkânları suiistimal etmemesi; bütün bu saptırıcı ve yoldan çıkarıcı faktörlere rağmen adalet ve hakkaniyetten ayrılmaması hakikaten çok zordur. İşte bu zoru başarmış, kendisine ait olmayan bir arpa danesini dahi zimmetine geçirmeyen ve kendisine emanet edilen bütün imkânları, güç ve kuvveti sadece milletine hizmet etme istikametinde kullanan bir insan öbür tarafa gittiği zaman Allah’ın ekstradan sürprizleriyle karşılaşacaktır. Farklı bir ifadeyle insanın makam ve mansıbı yükseldikçe istikametini koruması da zorlaşacak; bu zoru başarma da onu dikey olarak insanî kemalâta yükseltecektir.

2- İbadet Aşığı Genç

Kur’ân’ın, وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “Ben, insanları ve cinleri yalnız Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât sûresi, 51/56) âyet-i kerimesine göre insanların asıl yaratılış gayeleri, Allah’a kullukta bulunmaktır. İbn Abbas’ın tefsiriyle Allah marifetine ulaşmaktır. Dolayısıyla dünya imtihanını kazanmanın yolu Allah’ı bilme, tanıma, sevme ve O’na hakkıyla kullukta bulunmaktan geçer. Hiç şüphesiz nefis ve şeytan gibi insanı yoldan çıkarabilecek bir kısım faktörler göz önüne alınacak olursa böyle bir imtihanı kazanmanın bir kısım zorluklarının olduğu anlaşılacaktır.

Allah’a hakkıyla kul olabilmenin herkes için bir kısım zorlukları bulunsa da heves ve arzuların dört bir yandan insanı kuşattığı gençlik döneminde arızasız ve kusursuz bir ibadet hayatının yaşanması gerçekten çok zordur. İşte bu sebepledir ki Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), adaletli idareciden sonra arşın gölgesinde gölgelenecek ikinci zümrenin kendini ibadete vermiş, kulluk yolunda büyümüş, boy atmış ve kemale ermiş gençlerden oluştuğunu ifade buyurmuştur. Bir gencin, nefsinin heva ve heveslerine başkaldırması ve onların dayatmalarına “hayır” diyebilmesi çok zor olduğu için, bu zoru başaran ve heva yerine hüdaya uyan gençler hadis-i şerifte methedilmiştir. Demek ki bir gencin göz, kulak ve dil gibi organlarının haram istikametindeki arzu ve taleplerine “hayır” diyebilmesi, onu, kemâlât-ı insaniyenin zirvesine yükseltecektir.

3- Kalbi Mescitlere Bağlı Kimse

Hadiste üçüncü zümre olarak kalbi mescitlere bağlı olan kimseler zikredilmiştir. Öyle birini düşünün ki mescide gelip namazını kılıyor fakat mescitten çıkarken gönlü orada kalıyor. Dört gözle bir sonraki namaz vaktini beklemeye koyuluyor. Dünyanın cazibedar güzellikleri, maişet derdi, mal kazanma hırsı, hayatın lezzetlerinden kâm alma düşüncesi onun gönlünde yer bulamıyor. Bilâkis o, Rabbine kullukta bulunduğu mescitten ayrılıp dışarı çıktığı anda âdeta karbondioksite boğuluyor. Dolayısıyla da yeniden oksijen soluklama adına mescide dönmenin yolunu gözlemeye başlıyor. Mesela o, öğleyi kılıp çıktığında, “Hele bir ikindi ezanı okunsa da camiye koşsam; müezzinin ‘Allahu Ekber’ nidasını bir kere daha vicdanımda duysam.” demeye başlıyor.

Bunu Efendimiz’in şu hadisiyle de irtibatlandırabilirsiniz: مَنْ أَتَى فِرَاشَهُ وَهُوَ يَنْوِي أَنْ يَقُومَ يُصَلِّي مِنَ اللَّيْلِ فَغَلَبَتْهُ عَيْنَاهُ حَتَّى أَصْبَحَ كُتِبَ لَهُ مَا نَوَى وَكَانَ نَوْمُهُ صَدَقَةً عَلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ عَزَّ وَجَلَّ “Gece ibadete niyet ettikten sonra sabaha kadar uyuyup kalana, niyeti sebebiyle gece ibadet etmiş gibi sevap yazılır. Onun uykusu da Allah tarafından kendisi için sadaka kabul edilir.” (Nesai, kıyâmu’l-leyl 63; İbn Mâce, ikâmetü’s-salâ 177) Bu hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kalbi gece ibadetine bağlı olan bir insanın sırf bu niyetinden dolayı bile âdeta soluklarının tespih olacağını ifade buyuruyor.

Hiç şüphesiz bir insanın bu ölçüde mescitlere ve ibadete bağlanması, herkesin nail olamayacağı bir haldir. Dolayısıyla buna güç yetirebilenler de dikey olarak Allah’a yükseleceklerdir.

4- Allah İçin Birbirlerini Sevenler

Efendimiz’in hadiste ifade buyurduğu dördüncü zümre ise birbirini Allah için seven, bir araya gelmelerini ve ayrılmalarını O’nun rızasına bağlayan insanlardır. Esasında “Allah için sevme ve Allah için buğz etme” dinde önemli bir esastır. Fakat bu hiç de kolay değildir. Bir kişinin kendi çıkarlarını, zevklerini, isteklerini bir kenara bırakarak, başka bir insanı sırf dininden, diyanetinden, imanından, Allah’a yakın olmasından, dini ve milleti adına faydalı hizmetler yapmasından ötürü sevmesi ve ona alaka göstermesi hakikaten zordur.

Esasında bizim başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, O’nun Raşit Halifelerine ve diğer sahabe-i kirama karşı derince bir muhabbet beslememizin, onların yanında yer almak istememizin sebebi de Allah rızası değil midir? Daha açık bir ifadeyle bize sundukları ilâhî mesajdan, Allah’a yakınlıklarından, İslâm’ın güzelliklerini şahıslarında kusursuzca temsil ettiklerinden ve dinleri uğruna ciddi kahramanlıklar ortaya koyduklarından ötürü onları sevmiyor muyuz? Onların dinlerini yaşama ve temsil etme noktasındaki üstünlükleri ve güzellikleri, dünyadaki hiçbir kantarla tartılamaz. Hatta zannediyorum ahiretteki mizan bile onların faziletlerini tartamaz, kırılır.

Böyle bir sevginin yanında bir de dünyevî menfaatler için kurulan birliktelikler vardır. Bu tür insanların birbirine karşı alaka duymalarının sebebi, elde edecekleri çıkarlarıdır. Bu çıkarları uğruna bazı kişilerin yanından ayrılmazlar. Adeta bir “kuyruk” gibi sürekli onların yanında dolaşırlar. Yeri gelir, onun etrafında bir mabeyn-i hümayun oluştururlar. Yeri gelir, dalkavukluk yaparlar. Yeri gelir, onun hata ve kusurlarını örtebilme adına birbiriyle yarışa girerler. Arkasından gittikleri zatı seviyor gibi görünseler de onların asıl sevdikleri kendi menfaatleridir. Bu tür sevgi ve alakaların hiçbirisi Allah için değildir.

Birbirini Allah için seven, O’nun rızasını gözeterek ilişkilerini sürdüren insanlar birbirlerine dalkavukluk değil hayırhahlık yaparlar. Birbirlerinde gördükleri hata ve kusurları çok rahatlıkla söyleyebilirler. Sürekli birbirlerini istikamete çağırırlar. Onların birbirlerine kırılmaları ve gönül koymaları bile Allah içindir; arkadaşını bir zulümden veya yanlıştan alıkoymaya matuftur. İşte hiçbir dünyevî hesaba bağlı olmaksızın iki kişinin birbirini bu ölçüde sevebilmesi ve ilişkilerini de yine O’nun rızası istikametinde sürdürebilmesi, başka hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde onları arşın gölgesine çekecek çok değerli bir ameldir.

5- İffet Kahramanları

Beşinci olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), cemali ve aynı zamanda nesebi, makamı veya malî imkânları itibarıyla insanların dikkatini çekecek durumdaki bir kadın tarafından bir kötülüğe çağrıldığında “Ben Allah’tan korkarım!” diyerek onun teklifini reddedebilen iffet sahibi kişinin de o gölgeden istifade edeceğini ifade buyurmuştur. Şüphesiz böyle bir durumda sabredip, arzu ve hevesleri dizginleyebilmek de çok zordur. Dolayısıyla bu zoru başarma da kişiyi dikey olarak arş-ı kemalat-ı insaniyeye çıkaracaktır.

Konuyla ilgili Hz. Ömer döneminde yaşanmış şöyle bir hâdise nakledilir: Mescidin müdavimlerinden olan ve namazlarını her zaman en ön safta kılan bir genç vardır. Onun sürekli geçtiği sokakta oturan bir kadın onu gözüne kestirir. Bir gün bir yolunu bulup onu içeriye çağırır. Genç içeriye girdiğinde olumsuz bir teklifle karşı karşıya kalır. Tam o esnada birdenbire diline şu âyet-i kerime geliverir: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ “Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar, kendilerine şeytandan bir tayf, vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.”(A’raf sûresi, 7/201) Bunun üzerine kalbi dayanamaz ve oracıkta ruhunu Allah’a teslim eder.

Genç, bir başkasının evinde vefat ettiği için sahabe-i kiram Hz. Ömer’e haber vermeden götürüp hemen onu defnederler. Hz. Ömer gibi yüksek ferasetli bir insanın onun yokluğunu fark etmemesi mümkün değildir. Bu sebeple onu cemaat arasında göremeyince, “Falan nerede?” diye sorar. Sahabe de olup biteni anlatır. Bunun üzerine Hz. Ömer gencin mezarının başına gider ve وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ “Allah’ın huzuruna çıkacağından tir tir titreyen kimseye iki cennet vardır.” (Rahmân sûresi, 55/46) âyetini okur. Tam o sırada birdenbire mezardan yükselen şu sesle ortalık lerzeye gelir: “Rabbim bana onun iki katını verdi.” (İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 45/450; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/468)

6- İnfak Kahramanları

Hadiste zikredilen diğer zor bir mesele de sağ elin verdiğinin sol el, sol elin verdiğinin de sağ el tarafından bilinmeyecek ölçüde sadakaların gizlenmesidir. Esasen burada bir teşbih (benzetme) söz konusudur. Bu teşbihle hayr u hasenatın hiç kimseye duyurmadan yapılmasının önemine işaret edilmektedir. Zira buna dikkat edildiği takdirde bir taraftan riya ve süm’anın en küçüğünden bile uzak kalınmış, diğer yandan da sadaka verilen kimseler minnet altında bırakılmamış olacaktır. Ayrıca ihlas da zedelenmeyecektir.

Bilindiği üzere Osmanlı’da bu gibi hadislerin de işaretiyle sadaka taşları ortaya çıkmıştır. İnsanlar yapacağı yardım ve bağışları oraya götürüp bırakmışlar; ihtiyaç sahipleri de ihtiyacı ölçüsünde bunlardan istifade etmiştir. Böyle bir sistemin kurulabilmesi esasen toplumun ne ölçüde müstakim olduğunu; hırsızlık, gasp ve kapkaççılık gibi suçların o toplumda yer bulamadığını da göstermektedir.

Bunun zıddı ise muhtaçlara göstere göstere yardım etme, yaptığı yardımları bazen bir sözle bazen de bir gülümsemeyle de olsa başa kakmadır. Zira bu tür insanların maksadı, başkaları tarafından cömert ve yardımsever olarak bilinmek, takdir ve alkış toplamaktır. Kur’ân-ı Kerim, قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا أَذًى وَاللَّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ “Bir tatlı söz ve bir kusur bağışlama, peşinden incitme gelen sadakadan çok daha iyidir.” (Bakara sûresi, 2/263) şeklindeki ifadeleriyle bu tür kimseleri yermiştir.

7- Allah İçin Gözyaşı Döken Kimse

Hadiste son olarak tek başına kaldığı zamanlarda gözyaşlarıyla Allah’ı zikreden kimse zikredilmiştir. Gerçekten bir insanın, kimsenin olmadığı yerlerde, mesela gece karanlığında başını yere koyması, konumunu hatırlaması, Allah karşısındaki durumunu tefekkür etmesi, Allah’ın azametini ve kendi küçüklüğünü düşünmesi ve arkasından gözyaşlarıyla boşalması onu dikey olarak Allah’a yükseltecek amellerden bir diğeridir.

Buraya kadar zikredilen hususların bütünü, herkesin muvaffak olamadığı, sabır, tahammül, azim ve kararlılık isteyen zor şeylerdir. Dolayısıyla bu zorları başarabilenler Allah katında ekstradan lütuflara mazhar olacaklardır. Daha başka ameller de bunlara kıyas edilebilir. Allah yolunda yapılan bütün ibadet u taatler böyle temel bir esasa oturtarak değerlendirilebilir. Buna göre çok zor olan amelleri yapan veya uzak durulması çok zor olan haramlardan kaçınan bir insan gözün görmediği, kulağın duymadığı ve insan tahayyüllerini aşkın bir kısım mertebeleri ihraz edecektir.

Allah bütün mü’minlere, özellikle de dine hizmet edecek nesillere bu zorları başarabilme güç ve imkânı bahşetsin! İnşallah onlar, yapmaları gerekli olan zor işlere tahammül eder ve kötülükler karşısında da dişlerini sıkıp sabrederler. Böylece arşın gölgesi altında gölgelenme şerefine nail olur, Allah’ın ekstradan lütuflarıyla mesud olurlar.

Biat Kültürü

Soru: Meselenin mahiyetini bilmeyen bazı kimseler Hizmet hareketine gönül vermiş insanları “akıllarını birilerine ipotek etmekle” ve “kayıtsız şartsız biat etmekle” suçluyorlar. Bu iddiaların gerçeklik payı var mıdır?

Cevap: Bilindiği üzere biat, İslâm’la beraber doğmamış olsa da İslâm’da önemli bir esastır. Kur’ân ve Sünnet’te konuyla ilgili pek çok âyet ve hadis yer aldığı gibi, Allah Resûlü’nün ve Raşit Halifelerin hayatlarında da biat, farklı şekillerde tatbik edilmiştir. Arapçadaki ifadesiyle bey’at veya Türkçe’deki yaygın kullanımıyla biat, insanın bir dine, sisteme veya o sistemin temsilcisi olan şahsa bağlı kalacağına ve bu bağlılığın gereklerini yerine getireceğine dair söz vermesidir.

Biat, İslâm kültüründe en geniş anlamıyla devlet başkanı seçilen yöneticiyle halk arasında yapılan akdi ifade eder. Bu akde göre devlet başkanı ehliyetini koruduğu ve kendisine düşen görevleri yerine getirdiği sürece vatandaşlar da ona itaat etmeye ve bağlı kalmaya devam edeceklerdir.

İslâm’da Biat

Kur’an ve Sünnet’te biatla ilgili farkı uygulamalar yer almaktadır. Mesela Kur’ân-ı Kerim, وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ“Hatırla ki Allah peygamberlerden şöyle bir söz almıştı: ‘Size kitap ve hikmet verdiğimde, ardından, size verilenleri tasdik eden bir peygamber gelirse, ona mutlaka iman edecek ve mutlaka yardım edeceksiniz. Bunu kabul edip bana kesin bir şekilde söz veriyor musunuz?’ buyurmuştu. ‘Kabul ettik.’ dediler. ‘O hâlde şahit olun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim.’ buyurdu.” (Âl-i İmrân, 3/81) âyetiyle Allah’ın, Hz. Muhammed’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) önceki peygamberlerden söz almasından bahsetmiştir ki bu, Allah tarafından bir biat talebidir.

Esasında kendilerinden böyle bir biat alınan peygamberlerin birçoğu kendilerinden sonra gönderilen diğer peygamberlerle karşılaşmadıkları gibi, onların hiçbirisi Hz. Muhammed’le de (aleyhi’s-salâtu ve’s-selâm) karşılaşmamıştır. Dolayısıyla böyle bir sözün birinci muhatapları peygamberler gibi görünse de gerçekte bu, onların şahsında ümmetlerine bir mesajdır.

Evet, Allah Teâlâ bu âyet-i kerimede, peygamberleriyle ve onların şahsında ümmetleriyle yapmış olduğu bir mukaveleden bahsetmektedir. Bu mukaveleye göre onlardan şunu talep etmektedir: “Sizden sonra gelen hangi peygambere yetişirseniz ona iman edin ve onu kabullenin. Musa’ya yetişirseniz onu kabullenin. Davud’a yetişirseniz onu kabullenin. İsa’ya yetişirseniz onu kabullenin. Muhammed Mustafa’ya (aleyhimü’s-salâtu ve’s-selâm) yetişirseniz de onu kabullenin.” Bunun karşılığında peygamberler de topyekûn bunu kabul ve ikrar etmişlerdir. Artık böyle bir söz alma ve biat gerçekleştikten sonra bundan dönme Allah’a karşı büyük bir günah ve büyük bir vebaldir. Eğer döneklik, O’na ait bazı hususiyetleri içine sindirememe seviyesinde ise dalâlet; itikat seviyesinde ise irtidattır.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de Cenâb-ı Hak’tan aldığı ve peygamberler geleneğinde rüsuh ve sübut bulmuş biat hakikatini ömrünün farklı dönemlerinde tatbik etmiştir. Mesela O (sallallâhu aleyhi ve sellem), peygamberliğin başlangıcının on birinci ve on ikinci senelerinde Akabe’de bir araya geldiği Medine’li Müslümanlardan biat almıştır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) orada teker teker onların ellerini sıkmış ve Medine’ye gittiğinde kendisini canları gibi koruyacaklarına ve İslâm’a hizmet edeceklerine dair onlardan söz almıştır. Onlar böyle bir biat karşılığında ne kazanacaklarını sorduklarında Allah Resûlü, “Cennet” cevabını vermiş; onlar da buna razı olmuş ve bundan duydukları memnuniyeti izhar etmişlerdir. Bu sırada Allah Resûlü’nün yanında bulunan Hz. Abbas onlara, “Siz, neye biat ettiğinizi (bu biatınızın size nasıl bir sorumluluk yüklediğini) biliyor musunuz?” diyerek meselenin önemine ve ağırlığına dikkat çekmiştir.

Aynı şekilde Allah Resûlü, Medine-i Münevvere’yi teşrif ettiğinde Medine halkı tek tek gelerek Efendimiz’e biat etmişlerdir. Allah Resûlü’nün Medine’ye hicretinin üzerinden yıllar geçtikten sonra bile yeni Müslüman olanlar O’nun yanına gelerek biat etmiş ve sadakatlerini ortaya koymuşlardır. Hatta İnsanlığın İftihar Tablosu, Hudeybiye’de bulunduğu sırada Mekke’ye elçi olarak gönderdiği Hz. Osman’ın öldürüldüğü yönünde haberler gelince, daha önce kendisine biat etmiş olan sahabeyi toplayarak onlardan bir kere daha biat almıştır.

Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabından almış olduğu bu biatlar, İslâm’ın getirmiş olduğu sisteme, bu sistemin temsilcisine ve bu sistemi vaz eden Zat’a, dolayısıyla Allah’a karşı bir söz verme manasına geliyordu.

Biat, zamanla sahabe arasında oturmuş, sistemleşmiş ve bir gelenek hâlini almıştır. Dolayısıyla bu uygulama Raşit Halifeler döneminde de devam etmiştir. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali halife seçildiklerinde sahabe onlara biat etmişlerdir. Uygulanma şeklinde değişiklikler olsa ve zaman zaman mesele asıl yörüngesinden saptırılsa da bu uygulama daha sonraki asırlarda da Müslümanlar arasında varlığını devam ettirmiştir. Yani bir yönüyle vatandaşlar biat vasıtasıyla başlarındaki yöneticiyi kabul ettiklerini ortaya koymuşlardır. Hatta bu uygulama sadece devlet başkanıyla vatandaşlar arasında olmamış, zaman zaman değişik tarikatların başında bulunan şeyhler de kendilerine bağlı olan insanlardan biat almışlardır.

İnanç ve İdeal Ortaklığı

Konunun daha iyi anlaşılması adına biatla ilgili yaptığımız bu kısa izahtan sonra şimdi meselenin Hizmet hareketine bakan yönü üzerinde durabiliriz. Öncelikle ifade etmek gerekir ki Hizmet gönüllülerinin kayıtsız şartsız “üstlerine” biat ettiğini iddia eden kimseler meselenin mahiyetinden habersizdirler. Bu tür iddialar, iddia sahiplerinin Hizmet’i bilmediklerini gösterir. Zira Hizmet gönüllülerini bir araya getiren ve bir arada tutan bağ ne hiyerarşik bir sistemdir ne emir-komuta zinciridir ne de birilerine verilen biat sözüdür. Bilâkis inanç, mefkûre ve gaye birliği onları bir arada tutmakta ve ortak hedeflere yönlendirmektedir. Bunu, Cuma veya bayram namazı kılmak için camide toplanan veya tavaf yapmak için Kâbe’nin etrafında halkalanan ya da hac menasikini yerine getirmek için Arafat’ta duran insanların hâline benzetebiliriz. Nasıl ki ortak inançlar ve müşterek hedefler bu insanları bir araya getiriyor ve aynı ibadetleri yaptırıyorsa, bir kısım ortak inanç ve idealler de Hizmet gönüllülerini bir araya getiriyor ve onların beraber hareket etmelerini sağlıyor.

Nedir bu ortak hedefler? Mesela Hz. Pir’in dile getirdiği üç büyük hastalık olan cehalet, iftirak ve fakirlikle mücadele etmek Hizmet gönüllüleri için çok önemli bir hedeftir. Nitekim bugüne kadar Hizmet gönüllüleri cehaleti giderme adına ciddi bir ilim seferberliği başlatmış ve imkânları el verdiğince yurtlar, dershaneler, etüt merkezleri, okullar ve üniversiteler açmış; insanlar arasındaki çatışma ve ihtilafları giderme adına sürekli sevgi demiş, hoşgörü ve diyalog faaliyetleriyle herkesi kucaklamaya çalışmış; bir kısım organizasyonlarla işadamlarına yardımcı olmaya ve muhtaçlara el uzatmaya gayret etmişlerdir.

Biraz daha açacak olursak, insanları bir cemaat veya hareket adı altında bir araya getiren temel faktör, ortaya konulan fikir, düşünce, faaliyet ve projelerin makuliyeti, bunların hem dinî kurallara hem de zamanın şartlarına uygunluğu ve aynı zamanda günümüz insanlarının ihtiyaçlarına da cevap veriyor olmasıdır. Bu itibarladır ki yapılan hizmetlerin devam ettirilmesi adına ne falana filana biat etmeye ne de “falancı” “filancı” olmaya gerek yoktur. İnsanların, salayı duyduğunda Cuma namazına koşmaları, bayram sabahı olduğunda bayram namazında toplanmaları veya Zilhicce’nin dokuzuncu günü geldiğinde Arafat’a akın etmeleri gibi, hizmet adına ortaya konulan düşünce ve faaliyetleri kendi ideal ve hedefleriyle uyumlu bulan kimseler de hizmete koşmaktadırlar.

Farklı bir ifadeyle insanlar, yapılan hizmetleri Kur’ânî makuliyet çerçevesine uygun bulduğundan, yürünen yolun peygamber yolu olduğuna inandığından, yapılan hizmetlerin birlik ve beraberliği, sulh ve barışı sağlayacağını düşündüğünden bu işe destek vermektedir. Dolayısıyla Hizmet hareketi içerisinde yukarıda bahsedildiği şekliyle bir biat söz konusu değildir. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri de hiç kimseden biat istememiş, kendisiyle talebeleri arasındaki ilişkinin şeyh-mürit ilişkisi olmadığını, bilakis bir kardeşlik ilişkisinden ibaret bulunduğunu ifade etmiştir. Bu itibarla Hizmet hareketi içerisinde yaşıyla, kıdemiyle, ilmiyle önde görünen her kim olursa olsun, herhangi bir şahsa biatta bulunma söz konusu olamaz.

Zımnî Biat: Fedakârlık ve Adanmışlık

Ne var ki ciddi bir fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla kendilerini hizmete vakfeden insanlar kendi kendilerine söz verebilirler. Mesela onlar, “Allah’ın izni ve inayetiyle, ömrüm vefa ettiği sürece, isabetli bulduğum böyle bir yola revân olacağım. Nam-ı Celil-i İlahi’nin ve Ruh-u Revan-ı Muhammedi’nin her yerde duyulması adına soluk soluğa koşturacağım. Hizmetin dışında hiçbir mülâhazaya kapılmayacağım. Dünyevî-uhrevî füyuzat hislerinden fedakârlıkta bulunacağım. Ölünceye kadar bu yoldan ayrılmayacak ve Allah’ın huzuruna da böyle gideceğim.” diyebilir.

İrşat ve tebliğ, Kur’ân ve Sünnet’in bize emretmiş olduğu önemli bir amel olduğuna göre kişinin yapmış olduğu böyle bir ahde bağlı kalması gerekir. Zira temeli dinî bir meşruiyete dayanan ameller nezredildiğinde, bu nezirlerin yerine getirilmesi gerekir.

İşte Hizmette bir biattan bahsedilecekse kişinin kendi kendisine sadık ve vefalı bir mü’min olarak hizmetten ayrılmayacağına dair söz vermesi anlamında böyle bir biat söz konusu olabilir. Buna da sarih değil zımnî biat denilebilir. Zira Efendimiz döneminde yapılan biatlar asliyet planında olduğuna göre, böyle bir biat zılliyet (gölge) planında kalacaktır.

Eğer günümüzde dünyanın farklı ülkelerinde çok güzel hizmetler yapılıyor, gidilen ülkelerdeki insanlarla ciddi bir kültür alış-verişi oluyor ve dünya barışı adına önemli adımlar atılıyorsa, bütün bu hizmetler kendi kendilerine böyle söz vermiş adanmışlar sayesinde gerçekleşmektedir. Onlar maddî-manevî hiçbir karşılık beklemeden gerektiğinde burs seviyesinde aldıkları maaşlarla insanlığa hizmet etmeye devam etmektedirler. Onların bu fedakâr ve diğerkâm tavırları sayesinde Afrika’nın derinliklerinden Uzak Doğu’nun içlerine kadar birçok insan onlara karşı minnet ve şükran hisleriyle doluyor.

Özellikle Allah Resûlü ve Raşit Halifeler döneminde yapılan asliyet planındaki biatı alkışladığımız gibi, adanmışlık anlamına gelen zılliyet planındaki böyle bir biatın da takdirle yâd edilmemesi düşünülemez. Kendilerini hizmete vakfetmiş ve mefkûrelerini gerçekleştirme adına dünyanın dört bir yanına dağılmış arkadaşları düşündüğümde içimden şu düşünceler geçiyor: Ahirette kurtulur muyuz kurtulamaz mıyız bilemiyorum. Orada bize hüsn-ü şehadette bulunma imkânı verirler mi vermezler mi onu da bilemiyorum. Fakat hiçbir zaman Allah’ın rahmetinden de ümidimi kesmiyorum. Eğer orada bana böyle bir imkân verilirse, “Allah’ım, ruh ve mana köklerimizden süzülüp gelen değerleri duyurmak için dünyanın dört bir yanına dağılan fedakâr insanlar için hüsn-ü şehadette bulunuyorum.” derim. Söylediğim gibi, bana onu dedirtirler mi dedirtmezler mi, ben o ufkun insanı mıyım değil miyim, bunlar ancak Allah’ın bileceği şeyler. Fakat hissiyatım bu yönde.

Ortak Akla Bağlı Kalma

Öte yandan hizmet içerisindeki işler ortak akla ve istişareye bağlı olarak yürüdüğü için “aklın ipotek edilmesi” gibi bir durum söz konusu olamaz/olmamalıdır. Biz, bugüne kadar ısrarla istişare üzerinde durduğumuz gibi, bundan sonra da farklı bir şey söylemeyeceğiz. Şu düşüncemi bugüne kadar defalarca dile getirmişimdir: Bir insan Sezar, Büyük İskender veya Napolyon’un kafasının on katına sahip bir dâhi bile olsa ve şahsî görüşüne göre hareket etse, böyle birisi, üç insanla istişare eden bir kimsenin seviyesine ulaşamayacaktır. Zira herhangi bir meselede farklı mülâhazaların ortaya konulması, bunlar üzerinde i’mal-i fikirde bulunulması ve problemin çözümü adına çareler aranması isabetli karar verme adına çok önemlidir. Bu sebeple İnsanlığın İftihar Tablosu, istişare yapan insanın kayıp yaşamayacağını beyan etmiştir.

Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olduğu hâlde Allah tarafından vahiyle bir emir gelmediği sürece bütün işlerini sahabe-i kiramla istişare etmiştir. O, kendi fikirlerini istişareye arz etmiş, sahabenin fikirlerini almış ve ortaya çıkan ortak kanaa

te göre hareket etmiştir. Hatta bazı durumlarda kendisi farklı düşünüyor olsa bile, sırf istişarenin hakkını verme ve istişare disiplinini oturtabilme adına sahabenin görüşüne göre hareket etmiştir. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud savaşıyla ilgili savunma yapılmasını düşündüğü, açık alanda düşmanla yaka-paça olmanın neye yol açacağını bildiği hâlde, sahabenin görüşüne muvafakat ederek düşmanla göğüs göğüse çarpışmış ve neticede yetmiş şehit vermiştir. Zira o gün istişare disiplininin oturması için, onun sadece teoride kalmaması, bizzat Allah Resûlü’nün temsiliyle tatbik sahasına taşınması çok önem arz ediyordu.

Bu açıdan bir insan, kendi düşüncesinin doğruluğuna ne kadar inanırsa inansın eğer istişarede ortaya çıkan ağırlıklı görüş farklıysa kendi görüşünden vazgeçebilmelidir. Zira doğruyu bulma mevzuunda ceht ve gayret ortaya koyma tıpkı namaz kılma ve oruç tutma gibi insana sevap kazandırdığı gibi, kendi görüşünden geriye dönebilme de günahlara veya belalara sabretmede olduğu gibi negatif yönden insana yine sevap kazandırır. Kişinin aklına güvenmesi, her şeyi bildiğini zannetmesi ve kafasına göre hareket etmesi ise kaybettirici hususlardır.

Hatta insan, yaşı, tecrübesi, bilgisi veya bulunduğu konum itibarıyla başkalarının kendisine saygı duyacağı ve itiraz etmekte zorlanacağı bir pozisyonda dursa bile, kendi fikirlerini asla başkalarına dayatmaya kalkmamalı, kendisine duyulan saygı ve güveni başkaları üzerinde bir baskı ve istibdat vesilesine dönüştürmemelidir. Fikirlerini arz ederken çok açık ve rahat olmalıdır. Beraber olduğu insanların değerlendirmesine ehemmiyet vermelidir. Düşünce ve kararlar, onları ortaya atan kimsenin konumuna göre değil, doğruluk ve makuliyetine göre değerlendirmeye alınmalıdır. Hiç şüphesiz bütün bunların eksiksiz olarak uygulamaya konulabilmesi de İslamî terbiyenin tam olarak hazmedilmesine bağlıdır.

Netice itibarıyla işlerin istişareyle yürüdüğü bir yerde hiçbir akıl başkası tarafından ipotek altına alınamaz. Kararların alınmasında herkesin fikrine müracaat edildiği bir yerde “kayıtsız şartsız itaat”ten bahsedilemez. Bilakis burada fikir ve düşünce hürriyeti vardır.

Dünya ve Ukbanın Sultanı

Soru: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) siyerde beyan edilen beşerî yönleri mütalaa edilirken veya O’na ait bir kısım ahval ve evsaf değerlendirilirken yanlışlara düşülebiliyor. O’nun kamet-i kıymetine uygun değerlendirilebilmesi adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Maalesef günümüzde bir kesim, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıradan bir insan olarak ele alıp anlatıyor. Bu yüzden de günümüzde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında yanlışlıklara düşen bir hayli insan var. Allah bizi istikametten ayrımasın. Zira O’nun nuranî şahsiyet-i maneviyesine veya peygamberlik misyonuna uygun düşmeyen her bir söz, bir çeşit kaymadır. O’nun hakkında yanlış bir kısım kanaat ve düşüncelere giren bir insan, Allah hakkında da kaymalara maruz kalabilir.

Mü’minlerin Rehber-i Ekmeli O’dur. Bu yüzden O’nun yürüdüğü şehrahtan ayrılan, hiç farkına varmadan patikalara düşer, dolayısıyla da Allah’tan uzaklaşır. Efendimiz’e yakın olan, Allah’a da yakın olur. Farkına vararak veya varmayarak O’ndan uzaklaşan da Allah’tan uzaklaşmış olur. Ne yazık ki günümüzde his ve heveslerinin güdümünde yaşadığından ötürü O’nu sıradanlaştıran ve O’ndan uzaklaşan bir sürü insan var.

Efendimiz’e Bütüncül Bakış

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının, nübüvvete ait vasıflarının ve beşerî özelliklerinin farklı yönleriyle anlatıldığı çok sayıda siyer, megazi, tabakat, şemail ve delail kitabı yazılmıştır. Hiç şüphesiz bütün bu eserler, O’nun hakkıyla tanınması ve anlaşılması adına çok önemlidir. Fakat söz konusu eserleri kaleme alan o büyük insanların anlatmış olduğu hâdiselerin, vermiş oldukları bilgilerin bir yönüyle sübjektif bir kısım mülâhazalara, kendi duyuş ve algılayışlarına bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Netice itibarıyla onlar, duydukları, idrak ettikleri ve anladıkları şeyleri kaydetmişlerdir. Bu sebeple Allah Resûlü’nün ahval ve evsafının anlatıldığı eserleri okurken yer yer o Kamet-i Bala’nın büyüklüğüne uygun düşmeyecek bir kısım mülâhazalara girilebilir. Bu itibarla Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında söylenilen sözlerin tamamını bir araya getirip bütüncül ve mahrutî bir nazarla O’na bakılmalıdır.

Hiç şüphesiz insanlık âleminde İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) en yakından tanıyan kimseler sahabe-i kiramdır. Hususiyle de Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi sahabenin önde gelenleridir. Onların her birisi O’nu bizden daha doğru okumuş ve o Menhelü’l-azbi’l-mevrud’dan (tatlı su kaynağı) doya doya içmişlerdir. Kendileri istifade etmekle kalmamış, daha sonraki nesillerin de O’nu tanıyabilmesi adına duydukları, gördükleri her şeyi nakletmişlerdir. Bize düşen, onlardan nakille gelen bu bilgileri saygıyla karşılama ve onlardan istifade etmektir. Sahabe-i kiramın da her birisi Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayrı bir derinliğiyle duymuştur. Eğer biz, onların sözlerini bir araya getirip şahsiyet-i Ahmediye’ye öyle bakabilirsek işte o zaman O’nu kendi kamet-i kıymetine uygun görebilir ve tanıyabiliriz.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetine iman etme ve O’nun sünnetine bağlı kalma, mü’minler için kurtuluş vesilesidir. İlk nurun sahibi olması ve hilkatin gayesi sayılması itibarıyla O’nun büyüklüğünü görebilmek çok önemlidir. Öyle ki hadis kriterleri açısından tenkit edilse de özellikle sofiler arasında meşhur olan bir sözde Allah (celle celaluhu) şöyle buyurmuştur: لَوْلَاكَ مَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/214) Merhum Necip Fazıl da Efendimiz’le ilgili yazdığı bir kitabına “O ki O Yüzden Varız” ismini vermişti.

Kâinat meşherinin seyircilerine teşrifat memurluğu yapacak zat olmasaydı, bu kâinatın manası anlaşılamaz; varlığın, Allah’ın isimlerinin tecellilerinden ibaret olduğu bilinemez; esma-i hüsnasıyla ve sıfat-ı sübhaniyesiyle Zat-ı Ulûhiyet tanınamazdı. Aynı şekilde insanlar, dünyada misafir olarak bulunduklarından ve buradan başka bir âleme göçeceklerinden habersiz olarak yaşarlardı. Dolayısıyla da doğru yolu bulamaz, doğru yürüyemez ve ulaşmaları gerekli olan ufka ulaşamazlardı. Eğer bütün bu konularda bir şey biliyorsak O’nun sayesinde biliyoruz. Bu hakikati ifade etme adına Akif,

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi;
Medyundur o masuma bütün beşeriyet.
Ya Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!

diyor.

Bu açıdan O’nun kemalat-ı şahsiyesinin siyer kitaplarına sığması beklenemez.

Bediüzzaman Hazretleri bir yerde bu hakikati şöyle ifade eder: “Şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o zat-ı mübareğin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemalâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz. Mesela Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir zat-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz. İşte yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş (otağını kurmuş da diyebiliriz) nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lazımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 105)

Evet, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kısım beşerî hâl ve tavırlarına bakarak bazılarının yaptığı gibi O’nu sıradanlaştırmamak gerekir. Bu tür muamelelerinin yanında O’nun gökler ötesi âlemlerle de irtibat halinde bulunduğu, Allah’ın sağanak sağanak başından vahiy yağdırdığı, kendisinden farklı farklı mucizelerin sâdır olduğu, Kur’ânî ahlakı en mükemmel şekliyle temsil ettiği, makam-ı cem’in sahibi olduğu unutulmamalıdır. O’nun, insanların içinde bulunduğu ve onlarla farklı muameleler yaptığı aynı anda Cenab-ı Hak’la da beraber olduğunu görmek gerekir.

Busirî’nin yaklaşımıyla tek bir işaretiyle ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından şakır şakır su akması, az bir erzakla bir ordunun karnının doyması, bir matara su ile üç yüz insanın abdest alması gibi mucizeler dahi O’nun gerçek kıymetini göstermeye yetmez. Eğer mucizeler O’nun büyüklüğüne göre cereyan etseydi, ölüler üzerine Nam-ı Celil-i Muhammedî okunduğunda hepsinin dirilivermesi gerekirdi.

Hz. Pir, başka bir yerde, içinden çıktığı yumurtaya bakarak tavus kuşunun göz kamaştıran güzelliği anlaşılamayacağı gibi; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bidayet-i hayatına maddî, sathî ve surî bir nazarla bakmakla da O’nun şahsiyet-i maneviyesinin ve derece-i kıymetinin idrak edilemeyeceğini ifade eder. Onun gerçek kıymetinin anlaşılması için dünyanın her tarafına neşrettiği nurlara bakılmalıdır. (Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 76) Evet, tavus kuşu başlangıç itibarıyla bir yumurtadan çıkmıştır. Fakat daha sonra rengarenk deseniyle, göz kamaştıran renkleriyle, baş döndüren güzelliğiyle arz-ı endam etmiştir. Ona nazar etmeli.

Aynen bunun gibi Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakarken de yumurta kabuğuna takılıp kalmamalı. Eğer Allah Resûlü, sadece anne-babası, neş’et ettiği hane ve büyüdüğü ortam itibarıyla değerlendirilir, Ebu Talib’in yetimi olarak görülürse O’nun gerçek kadr u kıymeti idrak edilemez. O, Allah’ın hususi mahiyette yaratmış olduğu müstesna bir varlıktır. Zât-ı Ulûhiyet, bir yönüyle varlığa O’nunla bakar. O’nun bu kıymetinin farkında olan büyük zatlar, dualarında maiyyet-i ilâhiyenin yanında Habib-i Ekrem’in maiyyetini de, likaullahın yanında Habib-i Ekrem’e kavuşmayı da istemeyi ihmal etmemişlerdir. İşte bütün bu mazhariyetleriyle O’nu duymaya ve tanımaya çalışmak gerekir.

Yine Busiri’nin dediği gibi O (sallallahu aleyhi ve sellem) bir beşer olsa da sıradan bir beşer değildir. Onun da bizim gibi eli ayağı, gözü kulağı vardır; yer içer, alışveriş yapar ve daha başka beşerî ihtiyaçlarını giderir. Fakat bunun yanında O’nun apayrı bir ruhu, latife-i Rabbaniyesi, sırrı, hafisi ve ahfası vardır. Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu hususiyetleriyle bakmayınca, O’nun gerçek kamet-i kıymetinin görülmesi ve bilinmesi mümkün değildir. O, bir beşer olsa da taşlar arasındaki yakut gibidir. Yakut da bir taştır ama sıradan bir taş değil.

Elbette böyle bir bakışın yakalanması herkesi için mümkün olmayabilir. Üstelik böyle bir bilme ve tanıma uhrevî kurtuluş adına da şart değildir. Netice itibarıyla her mü’min, bilgisine, inancına ve ufkuna göre Allah Resûlü’nü bilir. Eğer bir kimse “Muhammedu’r-Resûlüllah” diyor ve bu ahd ü peymanına sadık kalıyorsa, Allah’ın inayetiyle, ihsanıyla ve rahmetinin enginliğiyle kurtulabilir. Fakat bu ayrı bir meseledir. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus, Efendimiz’in, kendi derinliğiyle, hakikat-i Ahmediye ve hakikat-i Muhammediye cihetleriyle tanınması ve bilinmesidir.

İnsanlık Ufkunun Muhaciri

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında söylenen sözler, söylenmesi gerekenlerin ancak aşr-ı mişarıdır (yüzde biri). O, dünya ve ukbanın sultanıdır. İlm-i ilâhîde bir çekirdek halinde ilk defa belirlenen (taayyün-ü evvel) varlık O’dur. Bu yönüyle O’na hakikat-i Ahmediye açısından kâinat ağacının çekirdeği nazarıyla bakılabileceği gibi; hakikat-i Muhammediye açısından da o ağacın meyvesi nazarıyla bakılabilir. Zira O, mahiyet ve konumuyla mahlukat arasında ilk olarak varlık izhar ettiği gibi, diğer taraftan da getirdiği mesajı itibarıyla tüm insanlığı Allah’a yönlendirmiştir.

Eğer kâinata bir kitap nazarıyla bakılacak olursa Nur-u Muhammedî, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Allah (celle celâluhu) o kitabın yazılarını Hazreti Ahmed mürekkebiyle işlemiştir. Âdeta kâinatın bütün satırlarında O’na ait bir şeyler olduğu söylenebilir. Eğer kâinata bir meşher (sergi) nazarıyla bakılacak olursa Nur-u Muhammedî onun hem teşrifatçısı hem de rehberi olur. Bu açıdan Efendimiz’in risaletine bakarken hakikat-i Muhammediye’nin yanında hakikat-i Ahmediye’nin de göz önünde bulundurulması, bu ikisinin birlikte mütalaa edilmesi gerekir. İşte o zaman kâinat kapısının nasıl âdeta sırlı ve sihirli bir anahtar olan Efendimiz ile açıldığını; Allah’ın varlığı O’nun yüzü suyu hürmetine yarattığını anlayabiliriz.

Bu hususiyetleri itibarıyla Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlık ufkunun muhaciridir. O, ruhlar âleminden veya taayyün-ü evvel âleminden bu ufka gelirken önemli bir hicret gerçekleştirmiştir. O’nun bulunduğu konumdan ayrılıp böyle bir hicret gerçekleştirmesi, Mekke’den Medine’ye yaptığı hicretten daha ağırdır. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insanlık ufkuna hicret etmesi, insanlığın yeniden bir kere daha doğumu demektir. Zira Yaratıcısıyla kuracağı münasebeti, hilkatin gayesini, dünyaya gönderiliş maksadını, nereye yolculuk yaptığını bilmeyen bir insanın varlığı ve yokluğu müsavidir. Bütün bunları insanlığa talim eden, insanlığın bu tür problemlerini çözen Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallahu aleyhi ve sellem). Nitekim asr-ı saadette O’nun meydana getirdiği anilmerkez (merkezkaç) gücün tesiri günümüze kadar ulaşmıştır. Ne var ki bunlar bir yönüyle ilm-i ilâhîye, kaderî plana ve âlem-i gayba ait şeylerdir. İlm-i ilâhinin haricî vücut kazanması, dış dünyada bir kısım oluşumların meydana gelmesi ise bundan farklıdır.

Gerçek İnsan-ı Kâmil

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), dünyada bile uhrevî gibi yaşamıştır. O, bütün bir ömrünü Allah’a hamd ederek, sabahlara kadar O’nun adını vird-i zeban ederek geçirmiştir. Öyle ki bir seferinde sıradan insanların yemeden, içmeden, gezmeden veya daha başka cismanî zevklerden aldıkları lezzet gibi Allah’a kulluktan lezzet aldığını ifade edecektir. O, Rabbine karşı ibadet ve kullukta bulunmaya böyle bir aşk u iştiyak duyuyordu. Hiç şüphesiz bu da O’nun marifetteki derinliğini gösteriyordu. O’nun dünya ile alakalı yaptığı bir kısım muamele ve tasarruflar ise rehberliğinin ve temsilinin bir gereğiydi. Bu tür mevzularda nasıl hareket etmeleri gerektiğini ümmetine ders vermeye yönelikti. Yoksa O’nun dünya ile çok bir alâkası yoktu.

Cîlî’nin ifadesiyle gerçek insan-ı kâmil, İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. O’nun insan-ı kâmil olması peygamberliğinden öte, kulluğunun bir sonucudur. O, kulluğu sayesinde gerçek insan-ı kâmil olma zirvesini yakalamıştır. Aynı şekilde Miraç da O’nun kulluğuna verilen bir mükâfattır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mirac’a bir kul olarak çıkmış; velayeti ile kanatlanmış ve yürümüştür. O, ubudiyeti ile öyle bir şeffafiyet kesbetmişti ki Mirac’a -Üstad’ın tabiriyle- cesed-i necm-i nuranîsiyle yükselmişti. Ne yer çekimi kanunu, ne sürtünme kuvveti ne de zaman ve mekân kaydı ona engel olabilmişti. Velayeti sayesinde tabiat ötesi âlemlere yolculuk yapmıştı. Öyle bir buut içine girmişti ki orada binlerce senede kat edilecek mesafeler ayağının altında dürülüvermişti. Görülmedik şeyleri görmüş, duyulmadık şeyleri duymuş ve Allah’ın izniyle çözülmedik problemleri çözmüştü. Daha dünyada iken likaullah ve rü’yetullah O’na müyesser olmuştu.

Sonra da Miraç’tan risaletiyle dönmüş, ümmetine mesajlar ve müjdeler getirmişti. İnsanların elinden tutup duyduğu şeyleri duyurmak, gördüğü şeyleri göstermek ve aynı sofraya onları da ulaştırmak için tekrar bu mihnet ve meşakkat yurduna dönmüş, urûcunu nüzulle tamamlamıştı. “Kâb-ı kavseyni ev edna” ufkuna ulaştıktan sonra yeniden Ebu Leheblerin, Utbelerin, Şeybelerin, İbn Ebî Muaytların yurduna dönmüştü. Cennet nimetlerini bırakıp yeniden zehir zemberek bir hayata avdet etmişti. İşte bu, O’nun ümmetine karşı duyduğu derin alâka ve sevginin bir ifadesidir. 

Zayıf bir rivayette Seyyidina Hazreti Âdem’in Cennet’te başına gelen zelle sonrası kırk sene boyunca başını semaya doğru kaldırmadığı, Allah’a teveccüh etme cesareti gösteremediği ve bir gün Cenâb-ı Hakk’a, “Hazreti Muhammed’in hürmetine beni bağışla!” diye dua ettiği nakledilir. (İlm-i muhitiyle her şeyi bilmekle beraber) Allah Teâlâ, “Sen nereden biliyorsun Muhammed’i?” buyurur. O da, “Beni Cennet’ten çıkardığın zaman onun kapısında ‘La ilahe illallah Muhammedu’r-Resûlüllah’ yazılı olduğunu gördüm. O’nun adını kendi adının yanına yazmışsın. Anladım ki nezd-i ulûhiyette O’ndan daha kıymetli bir başkası yok. Bu sebeple O’nu şefaatçi yaptım.” Hz. Âdem gibi biz de dualarımızda Nebiyy-i Ekrem’i şefaatçi yapıyoruz. Bazıları itiraz etseler de bize göre O’nun ruhaniyeti, sera gibidir. O’nun atmosferinde kendimizi emin hissederiz.

Burada O’nun serasına sığındığımız gibi inşaallah ahirette de O’nun hamd sancağı altında toplanmayı ümit ederiz. O, livau’l-hamd’in (hamd bayrağı/sancağı) sahibidir. O’nun livasının altına sığınanlar Allah’ın lütuf ve keremiyle herhangi bir ağır suale tâbi tutulmadan kurtulacaklardır.

Hâsıl-ı kelam, bütün bu hususiyetleri ve derinlikleri itibarıyla Efendimiz’in insanlığa anlatılması ve sevdirilmesi bize düşen en önemli bir görevdir. Zira O’nun sevdirilmesi aynı zamanda Allah’ın sevdirilmesi demektir. O’na yönelen insanların Allah’a yönelmemesi düşünülemez. Allah’a giden yollar O’ndan geçer. O’nun için “köprü” kelimesini kullanmak bir saygısızlık olacağından, “geçiş noktası” veya “vesile” diyebiliriz. O’na kadar ulaşan, O’nun nuranî iklimine eren insanlar Allah’a da ulaşmışlar demektir. O’na ulaşmayan, O’nunla buluşmayan, O’nun nurefşan atmosferini teneffüs etmeyenlerin Allah’a ulaşmaları da çok zordur.

Dünyevî Nimetlerden İstifadede Ölçü

Soru: Refah düzeyinin artması ve imkânların genişlemesiyle birlikte dünyalık nimetlerden istifade de artmaya başlıyor. Kur’ân’da zemmedilen “mütrefîn” güruhuna dâhil olmama adına burada nasıl bir denge kurulmalıdır?

Cevap:Mütrefîn, Kur’ân-ı Kerim’de, bütün bütün zevk ü safaya dalan, yiyen, içen ve yan gelip kulağı üzerine yatan, aklına estiği gibi gezip tozan ve tamamıyla nefis ve cismaniyetinin yörüngesinde bir hayat yaşayan insanlar için kullanılan bir tabirdir. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de onlar hakkında şöyle buyurmuştur: وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا “Herhangi bir belde helaki hak ettiğinde, oranın lüks içinde yaşayan, kendini zevk ü sefaya salmış aristokrat sınıfı fısk u fücura dalarlar. Neticede Allah’ın hükmü hak olur da orayı yerle bir eder, altını üstüne getiririz.” (İsrâ sûresi, 17/16)

Başka bir âyet-i kerimede ise, أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا “Siz, Allah’ın ihsan ettiği bütün güzel şeyleri dünyada yiyip bitirdiniz; zevk ü safanızı dünyada yaşadınız, keyfinizi dünyada çıkardınız. Öbür tarafa bir şey bırakmadınız.” (Ahkâf sûresi, 16/20) ifadeleriyle her şeylerini dünyada saçıp savuran ve ahirete hiçbir şey göndermeyen insanlar zemmedilmiştir. Bu tür âyetlerin ikazlarını dikkate alan Ömer İbn Abdülaziz ve Ebû Zer gibi zatlar dünya nimetlerinden istifadeleri ölçüsünde ahirette kayıp yaşayacaklarını düşünmüşler ve çok müstağni bir hayat sürmüşlerdir. Eğer insan bu dünyada Allah’ın ihsan ettiği nimetlerden istifade ederken ölçüyü kaçırmaz, israfa girmez, lüks ve şatafattan uzak kalırsa, ahirette de mahrumiyet yaşamaz.

Benzer başka bir âyet-i kerimede ise dünya hayatının ahirete tercih edilmesi, Allah’a inanmayanların bir vasfı olarak gösterilmiştir: الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ “O kâfirlerdir ki bilerek ve isteyerek dünya hayatını ahirete tercih ederler.” (İbrahim sûresi, 14/3) İnsan, bir karınca kadar olsun, bu yazın bir de kışı var demez, birkaç buğdayı da kış için saklamayı düşünmez ve dünyada ekip biçtiği bütün nimetleri burada tüketirse, ahirete bir şey kalmayacaktır. Demek ki bir insanın her şeyi bu dünyadan ibaret görmesi, ahireti düşünmeden elindeki imkânları burada yiyip bitirmesi, hayatını tamamen bu dünyaya göre ayarlaması ve bu dünyayı esas maksat yapması onun için bir kayıp sebebidir. Bir yönüyle bu ve buna benzer âyet-i kerimelerde mütrefînin özellikleri anlatılmaktadır.

Sosyal Adalet

Sosyalistler ve komünistler ile bunlardan etkilenen bazı İslâm âlimleri sosyal adalet kavramına çok vurgu yaptılar. Fakat bu meselenin konuşulması ve yazılması kolay olsa da asıl önemli ve zor olan onu uygulamaktır. Yani başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere onun Raşit Halifeleri Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi yaşayabilmektir. Onlar devlet idare ettikleri ve geniş imkânlara sahip oldukları dönemde bile sade yaşantılarını terk etmemişlerdir. Eskilerin “sevad-ı âzam” dediği halkın çoğunluğunun geçim standartlarını kendilerine ölçü olarak almışlar, halk ne ile geçiniyor, ne yiyip içiyorsa onlar da hayatlarını bu çerçevede sürdürmüşlerdir. Pahalı elbiseler giymemişler, kendilerine mükellef sofralar kurdurmamışlardır. Bazen Mescid-i Nebevi’de kumlar üzerinde yatıp kalkmışlardır.

Aynı şekilde Emevi halifelerinden olan Ömer İbn Abdülaziz de dört halifenin yolundan gitmiş ve hazinenin dolup taştığı bir dönemde bile sade hayatını hiç değiştirmemiş, zeytinyağına ekmek banıp yemeye devam etmiştir. İşte gerçek adalet ve hakkaniyet budur. Bu sebeple o, iki buçuk yıllık hilafeti dönemine belki de yüz yıllık icraatı sığdırmış, kendinden önceki Emevî halifelerinin bozdukları çarkı endazeden geçirerek yeniden düzene koymuştur. Onun ortaya koyduğu ceht ve gayret sayesinde Emevilik Şam’da bittiği dönemde Endülüs’e açılmış, orada ümranlar kurmuş ve sekiz asır boyunca Avrupa’yı aydınlatmaya devam etmiştir. Allah, kendi hayatlarında bu ölçüde hassas olan bu gibi zatların önünü açmış ve onları büyük başarılara muvaffak kılmıştır. Devletin başındaki insanlar sahip oldukları imkânlara rağmen sevad-ı âzamın durumunu göz önünde bulundurarak aza kanaat edebiliyor ve iradeleriyle fakirane bir hayat yaşamayı tercih edebiliyorlarsa işte o zaman sosyal adalet temin edilebilir.

Aksi takdirde, bir toplumda aristokrat bir azınlık bütün imkânları elinde bulundurur, mükellef sofralara oturur kalkar, pahalı elbiseler giyer ve lüks bir hayat yaşarsa bu durum, fakir halkın iştahını kabartır ve onları harekete geçirir. Nitekim bir dönemde Avrupa’daki sosyal hareketlere, Rusya ve Çin’deki ihtilallere bakılacak olursa, bunların altında yatan sebebin zengin ve fakirler arasındaki sınıf mücadelesi ve çatışmasının olduğu görülecektir. Onlar, ülke servetinin küçük bir azınlığın elinde dolaşmasından rahatsız olmuş ve bunun önüne geçmek için proletarya diktatörlüğüne yönelmişlerdir. Fakat bu defa da mesele tam tersine dönmüş, bu taraftaki ifrat diğer tarafta tefriti netice vermiştir. Meseleyi çözdüklerini zannettikleri anda vuruşma farklı bir şekilde cereyan etmeye başlamıştır.

Görüldüğü gibi mütrefîn güruhu kendi akıbetlerini mahvederken toplumda da kavga ve çatışmaların fitilini ateşlemektedir. Bundan kurtulmanın çaresi ise, yukarıda da işaret edildiği gibi, idarecilerin ve zenginlerin, yaşantılarında ve harcamalarında toplumun genelinin durumunu nazar-ı itibara almalarıdır. Hatta bunun da ötesinde onlar, sahip oldukları imkânları muhtaçlarla da paylaşmalı, zekât, sadaka ve infak gibi yollarla onlara el uzatmalıdırlar ki toplumun bu iki kesimi arasında bir uzlaşma sağlanabilsin. Böylece ne yukarıdan aşağıya baskı, zulüm, tahakküm veya istihkar gelsin ne de aşağıdan yukarıya kin ve nefret yükselsin. Nitekim Raşit Halifeler sıradan bir insan gibi yaşadıkları için toplumun saygı ve güvenini kazanmışlardır. Bir kısım Emevi sultanları ise lüks ve şatafat içerisinde sürdürdükleri hayattan ötürü toplumun kin, nefret ve öfkesini celbetmişlerdir.

Allah’ın, zenginliğinin hakkını veremeyeceğini bildiği bazı kullarına kısıtlı imkânlar vermesi ve böylece onları gaflet ve sefahatten koruması bir cebr-i lutfîdir. Yani Allah’ın fakir bıraktığı veya orta seviyede bir hayat lütfettiği bir insanın mütevazı bir hayat yaşaması onun için bir lütuftur. Fakat burada asıl önemli olan bu dengenin irade ile kurulmasıdır. İnsana asıl sevap kazandıracak olan davranış, dünyalık nimetlere sahip olduğu hâlde iradesinin hakkını vererek zevk ü sefaya dalmaması, Allah’ı ve haşr ü neşri unutmaması, ibadet ü taatini aksatmamasıdır. Zira bolluk ve servet çoğu zaman gaflet sebebidir. Gaflet ise dünyaya dalmayı ve Allah’tan uzaklaşmayı beraberinde getirir. İşte dünyevî imkânların genişlemesinin insan için böyle bir dezavantajı vardır. Fakat insan, dişini sıkar, istikametini kaybetmez, hâl ve tavırlarıyla kimsenin iştihasını tahrik etmez, kimseyi tepkiye sevk etmez; bilakis sahip olduğu imkânlarla muhtaçlara el uzatır ve onların sevgi ve sempatisini kazanırsa işte o zaman nimetlerin hakkını vermiş, şükrünü eda etmiş olur.

Devletlerin Yıkılmasında Zevk ü Sefanın Yeri

Ecdada saygı gösterme ve seleflerimizi hayırla yâd etme benim çok önem verdiğim bir düsturdur. Çünkü onlar dine çok hizmet etmişlerdir. Bu sebeple mümkün mertebe onları sorgulamaktan ve tenkit etmekten kaçınırım. Bununla birlikte bir kısım tarihî realiteleri görmenin ve bunlardan ders çıkarmanın önemi de inkâr edilemez. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Emevi, Abbasi, Osmanlı ve Endülüs gibi İslâm devletlerinin çöküş ve yıkılış sebepleri incelendiğinde dünyaya meyletmenin, lüks ve israfa dalmanın bunda önemli bir yeri olduğu görülecektir.

Mesela Osmanlı devletinin bidayetinden Kanunî dönemine kadar sultanlar hep ordunun başında sefere çıkmışlar ve askerlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişlerdir. Fakat daha sonraki dönemde sultanlar orduyla birlikte sefere çıkma âdetini terk etmiş, ordu da kendine has kahramanlıkları artık sergileyemez olmuştur. İşte bundan sonradır ki bozgunlar bozgunları takip etmiştir. Mesela Viyana bozgunu sonrasında Merzifonlu idama mahkûm edilmiştir. Fakat acaba buradaki tek suç orduya ve Merzifonlu’ya mı aittir? İnsan şu düşüncelerden kendisini alamıyor: “A benim mübarek sultanım! Sen niye Viyana’ya gitmedin. Kanunî ve Yavuz gibi senin birçok deden cephede veya cepheye açılırken ruhlarının ufkuna yürümüşlerdi. Sen niye onların yolunu terk ettin!”

Maalesef Osmanlı’nın son döneminde saraya kapanma ve zevk ü sefaya dalma bizi felç etmiştir. Şatafatlı evlerde yaşama, bir evle yetinmeyerek ikincisini, üçüncüsünü yapma, hatta çocuklar ve torunlar için de binalar dikme, yetmedi damatları, gelinleri de düşünme, kısaca yaşatma idealinden vazgeçerek yaşama tutkusuna sarılma bizim için tam bir felaket sebebi olmuştur. Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı okuyacak olursanız, Osmanlı’nın son döneminde nasıl bir zevk u sefaya dalındığını açık olarak görürsünüz. İşte bu, bizim için öldüren bir AİDS mikrobuna dönüşmüştür.

İffetli Yaşamanın ve Peylenmemenin Yolu

Beşer hayatında her zaman için söz konusu olan böyle bir gafletin bizi de esir alacağını unutmamalı ve bu konuda sürekli teyakkuz hâlinde bulunmalıyız. Ben çok lüks olduğunu düşünerek şu anda kaldığım mekândan bile rahatsız oluyorum. Koltukta oturmaktan sıkılıyorum. Hâlâ ruhumda tahta kulübede, cami penceresinde kalma arzusu var. Çünkü ben ancak altmış yaşından sonra belli rahatsızlıklarımdan ötürü döşekte yatmaya başladım. Ne talebeliğim ne de daha sonraki uzun hayatım boyunca lüks koltuklarda oturmadım. Bu, sunî bir tevazu olarak görülmemelidir. Bilakis bunlar benim tabiatıma ters olan şeyler.

Esasen her mü’min bu konuda dikkatli olmalı ve iradesiyle kendisini dengelemelidir. O kadar ki dünyaya ait duygulara, tutkulara, zevk ü sefalara, “Ben bu ruha girerek kendimi ifade edebilirim.” dedirtmemek gerekir. İnsan, fıtrata uygun ve ihtiyaçlarına kâfi gelecek bir şekilde yaşayabileceği bir zemin oluşturmalı, onun dışında nefsin ve şeytanın nüfuz edebileceği bütün menfezleri kapatmalıdır. Yoksa rahat düşkünlüğü ve tenperverlik insanı bohemliğe sevk eder. Bohemliğe dalan bir insan ise öyle bir illüzyona kapılır ki artık beynine çip yerleştirilmiş birisi gibi sürekli onun güdümünde bir hayat yaşamaya başlar.

Eğer insan, dünyevî nimetlerden istifade konusunda kendisini disiplin altına almaz ve meşru daireyle iktifa etmezse başkalarının istismarına da açık hâle gelebilir. Öyle kimselerin tuzağına düşer ki bir süre sonra onların dümen suyuna girmek ve onlar nasıl isterse öyle hareket etmek zorunda kalır. Bugüne kadar bizi mahvedenler ve parçalayanlar hep bu tür yolları kullanarak mahvetmişlerdir. Günümüzde de kötü niyetli bir kısım şer odaklarının dünyada barış ve huzurun sağlanması adına çok önemli hizmetler yapmaya namzet olan böyle bir hareketi boş bırakmayacaklarını hatırda tutmak gerekir. Onlar, kendi karanlık emelleri istikametinde kullanmak için bazı insanlara yanaşabilir ve onlara dünya zevki namına bazı şeyler teklif edebilirler. Hatta bazen suret-i haktan da görünebilirler. Sağdan yaklaşarak dünya adına bazı imkânlar sunabilirler. Bunu yaparken de sizi peyleyebilir, esir ve köle hâline getirebilirler. Eğer siz bu konuda gereken hassasiyeti göstermez ve uyanık olmazsanız, hiç farkına varmadan iradelerinizi ve yapacağınız aktivitelerinizi felç edebilirsiniz.

Oysaki siz çok hayatî bir misyonun temsilcilerisiniz. Siz, yaşatma kahramanlarısınız. Yaşama sevdasına tutulduğunuz an, yaşatma işi olduğu yerde kalır. Kendinizi yaşamaya salarsanız, yaşatma aktivitelerinizi kaybedersiniz. Bu durumda artık sizin varlığınızdan da söz edilemez. Artık siz yoksunuz demektir. Cenab-ı Hakk’ın böyle bir cemaat hakkındaki hükmü ise bellidir: يَۤا أَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ في سَبيلِ اللهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَ اللهُ وَاسِعٌ عَليمٌ “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah öyle bir kavim getirecek ki O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücadele ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atası, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide sûresi, 5/54) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği üzere Allah onları kaldırır bir kenara koyar ve onların yerine yepyeni ve taptaze insanlar getirir.

Burada anlatılan “dininden dönmenin” farklı seviyeleri söz konusudur. Bazıları imandan küfre dönerler. Bazıları İslâmî esasları yaşama mevzuunda gevşek davranır ve kendilerini tembelliğe salarlar. Bazıları da baştan sahip olduğu hizmet etme aşk u iştiyakını kaybeder, yaşatma duygusu, fedakârlık hissi, diğergâmlık anlayışı gibi duyguları bir yana koyar da, yürüdüğü yoldan geriye dönerek yaptığı hizmetleri bırakır. Bunların hepsi farklı mânâlarda birer irtidattır, geriye adım atma demektir.

Evet, hangi çeşidiyle olursa olsun, eğer bir toplum benimsediği yolundan, yönünden, yönteminden, sisteminden, dünya görüşünden ve hayat felsefesinden geriye adım atarsa Allah da onlara, “Siz misyonunuzu eda ettiniz. Sizin işiniz bitti artık. Çünkü kendinizi karbonlaşmaya saldınız. Kabuk bağladınız. Bu yüzden sizi alıyorum.” der ve onların yerine delice Allah’ı ve Resûlü’nü seven ve onlar tarafından sevilen bir toplum getirir. Onlar, mü’minler karşısında iki büklüm olurken küfür ve ilhad karşısında dimdik dururlar. İ’lâ-yı kelimetullah vazifesini eda ederler. Yani kültürlerini ve değerlerini dünyanın dört bir yanına ulaştırmaya çalışırlar. Bu vazifeyi yaparken bazı şom ağızların eleştirilerine ve ayıplamalarına da kulak asmazlar. Zira bu adanmışlar hiçbir beklentiye girmeden böyle bir hizmete koyulsalar da ışıktan rahatsız olan bazı kimseler onlar hakkında olmadık iddialar gündeme getirebilir, uydurdukları yalan ve iftiralarla onları karalamaya çalışabilirler. Fakat onlar bu tür engellemelere takılmadan yollarına devam ederler.

İşte bu sebepledir ki sürekli yeni kalma gayreti içinde olmalıyız. Zira bu hizmetin en önemli dinamiği adanmışlık ruhudur. Eğer bir insan kendini bir davaya adamışsa, onun başka bir beklentisi olmaz/olmamalıdır. O, ne maddi çıkarlar peşinde koşar ne dünyevî refahını düşünür ne de kendisini zevk ü sefaya salar. Özellikle gayrimeşru kazançlardan ve haram zevklerden, şeytandan kaçıyor gibi kaçar. “Allah’ım, bizi, yaşatma ve fedakârlık ruhundan mahrum etme! Allah’ım, bizi, yaşama sevdası gibi Allah belası bir illetin içine gömme!” diye sürekli dua dua yalvarırlar. Kendileri buna dikkat ettiği gibi arkadaşlarının da bu istikamette kalabilmelerini sağlamaya çalışır, bu konuda kayanlar, sapanlar olursa onları da rehabilite etmeye gayret ederler. Geçmişte çürüyüp giden insanların hâlinden ders çıkarır ve onların düştükleri aynı hataya düşmeme azm ü cehdiyle yaşarlar.

Adanmışların Yolu

Kanaatimce adanmışlar bu konularda cevazlarla değil azimetlerle amel etmelidirler. Onlar, oturdukları evden bindikleri arabaya, giydikleri elbiselerden kullandıkları eşyalara kadar her şeylerinde dikkatli olmalı ve asla lükse girmemelidirler. Eğer iki odalı bir ev ihtiyaçlarını karşılıyorsa daha ötesine gitmemeli, araba satın alırken ihtiyaçlarının olup olmamasına bakmalı ve gardıroplarında ihtiyaç fazlası elbise bulundurmamalıdırlar. Eğer bir yerden başka bir yere seyahat edeceklerse bunun en ekonomik olan yolunu tercih etmelidirler. Dünya nimetlerinden istifadeyi doymaya değil tatmaya bağlamalıdırlar. İmkânları olsa bile kendilerini iktisadî yaşamaya alıştırmalıdırlar. Zaten imkânı olmayan bir insanın fakirliğe kanaat etmesi bir fazilet değildir. Asıl olan imkânlar içerisinde bunu yapabilmektir. Eğer onlar hayatlarını yeniden gözden geçirip bu disiplinlere göre dizayn edemezlerse, başkalarına da düzen veremezler.

Kısaca onlar, hayatlarını tam bir iktisat ve kanaat üzerine plânlamalı ve israfın her çeşidinden uzak kalmalıdırlar. Zira iktisat, bereket sebebi olduğu gibi israf da haybet ve hüsran sebebidir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim üsve-i hasenemiz İnsanlığın İftihar Tablosu olmalıdır. Zira O’nun eşiyle birlikte kaldığı oda o kadar dardı ki namaz kılarken mübarek anamız ayaklarını çekmediği sürece secde edecek yer bulamıyordu. O, bütün bir ömrünü hasır üzerinde geçirmişti. Günümüzde insanların lüks ve şatafata dalmaları bizim için bir mazeret olamayacağı gibi bir ölçü de olamaz. Bizim için tek bir ölçü vardır; o da Resûl-i Ekrem’dir. Bu konuda başkaları ne derse desin, ne düşünürse düşünsün. Bu ölçüleri kabul etmeyenler, dünyayı kendi anlayışlarına ve âdetlerine göre şekillendirenler bildikleri gibi yaşayabilirler. Fakat şunu da hatırda tutmak gerekir ki insanlığın, hayatını cismaniyete ve rahata bağlı yaşayan insanlardan alacağı çok bir şey yoktur.

Maalesef günümüzde ciddi bir akıl kılletine, kalb kasvetine ve ruh zilletine maruz kalınmıştır. Allah anıldığında kalbler ürpermiyor. Gözler kupkuru. Zimamlar nefsin eline verildiğinden beden ve cismaniyet merkezli bir hayat yaşanıyor. İnsanlar sadece yemeyi, içmeyi, rahat etmeyi ve hayattan zevk almayı düşünüyorlar. Ne ruhun ne aklın ne de kalbin selametinden bahsetmek çok zor. Dolayısıyla insanlık sefalet ve sefahate yol açabilecek bir yola girmiş durumda. Hâlbuki şu mihnet diyarının bir Cennet koridoru hâline getirilmesi, kalb ve ruh hayatındaki canlılıkla mümkündür. Dünya ve ukba huzurunu elde etmenin yolu akl-ı selime, kalb-i selime ve ruh-u selime bağlıdır. Ama maalesef bunlar bizim birkaç asırdan beri yitirdiğimiz değerlerdir ve bu yitiğimizin de farkında olduğumuz söylenemez.

Sürekli sıcak döşekleri ve yumuşak yastıkları kollayan, üzerinde gerinecek koltuklar arayan, mükellef sofralardan kalkmayan, çeşit çeşit nimetlerden istifadeye alışan bir insanın gerçek lezzet olan Allah iştiyakını duyması mümkün değildir. Acaba günümüzde sinesi dinin i’lâsıyla çarpan kaç kimse gösterilebilir!.. Kaç kimse vardır ki ellerini açıp sürekli, “Allah’ım, burada durmam dinini yükseltmem adına bir işe yarıyorsa kalayım. Aksi takdirde beni huzuruna al!” diye inliyordur? İşte bize düşen, yeniden bu ufku yakalamaya, bu ruhu aramızda diriltmeye çalışmaktır.

Eleştiri ve Tenkitte Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar

Soru: Eleştiri yapan ve kendisine eleştiri yöneltilen kimseler nelere dikkat etmelidir? Dinde çok önem verilen insaflı ve hakperest olmanın önündeki engeller nelerdir?

Cevap: Kritik etme, tenkitte bulunma gibi kelimelerle de ifade ettiğimiz eleştiri, herhangi bir şahsın veya grubun ortaya koyduğu iş, tavır, davranış ve sözlerin gözden geçirilip eksikliklerinin ortaya dökülmesi demektir. Eleştiri, usûl ve üsluba dikkat ederek ortaya konulduğunda bir kısım hataların düzeltilmesinde ve eksikliklerin telafi edilmesinde önemli bir faktördür. Buna mukabil olumsuz ve yıkıcı bir tarzda yapılan eleştiri ise problemi daha da büyütecek, tahribatı daha da derinleştirecektir. Farklı bir tabirle insanların kuvve-i maneviyesini kıracak bir üslup kullanma, onları ümitsizliğe düşürecek ve aktivitelerinden geri bırakacak ölçüde sorgulamalara girme veya her şeyi kökünden nefyedecek şekilde genellemelere gitme matlup bir eleştiri tarzı değildir. Dolayısıyla eleştiri, körü körüne itiraz etme, sırf muhalefet etmek için demagoji ve mugalataya başvurma, karşı tarafı karalama veya yerme gibi davranışlardan farklıdır.

İslâmî Kültürde Eleştiri

İslâm tarihine göz atacak olursak, vahyin başlangıcından itibaren farklı şekil ve kalıplarda eleştirinin varlığını devam ettirdiği görülecektir. Mesela sahih hadisleri, uydurma olanlardan ayırma adına ortaya konmuş çok önemli birer disiplin olan metin ve senet tenkidine bu gözle bakabiliriz. İslâm âlimleri, tenkidi bir filtre olarak kullanmak suretiyle uydurma bir kısım sözlerin Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri içine karıştırılmasının önüne geçmişlerdir. Onlar, hadis ravilerini, rivayet edilen hadis metinlerini, metinlerle ilgili yapılan yorum ve şerhleri vs. çok ciddi sorgulamak suretiyle sahte ve yanlış söz ve yorumların dinin dışında kalmasını sağlamışlardır.

Malum olduğu üzere Kur’ân’ın tamamı mütevatiren nakledilmiştir. Bu yönüyle bütün âyetlerin sübutu kat’idir. Fakat bir kısım âyet lafızlarının delâlet ettiği manalar kat’i olsa da, bir kısmı da zannîdir (lafzın manaya delaletinde kesinlik yoktur). Bunların manasının doğru tespit edilmesi adına bütün ihtimaller değerlendirilmiş, ortaya konulan her türlü tefsir ve tevil gözden geçirilmiş, yapılan ciddi sorgulamalarla en doğru hükümlere ulaşılmak istenmiştir. Bu itibarla lafzın delâlet ettiği doğru mananın bulunması adına âyetler bile böyle bir sorgulama ve kritiğe tâbi tutulmuştur.

Ulema, hadis nakleden ravilerin veya din hakkında konuşan âlimlerin tenkit edilmesinin gıybet, su-i zan ve tecessüs (insanların gizli hâllerini araştırma) gibi günahlara sebebiyet verebileceğinin farkında olsalar ve bu tür günahlara girmekten çok korksalar da dinin muhafazası adına bunu yapmışlardır. Hadis ilminin dev imamlarından Şube İbn Haccac, senet kritiği yapmadan önce, “Gel Allah rızası için biraz gıybet (!) edelim.”[1] diyerek meselenin hassasiyetine ve inceliğine dikkat çekmiştir. Onlar, din adına konuşulduğu veya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis isnat edildiği bir yerde susmayı doğru bulmamışlardır. Zira bu, dinde bir kısım çatlama ve kırılmalara sebebiyet verirdi.

Aynı şekilde karşılıklı fikir teatisi içerisinde farklı konuların ele alındığı münazara ilmi geliştirilmiştir. Münazara esnasında ortaya konulan farklı fikirler tartışılmış, tenkide tâbi tutulmuş ve neticede hakikate ulaşmaya gayret edilmiştir. Karşılıklı yapılan müzakerelerin hedefine ulaşması ve hakikatin ayan beyan ortaya çıkması adına da münazara adabı üzerinde durulmuştur.

Selefin ortaya koymuş olduğu bütün bu gayretler takdir edilmeyecek gibi değildir. Allah’a binlerce hamd u sena olsun ki böyle seleflerimiz var. Zira onlar Kur’ân, hadis ve diğer ilimlere dair ortaya koymuş oldukları olağanüstü gayretlerle İslâm’ı muhafaza etmiş, bizi Allah’a ve Peygamber’e ulaştıran yollar açmış ve bu yollarda patikalara sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmemiz için bize rehberlik yapmışlardır. Onların âlemine girmeden, inceden inceye hayatları tetkik edilmeden kıymetleri bilinemez. Onlar adeta bir melekler topluluğudur.

Eleştiride İnsaflı Olma

Selef, tenkit sistemini ve münazara ilmini geliştirirken insaflı olmaya çok önem vermişler; eleştirilerinde haklı çıkmaktan ziyade hakkın ortaya çıkmasını esas almışlardır. Hatta münazarada hakkın kendi elinde ortaya çıkmasından memnun olan kişinin insafsız olduğunu ifade etmişlerdir. Diğer taraftan, münazarada haklı çıkan ve kazanan bir insan gerçekte hiçbir şey kazanmamıştır. Kaybeden ise yeni bir şey öğrenmiş olur.

Hz. Ömer’le ilgili nakledilen şu hâdise bu konuda güzel bir misaldir. Hz. Ömer, halife olduğu dönemde hutbe verirken meseleyi evliliğe getirir. Evliliği kolaylaştırma adına bir kısım stratejilerden bahseder. Bunlardan birisi olarak da mehirlerin herkesin kaldırabileceği bir seviyeye indirilmesi gerektiğini ifade eder. Aslında Hz. Ömer’in bu yaklaşımı oldukça makuldür. Fakat arka taraftaki maksurede oturan yaşlı bir kadın perdeyi sıyırır ve bu görüşün Kur’ân’a mı dayandığını yoksa kendi görüşü mü olduğunu sorar ve arkasından, “Eşinizden ayrılıp da yerine başka biriyle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da içinden ufak bir şey bile almayın.” (Nisâ sûresi, 4/20) âyetini hatırlatarak Hz. Ömer’in görüşüne itiraz eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Herkes Ömer’den daha akıllı!” şeklinde mukabelede bulunur. (el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/233)

Maalesef günümüzde hem televizyonlarda tartışma adıyla yapılan programlar hem siyasilerin birbirlerine karşı tavır ve davranışları hem de benlik ve enaniyetin çok ileri gittiği modern kültür bizim düşüncelerimizi, ağzımızı ve üslûbumuzu çok bozdu. Bizleri saldırgan birer yaratık hâline getirdi. İnsanlıktan ve hakperestlikten uzaklaştırdı. Günümüz insanı birbiriyle konuşurken, tartışırken veya birbirini eleştirirken hak ve hakikatin ortaya çıkmasına değil, kendi dediklerini karşı tarafa kabul ettirmeye çalışıyor. Herkes haklı çıkma, sözünü geçirme, alkışlanma ve takdir edilme derdinde. Durum böyle olunca da eleştiriler faydadan çok zarar veriyor.

İnsanda Körlük Hâsıl Eden Faktörler

Hiç şüphesiz insanın hak ve hakikat arayışında objektif olmasının, eleştiri ve tenkitlerinde insaflı hareket etmesinin önüne geçen bir kısım körlükler vardır. Bunlardan birisine maruz kalan bir insan, gerçeği göremeyebilir veya olduğundan farklı görebilir. Bu yüzden de çok defa aka kara, karaya da ak der. Veya eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görür.

Mesela insanda körlük hâsıl eden faktörlerden birisi şöhretperestliktir. Bir insanın davranışlarını ne ölçüde şöhret tutkusu şekillendiriyorsa, onun bakışı o ölçüde daralacaktır. Zira böyle birisinin, sadece kendisini arzu ettiği şöhret ufkuna ulaştıracak şeyler dikkatini çekecektir. O, daha ziyade şöhrete ulaşacağı vasıtalarla ilgilenecek ve onunla ilgili argümanları görecektir. Dolayısıyla böyle bir kişi bazı meselelerde objektifliğini korusa da umumi manada objektif olamayacaktır.

Aynı şekilde bir kişinin sadece kendi istikbal ve çıkarlarını düşünmesi de onu bakar kör kılar. Zira gözünü müdürlük, müsteşarlık, vekillik ve bakanlık gibi makamlara dikmiş bir insanın umumi anlamda doğru düşünmesi ve doğru değerlendirmeler yapması çok zordur. Çünkü böyle bir kişinin mülâhazaları hep arzu ettiği hedeflere göre şekillenecektir. Bir kısım doğrular bile onun düşüncelerinde çizgi kaymasına maruz kalacaktır. Zira o, iyi bir Müslüman olsa ve sağlam bir muhakemeye sahip olsa bile ele aldığı meseleleri farklı bir yörüngeye çekerek değerlendirecektir.

Körü körüne bir ideolojiye sahip olma da insanda körlük hâsıl eden faktörlerden bir diğeridir. Evet, bir ideolojiye körü körüne bağlanan bir insanın doğru görmesi ve objektif olması çok zordur. Hangi ideolojiye bağlanmış olursa olsun bu türden insanlar, ele aldıkları meseleleri kendi belirledikleri doğrular açısından değerlendireceklerinden çok defa insanları yanıltırlar. Çünkü kendi doğrularını topluma da dayatmak isterler. Bu yüzden de çok defa toplumda bir kısım çatlamalara, yarılmalara, patlamalara yani gayr-i tabiî bir kısım değişimlere sebebiyet verirler.

Tarafgirliğin, aidiyet mülahazasının ve cemaat enaniyetinin de önemli bir körlük sebebi olduğunu ifade etmek gerekir. Kendi meşrebini hâkim kılmaya ve kendi düşüncesine göre bir yere varmaya çalışan insanlar da görmeleri gerekli olan şeyleri objektif bir şekilde göremezler. Çünkü onlar bütün meseleleri hep kendileri için ifade ettiği manaları itibarıyla değerlendirmeye alırlar. Ancak bütün kulluklardan kurtulmuş Hakk’ın azat kabul etmez kullarıdır ki her şeyi doğru veya doğruya yakın görebilirler. 

Çok önemli körlük sebeplerinden bir diğeri de kuvvettir. Aslında kuvvetin bir hikmet-i vücudu vardır. Aklın, mantığın ve muhakemenin kendisi için ayrı bir derinlik olduğu kuvvet alkışlanabilir. Fakat bunlardan yoksun olan ve her problemin çözümü olarak görülen bir kuvvet insanda akıl tutukluğu meydana getirir. Bu yüzden ben, böyle bir kuvveti elinde bulunduran insanlara hep dörtte üç kör nazarıyla bakmışımdır. Dolayısıyla onların bir kısım problemlere çözüm adına ortaya attıkları düşüncelerle yetinmemeli, farklı alternatif çözümler araştırılmalıdır. Böyle bir kuvvet onu elinde bulunduran şahsın başına bela olacağı gibi, bu şahsın bulunduğu yere göre milletin de başına bela olacaktır.

Kendi tarihimize bakarken akıl, mantık ve muhakeme ile çözülmesi gereken bir kısım problemlerin kuvvetle çözülmesi karşısında hep inkisar yaşamışımdır. Hatta yer yer çok sevdiğim bazı zatların kuvvet kullanarak çözmeye çalıştıkları bir kısım icraatlarını eleştirmiş ve “Keşke şu problemi kuvvetle değil de akıl yürütmeyle çözselerdi!” deyip hayıflanmışımdır. Kuvveti elinde tutanların alternatif çözüm yolları araştırmamaları, meseleleri daha yumuşak ve insanî yollarla çözmemeleri karşısında ciddi teessür duymuşumdur. Zira bana göre akıl ve mantıkla üzerine gidilmeyip güç ve kuvvetle bastırılan problemlerin kalıcı olarak çözülmesi çok zordur. Bunların bir süre sonra yeniden hortlama ihtimalleri yüksektir. İnsanlık tarihi bugüne kadar bunun çok sayıda misalini görmüştür. Baskı altına alınan ve ezilen insanlar bir süre sonra kendi hissiyatlarına göre farklı şekillerde başkaldırmışlardır.

Bu tür körlükler yaşayan insanların eleştiri ve tenkitte de insaflı olmalarından bahsedilemez. Onlar birilerini tenkit ederken hep karşı tarafı karalamaya matuf konuşurlar. Kendilerinin haksız olabileceğini akıllarına bile getirmezler. Halk ifadesiyle kendilerini hep “sütten çıkmış ak kaşık gibi” göstermeye çalışırlar. Bu sebeple de onların sözlerinden çok fazla istifade edilemez. 

Evet, bir insanın eleştiri ve tenkitlerinde insaflı olması ve hakikatin ortaya çıkmasına hizmet etmesi için bütün bu körlüklerden uzak durması gerekir. Düşünceleriyle toplumu aydınlatmak ve doğru bir ibre gibi sürekli çevresindekilere gerçek kıblelerini göstermek isteyen insanların çok hakperest olması ve hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmemesi gerekir. Yoksa yukarıda zikredilen körlüklerle malul olan insanlar çoğu zaman kendi his ve duygularını fikir zannedebilecekleri için düşünceleriyle, sözleriyle veya yazılarıyla başkalarını yanıltabilirler.

Bu itibarladır ki toplum meseleleriyle ilgili konuşan, yorum ve eleştiri yapan kimseler eğer hak ve hakikate hizmet etmek istiyorlarsa kendilerini çok iyi gözden geçirmelidirler. Onlar öncelikle doğrulara karşı saygılı olmasını bilmeli ve enine boyuna düşünüp taşınmadan konuşmamalıdırlar. Kabullendikleri bir fikrin uzun yıllar doğru olduğunu zannetseler bile, kural ve kaideleriyle bunun aksi bir fikir ortaya konulduğunda çok kolaylıkla kanaatlerini değiştirmesini bilmeli ve şöyle diyebilmelidirler: “Mesele benim bildiğim gibi değilmiş. Ben, bu konuda yanılmışım. Demek ki bugüne kadar kendi kaprislerimin esiri olmuş, heva ve heveslerimi fikir zannetmişim.”

Usûl ve Üsluba Dikkat Etme

Tenkidin faydalı olması ve muhataplarca dikkate alınması adına dikkat edilecek diğer önemli bir faktör de kullanılan üsluptur. Söylenilen sözlerin makul ve doğru olması kadar onların sunuluş tarzı da çok önemlidir. Tenkidin karşı tarafta bir rahatsızlık hâsıl etmemesi adına üslup doğru, sunuş tarzı da insanî olmalıdır. Böyle olursa sizin bir problemi çözmeye veya bir yanlışı düzeltmeye matuf teklif ve düşünceleriniz dikkate alınır ve hatta bir açılıma vesile olabilir.

Buna göre, eleştirmeden önce muhatabın genel durumunu göz önünde bulundurma ve ona göre bir üslup kullanma çok önemlidir. Eğer muhatabımız bizim söylediklerimizi sindiremeyecekse konuşmanın bir faydası yoktur. Çünkü böyle bir kişiye karşı söylenecek sözler onu tepkiye sevk edecek ve onda hakka karşı saygısızlık duygularını uyaracaktır.

Bazen tenkit ettiğimiz mevzudan ziyade kullandığımız üslup karşı tarafı hazımsızlığa sevk eder. Eğer biz, maksadımızı balyozla onun kafasına vuruyor gibi ifade edersek, söylediğimiz sözler bir yönüyle ona ruh travması yaşatır. Böyle bir kişi bizim sözlerimizin doğru olduğuna inansa bile söyleniş tarzından rahatsız olduğu için kabullenmek istemeyebilir. Hatta kendisinin haklı olduğunu ispat etmek veya bâtılı hak göstermek için kafasında türlü türlü felsefeler oluşturur. Dolayısıyla biz, onu şeytanî mülâhazaların vekili hâline getirmiş oluruz.

Eleştiri mevzuunun ve üslubun yanında bazen eleştiriyi kimin yaptığı da önem arz eder. Öyle ki bazı şeyleri biz söylediğimizde büyük bir tepkiyle karşılayan bir şahıs, aynı şeyleri bir başkasından duyduğunda iltifat gibi görebilir. Bu, biraz da eleştiren ve eleştirilen arasındaki münasebetle ilgilidir. İnsan, çok sevdiği kişilerin tenkitlerini bile takdir gibi görebilir. Bu açıdan hatalı gördüğümüz bazı davranışları ille de kendimiz söylemeye çalışmamalı, bu konuda inat etmemeli, bize göre sözünün daha tesirli olacağına inandığımız insanlara havale etmeliyiz. Asıl olan, hakikatin bazı sinelerce kabul edilmesi ve hakkın tutulup kaldırılması ise hak ve hakikatin kim tarafından dile getirildiğinin ne önemi var?

Usul adına dikkat edilmesi gerekli olan diğer bir nokta da şudur: Eğer birinin hatalarını yüzüne söylediğimizde rahatsız olacaksa, onun da ders alabileceği bir ortamı kollayarak umuma konuşmayı düşünebiliriz. Zira pek çok defa Allah Resûlü’nün, gördüğü hataları dile getirme tarzı da bu şekilde olmuştur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), birinin bir yanlışı karşısında ashabını mescide toplamış ve umuma konuşmuştur. Böylece hatası olan kişi de incinmeden ve rencide olmadan yaptığı yanlışın farkına varıp ve onu düzeltme imkanı bulmuştur.

Özellikle enaniyetin çok ileri gittiği günümüz dünyasında eleştiri adına bu tür inceliklere dikkat etmek daha da önem kazanmıştır. Kutuplardaki aysbergler gibi enaniyete sahip olan insanlar eleştiri ve tenkide karşı oldukça tahammülsüz hâle gelmişlerdir. İşte böyle bir dönemde hak ve hakikatin saygısızlık görmemesini istiyorsak mutlaka bu konuda doğru ve etkili olduğuna inandığımız usul ve üslubu bulmaya çalışmalıyız.

Eleştirileri Dikkate Alma ve Saygıyla Karşılama

Bütün bunların yanında elbette kendilerine eleştiri yöneltilen kimseler de insaflı olmalı ve hatta hatalarını gösteren kimselere teşekkür etmesini bilmelidirler. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, eğer birisi bizi koynumuzdaki akrebe karşı uyarmışsa, ona yapılacak muamele teşekkür etmek olmalıdır.

Farklı bir tabirle eğer evimizin bir yerinden duman çıkıyor, evin içini koku sarıyor ve birisi de kalkıp, “Acaba bu evde bir yangın mı var?” diyorsa, yapılması gereken davranış kalkıp odaların hepsini kontrol etme ve duruma göre tedbir almadır. Yoksa, “Sen ne şom ağızlı bir insansın! Ne diye bu tür şeyler konuşuyorsun!” diyerek onu susturmaya çalışmanın hiçbir kimseye faydası yoktur. Bilemiyoruz, gerçekten konuşan kişi felaket tellallığı yapıyor da olabilir. Fakat bunu anlamanın yolu, onun eleştirdiği meselenin bir kere daha gözden geçirilmesidir.

Önceki yıllarda bir misafirim gelmişti. Bilgili ve kültürlü bir insandı. Giderken umuma duyurmadan biraz eğilip, “Hocam, arkadaşlar biraz kitap okusalar.” demiş ve zımni olarak az kitap okunmasını eleştirmişti. Şimdi bunun karşısında yapılması gereken davranış, hakikaten bu konuda bir eksiğin bulunup bulunmadığına bakma ve eğer varsa bunu telafi etmeye çalışmadır. Yani insanlara faydalı kitapları okutma, hem dinlerini hem de içinde yaşadıkları dünyayı daha iyi tanımalarını sağlama, kitap okumayı daha sistemli hâle getirme, kitapların çok ciddi bir anlama cehdiyle okunmasını temin etme, ülfet ve ünsiyeti giderme adına müzakereli okuma gibi yeni okuma şekilleri geliştirme adına gerekli gayreti göstermedir.

Bazen yöneltilen tenkitler isabetli olmayabilir. Hatta bazen dile getirilen düşüncelerde önyargı ve garaz da bulunabilir. Fakat biz, eleştirilere müspet yaklaşmaz, onların hepsini kaldırır bir kenara atarsak, boşların yanında doluları da zayi etmiş oluruz. Böyle yapmak yerine gümüş ve altın paraların yanında bakırlara, demirlere ve hatta sahte olanlara da belli ölçüde saygıyla yaklaşmasını bilirsek, onlardan istifade etmenin de önünü açmış oluruz.

Öte yandan eğer biz, kendi düşüncelerimize saygı gösterilmesini ve değer verilmesini istiyorsak, başkalarının düşüncelerine gereken değeri vermeliyiz. Makulün makulce karşılanmasını arzuluyorsak, öncelikle başkalarının makul olmayan düşüncelerini bile makul karşılayabilmeli, daha doğrusu bu düşünceler içerisinde makul bir taraf araştırmalıyız. Bu konularda saygısızlık ve kabalığı bir kenara bırakmalı, tavır ve davranışlarımızın yumuşak ve sıcak olmasına dikkat etmeli ve bize aykırı gelen fikirlere bile sinemizi açabilmeliyiz.

Esasında yontulmamış ve rötuşlanmamış kaba düşüncelerin İslâm’da yeri yoktur. İslâm, bazı düşünceleri ele almış, evirmiş, çevirmiş, şekillendirmiş ve her gönle girebilecek kıvama getirmiştir. İşte bizim kullanmamız gereken metot da budur. Bu ölçüde geniş sineli olabilir, hakka saygı prensibini benimseyebilir ve farklı fikirlere karşı tahammüllü hâle gelebilirsek, bir kısım eleştiri ve tenkitlerin çatışma ve kavga vesilesi olmasının da önüne geçmiş oluruz.

Bir zamanlar arkadaşlara şunu tavsiye etmiştim: Hepiniz hata ve yanlışlarınızı size karşı rahatça söyleyebilecek birer kardeş edinin ve ona şöyle deyin: “Gerek din ve diyanet yaşantıma, gerek hizmetin işleyişiyle ilgili yaptıklarıma, gerekse insanî ilişkilerimdeki tavır ve davranışlarıma dair gördüğün her türlü yanlışlığı rahatlıkla bana söyleyebilirsin.” Zira sahabe efendilerimizin hayatlarına baktığımızda, onların aralarında böyle bir anlaşma olduğuna dair kesin bir bilgimiz olmasa bile onların, gördükleri hataları birbirlerine çok rahatlıkla söylediklerini görürüz ve bizim için onlar birer yıldız, karanlık gecelerimizde yollarımızı aydınlatan birer ışık kaynağıdır.


 

[1] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 7/152; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye s. 45; İbn Battal, Şerhu Sahihi’l-Buhârî 9/247.

Güçlü irade isteyen dört büyük amel

Fethullah Gülen: Güçlü irade isteyen dört büyük amel

Soru: Münebbihât’ta Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen bir sözde şöyle buyrulmaktadır:

إِنَّ أَصْعَبَ الْأَعْمَالِ أَرْبَعُ خِصَالٍ: اَلْعَفْوُ عِنْدَ الْغَضَبِ، وَالْجُودُ فِي الْعُسْرَةِ، وَالْعِفَّةُ فِي الْخَلْوَةِ، وَقَوْلُ الْحَقِّ لِمَنْ يَخَافُهُ أَوْ يَرْجُوهُ

“Amellerin en zoru şu dört haslettir: Öfke anında affetmek, darlık zamanında cömertlik sergilemek, günahla baş başa yalnız bulunduğu vakit iffetli olmak, kendisinden korktuğu veya menfaat beklediği kimseye karşı hakkı söylemek.” Bu sözde nazara verilen amellerin ve o ameller karşısında elde edilecek mükâfatın izahını lütfeder misiniz?

Cevap: Hazreti Ali Efendimiz’e nispet edilen beyanlara, onun Nehcü’l-Belâga’da yer alan sözlerine, üslûbuna ve kullandığı dile baktığımızda, “cahiliyeden yeni çıkıldığı, değişik ilim sahalarına ait mazmun ve mefhumların henüz yeterince inkişaf etmediği, dil ve belâgatla ilgili çalışmaların tam mânâsıyla ortaya çıkmadığı bir dönemde, belli bir literatüre bağlı olarak ifade edilebilecek böyle engin sözlerin söylenmesi pek mümkün görünmüyor. Muhtemelen ilimlerin inkişaf ettiği, farklı ilim sahalarına ait literatürün oluştuğu üçüncü ve dördüncü asırda bazı insanlar, söyledikleri bu sözleri ona nispet ettiler.” diyesi geliyor insanın. Fakat ikinci ihtimal olarak da Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) mâneviyata açık, ilhamları coşkun, vilâyet silsilesinin pederi konumundaki hususiyetleri göz önünde bulundurulduğunda, bu türden beyanlar birer ilham eseri olarak onun tarafından söylenmiş olabilir. İsimsiz müsemmanın, isimli müsemma hâline geldiği ve terminolojinin oturduğu dönemde bazı kişiler, söyledikleri güzel sözleri ona nispet etmiş olabileceği gibi, ondan gelen bazı sözleri kendi dönemlerinin mazmun ve mefhumlarıyla zenginleştirerek ifade etmiş olmaları da muhtemeldir. Kestirip atmak mümkün olmadığından, “اَللهُ أَعْلَمُİşin doğrusunu Allah bilir.” deyip soruda nazara verilen dört amel konusuna geçelim.

Hazreti Ali (radıyallahu anh) bu beyanında, başta, إِنَّ أَصْعَبَ الْأَعْمَالِ أَرْبَعُ خِصَالٍsözüyle, amellerin en zorunun dört tane olduğunu ifade ediyor. Esasen bir yönüyle her amelin kendine göre bir zorluğu vardır. Günde beş defa abdest almak, namaz kılmak, hususiyle uzun ve sıcak günlerde sabahtan akşama kadar oruç tutmak, alın teriyle kazanılan malı infak etmek, hac ibadetini yerine getirmek, anne-babaya “Öf!” bile demeyecek ve yüz ekşitmeyecek şekilde onların hukukuna riayet etmek gibi ibadet ve mükellefiyetlere bakıldığında, bunların her birinin kendine göre bir kısım zorluk ve meşakkatleri olduğu görülecektir. Öyle zannediyorum ki hiç kimse sayılan bu amel ve ibadetler hakkında “Onları yapmak kolaydır.” demeyecektir. Hazreti Ali de yukarıdaki beyanıyla, ameller içinde zorlardan en zor olarak gördüğü şu dört meseleye dikkat çekmektedir:

1. Öfke anında affetmek

Bu hasletlerin ilki, اَلْعَفْوُ عِنْدَ الْغَضَبِsözüyle ifade edilen, öfke anında affedici olabilmek. Esasında insanın, gayz ve öfkesinin magmalar gibi köpürdüğü bir anda, öfkesini yutabilmesi ve affedici olabilmesi Kur’ân-ı Kerim’in de üzerinde durduğu ve yapılmasını teşvik ettiği amellerden biridir. Mesela Allah (celle celâluhu), اَلَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ“O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar; kızdıklarında, (intikam almaya güçleri yettiği hâde) öfkelerini yutarlar ve insanları affederler.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/134) kavl-i kerimiyle, öfkeyi yutarak affedici olabilmenin takva sahiplerinin özelliklerinden birisi olduğunu beyan buyurmuş; öfkenin yutulmasının, dikenli bir kaktüsün yutulması kadar zor bir iş olduğunu nazara vermiştir. Elbette böyle zor bir ameli başaran insanın sevabı da ona göre kat be kat fazla olacaktır.

Başkaları tarafından rahatsız edilmeyen, keyfi yerinde olan, takdir görüp sevilen bir insanın affedici olması kolaydır. Asıl mârifet, birileri tarafından rahatsız edildiği, eza ve cefa gördüğü, bundan dolayı da öfkelendiği bir anda insanın iradesinin hakkını vererek mukabelede bulunmaması ve affedici olabilmesidir. Esasında insan, biri ona boynuzuyla dokunduğunda hemen ona karşı başka bir boynuz darbesiyle karşılık verecek bir mahlûk değildir. Allah (celle celâluhu), kemâle giden yolda insanın donanımında hiçbir eksiklik ve boşluk bırakmamış, onu mükemmel bir varlık olarak halketmiştir. İnsana öyle bir irade vermiştir ki, onun hakkını verdiğinde, en ağır amellerin altından kalkabilir, gayz ve öfkesini ayaklarının altına alarak onların üzerinde raks edebilir.

Bildiğiniz gibi “afv”, “bir şeyi silmek” demektir. Yani başkalarının sizi rahatsız eden ve öfkelendiren bir kısım tavır ve davranışlarını görmeyip, âdeta onların üzerine bir daksil çekmeniz; bu tür olumsuzlukların zihninizde yer etmesine ve nöronlarınızda iz bırakmasına dahi müsaade etmemeniz; sizi çatlatacak kadar üzerinize gelseler bile, bütün bunları bir daha hatırlamamak üzere korteksinizden silmenizdir afv. İşte bu şekilde davranmanız, yapılması hakikaten çok zor bir ameldir. Fakat bir insan, fenalıkları unutmaya müheyya (hazır) bir tabiata sahip olduğunda, bunun geriye dönüşü çok farklı olacaktır. İhtimal onun bu affedici tavrı karşılığında, bir kısım hata ve günahları neticesinde maruz kalacağı gazab-ı ilâhî başına gelmeyecek, affetmesi karşılığında ilâhî affa mazhar olacaktır.

2. Darlık zamanında cömertlik sergilemek

Hazreti Ali (radıyallahu anh), وَالْجُودُ فِي الْعُسْرَةِifadesiyle ikinci olarak sıkıntı ve imkânsızlık içinde kıvranırken civanmertçe davranmanın zorluğunu ve önemini vurgulamıştır. Vereceği mallar, stok ve hazinelerinden ciddî bir şey eksiltmeyen insanın cömertliği kolaydır. Bin lirası olan bir insan, bir lirasını verse neyi eksilir ki! Asıl mühim olan, yokluk zamanında insanın infakta bulunabilmesidir. İnsanın öfkeliyken affedebilmesi, Cenâb-ı Hakk’ın “Afuv” ismine bir davetiye olduğu gibi, sıkıntı ve darlık anında yapılan cömertlik de yine Cenâb-ı Hakk’ın “Cevâd” ismine bir davetiyedir.

Bir yönüyle Hazreti Ali, îsâr duygusuna dikkat çekmiştir. Zira îsâr -bir çeşidi itibarıyla- kendisi aç ve susuz olan bir insanın yiyeceğini bir başkasına vermesidir. Ki Yüce Allah, وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّاۤ أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلٰۤى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ“Onlar, mü’minlere verilen şeylerden nefislerinde herhangi bir kaygı duymaz ve muhtaç olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.” (Haşir sûresi, 59/9)

Yermûk Savaşı’nda, dudakları kurumuş ve ölmek üzere olan bir sahabînin kendisine getirilen suyu tam dudaklarına götürdüğü esnada su isteyen bir başka sahabînin sesini işitmesi üzerine eliyle ona götürülmesini işaret etmesi, onun da aynı şekilde işittiği başka bir inilti karşısında suyu bir başkasına göndermesi ve bu şekilde su dolu mataranın üç kişi dolaşması ve hepsinin şehit olması neticesinde bir yudum suyun onlardan hiçbirine nasip olmaması îsâr hasletinin, başkalarını kendine tercih etmenin, yaşatma duygusuyla yaşamanın, gerçek insanî değerlere bağlı kalmanın en çarpıcı ve güzel misallerinden biridir. (el-Hâkim, el-Müstedrek 3/270; İbn Abdilberr, el-İstîâb 3/1084)

3. Günahla baş başa kaldığında iffetli olmak

Hazreti Ali (radıyallahu anh) وَالْعِفَّةُ فِى الْخَلْوَةِifadesiyle günahla baş başa kalan bir insanın iffetli olmasını da gerçekleştirilmesi zorlardan zor üçüncü amel olarak zikretmiştir.

Bir hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelenecek yedi zümreden bahsetmiş ve bunlardan birisinin de, makam ve cemâl sahibi bir kadının günaha çağırması karşısında, إِنِّي أَخَافُ اللهَ“Ben Allah’tan korkarım!” diyerek, bu çağrıyı reddeden kimse olduğunu haber vermiştir. (Buharî, zekât 16; Müslim, zekât 91)

Halkın içinde iffetli görünmek bir mânâda kolaydır. Çünkü birçok insanın gözünün sizin üzerinizde ve sizin gözünüzün de onların üzerinde olduğu bir atmosferde insanın günah işlemesi çok zordur. Fakat kendisini günah girdabında bulan ve bir kısım fettanlarca baştan çıkarılmaya çalışılan bir insanın, orada iradesinin hakkını vererek bir iffet âbidesi kesilmesi ve Hazreti Yusuf gibi, مَعَاذَ اللهِ“(Böyle bir günah işlemekten) Allah’a sığınırım.” (Yûsuf sûresi, 12/23) diye haykırabilmesi; haykırıp baş döndürecek, bakış bulandıracak o günaha karşı net tavır belirleyebilmesi çok zordur. Bir insanın, negatif şeyler içine itildiği bu tür pozisyonlarda hiç sarsılmadan bir dağ cesamet ve rasanetiyle yerinde dimdik durabilmesi hakikaten çelikten bir irade ister. Hiç şüphesiz böyle bir zorluğun üstesinden gelen bir insanın elde edeceği mükâfat da o nispette büyük olacaktır.

Hazreti Ömer Efendimiz’in hilâfeti döneminde, fettan bir kadın, görkemli ve yakışıklı bir delikanlıya gözlerini diker ve sürekli ona tuzak kurar. Bir gün bir yolunu bularak onun kapıdan içeri bir adım attırmaya muvaffak olur. Muvaffak olur ama, o esnada delikanlının dilinde şu âyet-i kerime dönüp durmaktadır: إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَۤائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ“Onlar ki takva dairesi içinde yaşarlar; kendilerine şeytandan bir tayf, bir vesvese geldiği zaman hemen Allah’ı hatırlar ve gözlerini hakka açarlar.” (A’râf sûresi, 7/201) Bunun üzerine gencin o an kalbi durur ve oracıkta vefat eder. Sahabîler, Emiru’l-mü’minîn Hazreti Ömer’e bu durumu haber vermekten çekinirler de bir başkasının evinin önünde vefat eden bu gencin cenazesini alır, defnederler. Fakat namazda hep ilk safı tutan bu gencin, arkasında yer almadığını fark eden Hazreti Ömer, onun nerede olduğunu sorar. Sahabîler de hadiseyi kendisine haber verirler. Vakayı dinleyen Hazreti Ömer, hemen gencin mezarının başına koşar ve orada ona hitaben وَلِمَنْ خَافَ مَقَامَ رَبِّهِ جَنَّتَانِ“Rabbinin huzuruna gideceğinden korkan kimseye iki Cennet vardır.” (Rahmân sûresi, 55/46) âyetini okur. Bunun üzerine mezardan, “Ey emire’l-mü’minîn! Cennette, ben onun iki katına mazhar oldum.” sesi yankılanır. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, 2/280)

Bu hâdise de göstermektedir ki, bir insanın haramla baş başa kaldığında iffetini muhafaza edebilmesi pek çetin, gayet kıymetli ve çok önemlidir. Fakat maalesef, geçmiş birkaç asır pek çok değerimizi alıp götürdüğü gibi, iffet düşüncemizi de yerle bir etti; biz de sefil bir hâle düştük. Kimileri, özgürlük adı altında ahlâksızlığın bütün imkânlarını önümüze sermek suretiyle atmosferimizi ahlâksızlığa açık hâle getirdi. Öyle inanıyoruz ki Allah, her şeye rağmen günümüzde hayâ ve iffetini koruyanlara eltâf-ı sübhaniyesiyle muamelede bulunur, onları iki Cennet’le şereflendirir, rıza, rıdvan ve ru’yetiyle taçlandırır.

4. Zor zamanda hakkı söylemek

Hazreti Ali (radıyallâhu anh), zorlardan zor gördüğü son ameli de, وَقَوْلُ الْحَقِّ لِمَنْ يَخَافُهُ أَوْ يَرْجُوهُsözüyle açıklamıştır. Bunun anlamı da bir kişinin korktuğu veya menfaat umduğu kimseye karşı hakkı söylemesidir. İnsan, korktuğu veya kendisine bir kısım nimetlerin vaat edildiği durumlarda dik duruş sergileyemez, hakkı söyleyemez; angajmanlığa girerse, güç ve iktidar sahipleri, bir süre sonra onun boynuna pranga takar, ayaklarına zincir vurur, onu azat kabul etmez bir köle hâline getirir, sonra da ona istedikleri her şeyi yaptırırlar. Günümüzde değişik mahfillerde çokça görüldüğü üzere korku, insanı hak yolunda koştururken gemleyen, iradesini felç eden, elini kolunu bağlayan hatta kolunu kanadını kıran bir faktördür.

Aynı şekilde elde edilmesi ümit edilen menfaatler de insanı zâlim idareciler karşısında dilsiz şeytan konumuna düşürür; bile bile gerçekleri çarpıtmasına, yanlış konuşup yanlış işler yapmasına yol açar. Bugün çok acı misallerine şahit olduğumuz gibi, niceleri önlerine serilen bir kısım imkânlar veya girdikleri bir kısım beklenti ve ümniyeler veyahut da içine düştükleri korku ve endişe yüzünden, dün dediklerinin bugün tam zıddını söylüyor; tıpkı bukalemunların yaptığı gibi şartların değişmesiyle renkten renge giriyor, hem dünya, hem de ahiret hayatlarını mahvedecek şekilde üst üste cinayetler işliyorlar. Onlar, değişik angajmanlıklar karşısında âdeta bir esir hayatı yaşıyor, bir türlü özgürce hareket edemiyor, hür olamıyorlar. İşte korku ve menfaatin hükümferma olduğu bir zaman diliminde hakkı söylemeye devam etmek, gerçek bir kahramanlıktır. Elbetteki bu kahramanlığın, ötede mükafatı da ona göre olacaktır.

Hâsılı, amellerin sevap ve mükâfatı, onların gerçekleştirildiği zaman ve zemine göre farklılık arz eder. Meşakkatli ve zor olan bir amelin sevapta katlanmaya vesile olması, ancak niyetteki hülûsun korunmasına ve sarih-zımnî değişik şikayetlere girilmemesine bağlıdır. Başka bir ifadeyle insan, o meşakkatli ameli yaparken meşakkat ölçüsünde sevap elde edebilmek için, zorluklardan şikayet etmemesi, her şeye rağmen dişini sıkıp sabretmesi, kadere taş atmaması, o ameli isteyerek ve gönlünden gelerek yapması gerekir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Güzel Ahlâk Adına Bazı Ölçüler

Soru: Hadis-i şeriflerde bir taraftan mü’minin ayıplanmaması, hakir görülmemesi ve kusurlarının örtülmesi emredilirken diğer yandan da zulüm ve kötülüklere karşı sessiz ve tepkisiz kalınmaması emredilmektedir. Bu konuda mü’mince duruş nasıl olmalı ve denge nasıl sağlanmalıdır?

Cevap:Tirmizî’de geçen bir hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ “Kim bir kardeşini herhangi bir hata ve günahı yüzünden ayıplarsa, kendisi de o ayıbı işlemeden ölmez.”(Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 53) şeklinde beyanlarıyla başkalarının ayıplanmasını ve kınanmasını yasaklamış ve böyle bir günah irtikâp edenleri nasıl bir akıbetin beklediğine dikkat çekmiştir.

Kimseyi Ayıplamama

Hadise göre -işlediği veya işlemediği- bir suçtan ötürü bir kardeşini ayıplayan kimsenin aynı günahı işlemedikçe ölmeyeceği ifade edilmiştir. Bazen böyle bir ayıplamanın -Allah muhafaza- eşi, kızı, oğlu veya daha başka bir yakınıyla alâkalı bir probleme sebebiyet vermesi de mümkündür. Yani Allah (celle celaluhû) bazen kendisiyle bazen de aile fertlerinden birisiyle, yapmış olduğu zulmün cezasını ona çektirir. Çoğu zaman insan, kendisinin maruz kaldığı bir kısım problemlerden sıyrılmanın bir yolunu bulabilir de en yakınında bulunan insanların maruz kalacağı problemler onun belini bükebilir.

Bilemiyoruz, belki de böyle bir misilleme onun adına bir vech-i rahmettir. Zira bu, onun günahına kefaret olabilir. Dünyada yaşadığı böyle bir sıkıntı ve mahcubiyet onu, ahiretteki cezadan kurtarabilir. Yani kişi cezanın daha hafifine katlanmakla daha ağırından sıyrılmış olur. Bazen de işlenen günah o kadar büyük olur ki dünyevî sıkıntılar onu temizlemeye yetmez. Mesela dünya kadar hukuka tecavüz etmiş, ağır kul hakkı ihlâlleri yapmış, insanların can ve mal güvenliğini tehdit etmiş, onların ırz ve namuslarıyla oynamış, küfür, şirk ve nifak kirlerine bulaşmış bir insanın işlediği bütün bu ağır cürümlerin karşılığı ancak ahirette görülecektir.

Hikmetini bilemeyiz, Allah bazılarına burada, bazılarına da ötede çektirir. Eğer ne bu dünyada ne de ahirette böyle bir mahcubiyet yaşamak istemiyorsak, başta mü’minler olmak üzere bütün insanlar hakkında dilimize hâkim olmalı, hatta onlar hakkındaki düşüncelerimizi gözden geçirmeliyiz.

Nitekim Efendimiz, “Kim bana çeneleri ile bacakları arası hususunda garanti verirse (dil ve namusunu haramlardan muhafaza ederse), ben de ona Cennet hususunda garanti veririm.” (Buhari, rikak 23) buyurmuştur. Bu açıdan dil, çok önemlidir. Başta ona kilit vurmak kolaydır. Fakat konuştuktan sonra kırılıp dökülenleri tamir etmek çok zordur. En basitinden mesela bir insan, hata ve günahından ötürü bir başkasını ayıpladığında gidip ondan helallik istemesi gerekir. Aksi takdirde ahirete kul hakkıyla gitmiş olur. Fakat bunun hiç de kolay bir iş olmadığı malumdur. İnsan, böyle altından kalkılmaz bir meselenin ağırlığı altında ezileceğine en başta ağzına fermuar vurmasını bilmelidir.

Vakayı rapor etmemiz gereken yerlerde bile çok dikkatli olmalıyız. Çerçeveyi aşmamalı, sınırları ihlal etmemeliyiz. Garazsız, ivazsız olmalıyız. Herhangi bir meseleyi müzakereye açarken öyle temkinli konuşmalıyız ki hiç kimse bizim sözlerimizden zarar görmemeli, incinmemeli. Yoksa “Falan şöyle yaptı, filan böyle yaptı. Bu yüzden başımıza şunlar geldi.” diyerek söze başlar ve sürekli atf-ı cürümlerle, suizanlarla müzakereyi sürdürürsek çok can yakar, kul hakkına girer ve öteye de altından kalkılmaz günahlarla gideriz.

Öte yandan, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hadislerinde, işlemiş olduğu günahtan dolayı bir kardeşini ayıplayan kimsenin aynı ayıbı işlemekle cezalandırılacağını ifade buyurmuştur. O halde, insanları yapmadıkları hata ve günahlardan ötürü ayıplayan insanların durumu nasıl olur acaba? Hiç şüphesiz, masum insanları yalan ve iftiralarla karalama, komplo ve tuzaklarla onları suçlu gibi gösterme gibi fiiller Allah katında çok daha büyük birer günahtır. Hele söz konusu olan, bir şahıstan ziyade büyük bir grup ise; atılan çamur ve ziftlerle büyük bir cephe karalanmaya çalışılıyor ve itibarlarıyla oynanıyorsa, bu günahı işleyenlerin kolay kolay iflah olmaları mümkün değildir. Söz konusu grubun her bir ferdi hakkını helâl etmedikçe bunu yapanların günahlarından arınmalarının imkânı yoktur. Dolayısıyla küfre ve nifaka ait bu tür ayak oyunlarını hakiki bir mü’minin yapacağına ihtimal verilemez.

Evet, mü’min, kendi itibar ve şerefini koruma noktasında ne kadar hassas ise, başkaları hakkında da aynı hassasiyeti göstermek zorundadır. O, ne eliyle ne de diliyle hiç kimseye zarar vermemeli, hatta zihnini bile kirli düşüncelerden temizleyerek insanlar hakkında hüsn-ü zanda bulunmayı fıtratı hâline getirmelidir. Esasen mü’min, kelime manası itibarıyla da herkesin kendisinden emin olduğu güvenilir insan demektir. Hakiki bir mü’min, çevresine öyle bir güven telkin eder ki hiç kimse ondan zarar göreceği endişesine kapılmaz; onun karşısında muhakkak veya mevhum bir panikleme yaşamaz; ona sırtını döndüğü zaman hançerlenmekten korkmaz. Hatta kötülük yapsa bile aynı kötülüğü ondan görmeyeceğini bilir. Zira mü’minin asla aşamayacağı belirli sınırları ve kesinlikle ihlâl edemeyeceği temel ilkeleri vardır.

Bazı tavır ve davranışların karakter hâline gelmesi çok önemlidir. Herkesin, insanlığından gelen kendine göre bir karakteri vardır. Fakat bunun yanında bir de sonradan kazanılan İslâmî karakter söz konusudur. İşte İslâmî karakterin temsilcisi olan bir Müslüman, güzel ahlâkın gerektirdiği bir kısım davranışları hiç zorlanmadan yerine getirebilir. Eğer bir insan İslâmî potada yoğrulmuş ve İslâmî ahlâkla ahlâklanmışsa o, saldırgan ve mütecavizlerin düşmanca tavırları karşısında bile karakterinden taviz vermez, onlara aynıyla mukabelede bulunmaz. Basit insanların seviyesine -daha doğrusu seviyesizliğine- inmeye tenezzül etmez.

Fakat güzel ahlâkı tabiatımız hâline getirememişsek işte o zaman bazı konularda biraz zorlanır, her zaman aynı kararlılığı gösteremeyiz. Herkese karşı civanmertçe davransak bile azıcık damarımıza basıldığında feveran edebiliriz. Vereceğimiz tepkilerde, insanlarla muamelelerimizde yer yer acemilik eder, yapacağımız işleri elimize ayağımıza bulaştırırız. Bu açıdan, başta kendimizi biraz zorlayarak, sürekli pratik yaparak İslâm ahlâkının huy hâline getirilmesi çok önemlidir.

Tecessüste Bulunmamak

Evet, yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şeriflerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kısım hata ve günahlarından ötürü mü’minlerin ayıplanmasını yasaklamıştır. Hemen ifade etmek gerekir ki İslâm’da kötülükleri araştırma, başkalarının günahlarına muttali olmaya çalışma gibi bir mükellefiyet yoktur. Bilakis Kur’ân, وَلَا تَجَسَّسُوا “Tecessüste bulunmayın, birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.” (Hucurât Sûresi, 49/12) âyetiyle bunu kati olarak haram kılmıştır.

Bir kötülük avcısı gibi sürekli insanların ayıp ve kusurlarıyla meşgul olan ve bu konuda tahkikat yapan insanlar bir süre sonra tabiat kirlenmesine, fıtrat deformasyonuna maruz kalacaklardır. Bir kere de tabiat kirlendikten sonra artık ayıplanan ve dil uzatılan insanlar sadece günahkâr ve zalimlerle sınırlı kalmayacak, tertemiz insanlar da karalanmaya başlanacaktır. Bunun aksi olarak eğer bir insan günahlarla kirlenmiş insanlara dahi kir püskürtmemeyi tabiatı haline getirir ve kendisini buna göre programlarsa, el âlemin etrafa zift akıttığı durumlarda bile o, sürekli çevresine nurlar saçacak ve etrafını aydınlatacaktır.

Daha önce defalarca zikrettim, İmam Hadimî, Tarikat-ı Muhammediye üzerine yazdığı Berika isimli şerhinde mealen şunları söyler: “Bir mü’mini çok fena bir halde dahi görsen hemen onun hakkında hüküm verme. Gözlerini sil, “Acaba doğru mu görüyorum? Bu insan böyle bir günah işlemez.” de, dön bir kere daha bak. Yanlış bir hükme varmamak için doğru görüp görmediğini kontrol et. Yanılabileceğini düşünerek dön tekrar kontrol et. On kez bunu yaptıktan sonra gördüğün şeyin doğru olduğuna kanaat getirirsen, “Ya Rabbi! Onu bu çirkin halden kurtar, beni de böyle bir günaha düşmekten koru!” diyerek oradan uzaklaş.” diyor.

İmam Hadimî, bu sözleriyle önemli bir hakikati hatırlatmak istese de kanaatimce böyle bir günahla yüz yüze gelen kimsenin yapması gereken en doğru davranış, “Belki yanlış görmüşümdür.” diyerek hemen sırtını dönüp oradan uzaklaşması ve gördüğünü de hiçbir yerde zikretmemesidir. Çünkü Allah, bizi başkalarının günahlarını araştırmak için savcı tayin etmemiştir.

Allah’ın isimlerinden birisinin Settâr “ayıp ve günahları örten” olduğu unutulmamalıdır. Müslümana düşen de bu ahlâkla ahlaklanmaktır. Nitekim bir hadislerinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hakikati şu sözleriyle dile getirmiştir: مَنْ سَتَرَ عَلَى مُسْلِمٍ سَتَرَ اللَّهُ عَلَيْهِ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ “Her kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter.” (Müslim, zikr 38) Ahirette bizi mahcup edecek çok şey karşımıza çıkabilir. Eğer biz, bu dünyada bu ilâhî ahlâk ile ahlâklanmazsak öbür tarafta rezil rüsvay olabiliriz. Yani bu dünyada başkalarına çektirdiğimiz rezil ve rüsvaylık öbür tarafta gelir başımıza dolanır. İyisi mi başkalarının kusurlarını, ayıplarını araştırmaktan vazgeçelim, bunlara muttali olduğumuzda da başkalarına ifşa etmeyelim.

Hiç Kimseyi Hakir Görmeme, İncitmeme

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) başka bir hadis-i şeriflerinde ise şöyle buyurmuştur: بِحَسْبِ امْرئٍ مِنَ الشَّرِّ أَنْ يَحْقِرَ أَخَاهُ الْمُسْلِمَ “Bir kimsenin, Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi (onun onuruyla, şerefiyle oynaması) kötülük olarak ona yeter (yani böyle bir şer, öbür tarafta onun başına dolanır ve onu mahveder).” (Müslim, birr 32) Allah’a iman eden bir kimse hafife alınamaz. Müslüman olmasa bile Hz. Ali’nin yaklaşımıyla bütün insanlar, insan olmaları açısından bizimle eşit olduklarına göre hiç kimseyi hakir göremeyiz. Bazı insanlarda küfür, nifak, dalalet gibi bir kısım tasvip etmediğimiz kötü sıfatlar bulunabilir. Bu durumda söz konusu şahısları hedef alarak onlara hücumda bulunmak mü’mine yakışmaz. Bilakis yapılması gereken, bu kişileri, beğenmediğimiz o kötü sıfatlardan kurtarma istikametinde gayret sarf etmektir. Zira İnsanlığın İftihar Tablosu, hayat-ı seniyyeleri boyunca hiçbir şahsı tahkir etmemiş, hafife almamıştır.

Aynı şekilde mü’min, sürçen veya düşen bir insan için, “Bir tekme de ben vurayım.” diyemez. Onun hakkında tan u teşnide bulunamaz. Katiyen onun ayıplarını şiirleştiremez, destanlaştıramaz. Bunları başkalarının yanında konuşmak suretiyle söz konusu şahsı utandıramaz. Hele yapılan hata ve yanlışları büyüterek ve abartarak sağda solda ifşa etmek kesinlikle mü’mince bir tavır değildir. Mü’mine düşen, bütün insanların haysiyet, şeref ve onurlarını kendi şerefi gibi aziz bilip korumaktır. Başkalarının hata ve günahları karşısında ona düşen vazife, bu tür insanların hâlinden ibret almak, elinden geliyorsa onlara yardımcı olmak ve kendisini de aynı duruma düşürmemesi için Allah’a dua dua yalvarmaktır.

Özellikle sosyal hayattaki itibar ve konumları yüksek olan insanların yapmış oldukları hata ve yanlışların sağda solda konuşulması, ortalığa saçılması onlar adına çok daha incitici olur. Zira ailelerinin, çevrelerinin ve toplumun, değişik zirveleri ihraz etmiş bu tür kişilere bakışı farklıdır. Onlar takdir edilmeye, alkışlanmaya alışmışlardır. Hep el üstünde tutulmuş ve saygı görmüşlerdir. İnsanlar nazarındaki konum ve durumlarını görmezden gelerek onları sıradanlığa mahkûm etmek yakışıksız düşer. Üzerimize lazım değilse onların aleyhinde cereyan eden hâdiselere hiç bulaşmamalı, eğer meselenin bizi ilgilendiren bir yönü varsa da yumuşaklıktan ayrılmamalı, can yakmamaya dikkat etmeliyiz. Mü’min ahlâkı bunu gerektirir.

Başkalarının bizi utandırması ve incitmesi de bu konuda bizim için mazeret olamaz. Bize hor baksalar da biz kimseye hor bakamayız. Bizi utandırsalar da biz utandıramayız. Bizi incitseler de incitemeyiz. Zira bizim telakkimizde insanları incitme, kırma bir kaymadır. Başkalarının sizi incitmesi onlar hesabına bir kaymadır. Eğer onlara aynıyla mukabelede bulunacak olursanız bir kayma da siz yaşamış olursunuz. Şayet siz, sövmenin, incitmenin, kaba tavır ve davranışların ayıp olduğunu düşünüyorsanız, aynı ayıbı siz de irtikâp etmemelisiniz. Ayrıca başkalarının haksız yere vurmasına, ayıplamasına, karalamasına sabretmenin, günahlarınız için kefaret olacağını da unutmamalısınız.

İbrahim Hakkı Hazretleri ne hoş söyler:

Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma
Sen nefsine yan çıkma
Mevla görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

Alvar İmamı da aynı hakikati şu dörtlüğüyle dile getirir:

Âşık der inci tenden
İncinme incitenden
Kemalde noksan imiş
İncinen incitenden.

Bildiğiniz üzere bugüne kadar düşmanlığa kilitlenmiş bir kısım çevreler kaç defa hakkımızda veryansın ettiler, üzerimize saldırdılar. Bazen bütün bütün köprüleri yıkıp yolları da yürünmez hâle getirdiler. Aradaki bütün irtibat vasıtalarını kopardılar. Yalanlarıyla, iftiralarıyla, karalamalarıyla çok ciddi tahribatlarda bulundular. Fırsat bulduklarında her türlü zulüm ve haksızlığı reva gördüler. Hususiyle son dönemde tamamıyla ezme ve yok etmeye yönelik çok ağır zulümler irtikap edildi. Soykırıma varan kötülükler yapıldı. Bütün bunlara rağmen biz hiçbir zaman aynısıyla mukabelede bulunmayı aklımızdan geçirmediğimiz gibi hiç kimsenin ayıplarıyla meşgul olmayı da düşünmedik.

Hataları Giderme Yolu

Buraya kadar insanları ayıplamama, hor görmeme ve kusurları affetme üzerinde durmaya çalıştık. Bütün bunlardan hata ve yanlışlar karşısında sessiz kalınması ve hiçbir şekilde bunlara müdahale edilmemesi gerektiği gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim çok sayıda âyet-i kerimesiyle mü’minlere emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini önemli bir mükellefiyet olarak yüklemiştir. Hatta كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِSiz, insanlar için ortaya çıkarılan, doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan en hayırlı bir ümmetsiniz.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/110) âyet-i kerimesine bakılacak olursa en hayırlı ümmet olabilmenin buna bağlandığı görülecektir. Peygamber Efendimiz de yapılabildiği takdirde kötülüklerin elle izale edilmesini, buna güç yetirilemediği durumlarda dil ile ikaz edilmesini, olmadı en azından kalben tavır alınmasını emretmiştir. (Müslim, îmân 78; Tirmizî, fiten 11)

Kötülükten insanları alıkoymaya çalışma ve onlara iyiliği emretme mü’minin temel vasıflarından biridir. Fakat burada takip edilmesi gereken usul, üslûp ve sistem çok önemlidir. Böyle bir faaliyet, insanları mahcup ederek, onların yüzünü yere baktırarak yapılamaz. Hele yalan, iftira ve karalama gibi İslâm’ın merdut saydığı bir kısım fiillerin de işin içine girdiği bir yerde problemlerin önlenmesi bir tarafa, onlar daha da büyütülmüş olacaktır. Burada asıl olan, iyi olduğu ifade edilen fiillerin güzelliğinin, kötü olduğu ifade edilen fiillerin ise kötülüğünün gönüllerde makes bulmasını sağlamaktır. Yani insanları söz konusu fiillerin iyiliği veya kötülüğü konusunda ikna ederek onların kendilerini buna göre yeniden ayarlamasını sağlamaktır. Yoksa muhatabın durumunu dikkate almadan, doğru üslûbu belirleyemeden, hangi yöntemin takip edilmesi gerektiğini düşünmeden “Ben söylerim, anlatırım, gerisine karışmam.” şeklindeki bir yaklaşımın emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l-münkerle bir alakası yoktur.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatına bakacak olursak, ifade edilen hususların pek çok örneğiyle karşılaşırız. Mesela O, ahirete bırakmadan dünyada temizleme düşüncesiyle gelip günahını itiraf eden Mâiz’e, “Git tevbe et. Çünkü Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur.” demiştir. Dört defa geri çevirmesine rağmen Mâiz cezanın tatbikinde ısrar edince Allah Resûlü cezayı uygulamak zorunda kalmış fakat, “Mâiz için istiğfar edin, öyle bir tevbe etti ki tevbesi eğer yeryüzüne dağılsaydı herkese yeterdi.” (Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25) şeklindeki sözleriyle halkın onun hakkında suizanna girmesinin önünü almıştır. Onun bir günâhkar olarak değil, günahından arınmış ve tertemiz hâlde nezd-i ulûhiyete yürümüş bir insan olarak anılmasını istemiştir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca ne kimseyi ayıplamış ne de kimsenin kusurunu yüzüne vurmuştur. O’nun hayatında, insanların kusurlarını ifşa etme, düşen insanlara tekme vurma, kötülüklere kötülükle karşılık verme gibi davranışların hiçbirisine rastlamak mümkün değildir. Bilâkis O, mü’minleri, tecessüste bulunmaktan (insanların gizli hâllerini araştırmaktan) men etmiş, her fırsatta hataların örtülmesini tavsiye etmiş ve hayatı boyunca hep af ve hoşgörü soluklamıştır. Mekke’nin fethini müteakip, yıllarca kendisine her türlü eza ve cefayı reva görmüş müşriklere karşı söylediği şu sözler başka söze ihtiyaç bırakmamaktadır: “Bugün size kınama yoktur. Gidin hepiniz serbestsiniz.” Esasen gönülleri fetheden ve insanların gruplar halinde İslâm’a dehalet etmelerini sağlayan en önemli faktörlerden birisi de O’nun bu yumuşaklığı ve affediciliğidir.

Öte yandan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabeden herhangi bir kimsenin bir kusuru olduğunda, bunu onun yüzüne vurmamış; umuma konuşmak suretiyle söz konusu şahsın da kendi hissesine düşen dersi almasını sağlamıştır. Hatta çok ciddi karşı koymaların, isyan ahlâkına girmelerin söz konusu olduğu yerlerde dahi bu hataları yapan kimselere bir şey demeden ashabını toplayıp umuma konuşma yapmıştır. Böylece hiç kimse rencide olmadan, yaralanmadan, küskünlüğe girmeden, hiç kimsenin onuru kırılmadan ve işin içine kinler, öfkeler karıştırılmadan problemler halledilmiştir.

Bu itibarla özellikle önde olan ve belirli sorumluluklar üstlenen kişilerin, beraber olduğu insanları tanıması, onların hatalarına karşı duyarsız kalmaması çok önemlidir. Okuldaki bir öğretmenin, kendi sınıfındaki öğrencilerin genel durumlarını bilmesi ve onları çok iyi tanıması gerekir. Bu, vazife ve sorumluluğun önemli bir yanıdır. Onun diğer yanı ise herkese insanca davranma, hiç kimseyi rencide etmeme ve kötülükleri en uygun şekilde savmaya çalışmadır. Yani bir Müslüman kötülükleri savarken de kendi karakterine uygun hareket etmeli, Peygamber yoluna bağlı kalmalıdır.

Hiç kimseyi rencide etmeme ve problemi daha da büyütmeme adına her şahsın hususî durumuna göre bir üslup belirlenmeli ve her olay ayrıca nazar-ı itibara alınmalıdır. Karşılaşılan problemlere hemen tepki vermek ve onları sağda solda konuşmak yerine mutlaka konu üzerine kafa yorulmalı ve en uygun çözüm şekli bulunmaya çalışılmalıdır. Eğer meseleleri kaba ve dikkatsizce bir üslupla ele alır, hem nalına hem mıhına vurursanız, insanları kırıp kendinizden uzaklaştırırsınız. Unutulmamalıdır ki nasihat ve irşat mesleği, uzmanlık ister, hassasiyet gerektirir. Bu yönüyle ona bir elit ve entelektüel işi olarak bakabiliriz.

Şu da bilinmelidir ki problemler her zaman konuşarak çözülemeyebilir. Bazı problemlerin konuşulması, krizi daha da büyütebilir. Bir mü’minin konuşması hikmet, sükûtu da tefekkür olmalıdır. Konuştuğumuz sözler hikmet olacaksa konuşmalıyız. Olmayacaksa susmalı ve uygun zamanı beklemeliyiz. Bazı haller vardır ki oralarda insanın durup düşünmesi gerekir. Zira hikmet, tefekkürün bağrında gelişir. Konuşmamızda hikmet varsa konuşuruz. Yoksa herkesin, aklına estiği gibi ulu orta bir şeyler söylemesi sadece gürültü doğurur. İnsan, yerine göre konuşmasını bildiği gibi, sabretmesini ve beklemesini de bilmelidir.

Muhasebe

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde, كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ، وَخَيْرُ الخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ “Her insan hata eder. Hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.” (Tirmizî, kıyâme 49; İbn Mâce, zühd 30) şeklindeki sözleriyle âdemoğlunun hata ve günah işlemeye açık yaratıldığına işaret etmiştir. Demek ki insan tabiatının hataya açık bir yanı vardır. Kimisi iradesinin hakkını vererek bu açıklığı daraltır veya tamamen yok eder; kimisi de bu konuda yeterli ölçüde başarılı olamaz. Önemli olan, insanın sürçüp düştükten sonra hemen doğrulup yönelmesi gerekli olan kapıya yönelmesi ve arınma kurnalarının altına girip arınmasıdır.

Evet, herkes düşebilir. Fakat düşen bir insanın hemen üzerine yürümek, sağda solda onun aleyhine konuşmak ve onu mahcup etmek ne ilâhî ahlâka uygundur ne de Efendimiz’in yoluna. Bize düşen, başkalarının ayıp ve kusurlarıyla meşgul olmak yerine dönüp kendi kusurlarımıza bakmak ve onların ıslahıyla meşgul olmaktır. Çünkü kendi kusurlarını görmeyen/göremeyen, ömür boyu hep başkalarında kusur arar durur. Fakat bütün hesaplarını kendi kusurlarına bağlayan bir insan zannediyorum başkalarının kusurlarını görmez.

Birine taş atmadan evvel dönüp kendimize bakmalıyız. Eğer benzer kusurları biz de yapıyorsak bu taşın dönüp gelip kendi kafamıza vurmasından korkmalıyız. Seyyidina Hz. Mesih’in, suçlu birisi cezalandırılacağı zaman taşlar ellerinde bekleyen insanlara şöyle dediği nakledilir: “İlk taşı hiç günahı olmayan atsın.” Tabi herkes yavaşça ellerindeki taşları yere bırakıverir.

Son olarak şu hususu hatırlatmakta da fayda var. Günümüzde bu tür konulara hiç dikkat edilmemesi ve başkalarının ayıp ve günahlarının herkes tarafından uluorta konuşuluyor olması bizim için bir mazeret teşkil etmez. Hatta bütün dünya böyle bir günah yoluna girse bile bu bizim onlara iştirak etmemizi mazur göstermez. Bir Türk atasözünde ifade edildiği gibi her koyunu kendi bacağından asarlar. Ahirette mazeret olarak ileri sürülecek, “Herkes konuşuyordu ben de onlara uydum.” türünden sözlerin hiçbir geçerliliği yoktur. وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.” (Fâtır Sûresi, 35/18) âyet-i kerimesinin ifade ettiği üzere orada herkes kendi günahının ağırlığıyla baş başa kalır. Hatta eğer bir kimse başkaları hakkındaki söz veya yazılarıyla fitne-fesada sebep olmuşsa, kendi günahının yanında sebep olduğu günahların da vebalini çeker.

Ahirette bu ağır yüklerin altında ezilmektense, bu dünyada imkân varken dilimize sahip olup bu kabil tamiri çok zor problemlere en başta sebebiyet vermemek en akıllıca yoldur. Hatta dilden de öte insanın öncelikle mü’min kardeşleriyle ilgili duygu ve düşüncelerini kontrol etmesi ve temiz tutması gerekir. Zira dilden dökülenler düşüncelerdir. Eğer düşünceler kirli olursa, dilden de kirli şeyler dökülecektir. Başkalarının kusurlarına odaklanan ve zihninde sürekli bunları evirip çeviren bir insan, önce kelam-ı nefsiyle bunları dillendirecek, arkasından da saza söze dökecektir.

Sürekli başkalarının kusurlarıyla meşgul olan ve bunları konuşan bir insanın tecessüs, suizan, gıybet ve tahkir gibi günahlarının cezasını ahirette göreceği kesindir. Fakat böyle bir kişinin dünyada rahat etmesi de mümkün değildir. Zihninde sürekli başkalarının kusurlarını evirip çeviren, bunlara dair farklı farklı kurgular ortaya koyan bir kişi kendi eliyle dünya hayatını da Cehennem’e çevirecektir. Falanın filanın yapıp ettikleriyle nöronlarını kirleten, oturup kalkıp bu tür kirli şeyleri konuşan bir insan için bütün bunlar bir azaba dönüşecektir.

Hillet Mesleğinin Esasları

Soru: Bediüzzaman Hazretleri, “Mesleğimiz ‘Haliliye’ olduğu için meşrebimiz ‘hıllet’tir.” buyuruyor. (Lemalar, s. 162) Mesleğimizin, Halilullah (Allah’ın Dostu) ünvanına sahip Hz. İbrahim’le (aleyhisselam) irtibatı hangi yönlerden değerlendirilebilir?

Cevap: Allah Teâlâ, Nahl sûresinde şöyle buyuruyor: ثُمَّ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ أَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Sonra Sana şöyle vahyettik: İbrahim’in hanif yoluna uy. O hiç Allah’a şirk koşmadı.” (Nahl sûresi, 16/120) Bu âyet-i kerime, Hz. İbrahim’e ittibaın çok önemli olduğunu gösteriyor. Nitekim bir seferinde İnsanlığın İftihar Tablosu’na “Ey Allah’ın halîli (dostu).” denildiğinde, “Hayır, o İbrahim’dir.” buyurmuştu. (Buhârî, enbiyâ 19) Başka bir gün “Efendimiz” manasına “Seyyidünâ” ile kendisine hitap edilince O yine, “Seyyidimiz İbrahim’dir.” diyerek bu pâyeyi ona vermiştir. (Buhârî, fezâilü’s-sahabe 5)

Hanif Olma

Burada Hz. İbrahim veya onun yolu “hanif” olarak isimlendirilmiştir. Hanif ise şirkin en küçüğünden bile fersah fersah uzak durma demektir. Hiç şüphesiz şirkten uzaklığın da dereceleri vardır. Haniflikten anlaşılan ilk mana, insanın Allah’ın dışında hiçbir ilaha tapmaması, hiçbir varlığı Allah yerine koymaması ve bütün putlardan uzak durması demektir. Bir ileri derecesi, insanın duygu ve düşüncelerini şirk işmam eden her şeyden uzak tutması ve bütünüyle tevhide yönelmesidir.
Bu işin daha ileri bir derecesi ise insanın, hanif olma duygusunu bütün tabiatına mâl etmesi, onu tabiatının sesi soluğu hâline getirmesidir. Buna muvaffak olan, şirk sayılabilecek en küçük şeyler karşısında bile fıtrî olarak tepki vermeye başlar. Mesela birisi onun yanında, yapılan güzel amelleri sahiplenmeye kalkacak olsa o, bunu, Cenâb-ı Hakk’ın icraatına ortak çıkma olarak görür. Aynı şekilde, yapılan hayırlı işleri başkalarına duyurmaya ve göstermeye çalışma da onun nazarında şirktir; alkış ve takdir peşinde koşmak şirktir; salih amel adına yapılan güzel işlerin karşılığını dünyada beklemek şirktir. Hakikî bir mü’mine düşen, bütün bu şirklerden uzak durmaya çalışmaktır.
  Kunut
Soruda bahsedilen diğer âyet-i kerime ise şu şekildedir: إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلَّهِ حَنِيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ “Gerçekten İbrahim, hak dine yönelen, Allah’a itaat üzere bulunan tek başına bir ümmet idi. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı.” (Nahl sûresi, 16/120) Kunut, Cenâb-ı Hak karşısında el pençe divan durup uzun boylu kıyamda bulunma, kemerbeste-i ubudiyet içinde O’na ibadet etme ve O’na boyun eğme demektir. Bu yönüyle Hz. İbrahim, tam bir (kunut insanı manasına) kânitti. Fakat Hz. İbrahim’de çekirdek hâlinde bulunan bu haslet, Efendimiz’le birlikte bir ağaca dönüşmüştü. Zira Hz. Aişe’nin naklettiğine göre O (sallallâhu aleyhi ve sellem) namazda ayakları şişinceye kadar kıyamda duruyordu.

O Tek Başına Bir Ümmetti

Öte yandan Hz. İbrahim’in tek başına bir ümmet olduğu ifade ediliyor. Demek ki onun himmeti herkesi kucaklamaya yetecek kadar âli idi. Himmeti böyle yüksek olan bir insanı tek bir fert olarak görmek doğru değildir. Hz. İbrahim, bir insan olsa bile o, bütün insanlığı kucaklama azmi, cehdi ve gayreti içindeydi. Onun öyle engin bir sinesi vardı ki, oraya giren hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmazdı.
Hz. Pir de, “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.” sözüyle bu hakikate işaret eder. Zira himmeti milleti olan bir insan, kendi için yaşamıyor demektir. O, dünyevî her türlü zevk u sefayı ayaklarının altına almıştır. Evliya veya asfiyadan olma gibi manevî makamlar elde etmenin de onun nazarında çok bir ehemmiyeti yoktur. Zira onun asıl derdi ve yegâne maksadı, insanlığın salah ve kurtuluşudur. İşte bu derece insanlığı ve hususiyle millet-i İslâmiye’yi düşünen bir insan tek başına bir millettir. Hiç kimse olmasa dahi o, matmah-ı nazardır. Allah, mahlûkata onunla bakar ve bazen böyle bir kişinin yüzsuyu hürmetine bütün insanlığı bağışlayabilir. Böyle bir payeyi elde etmenin yanında dünyevî makamların ne ehemmiyeti olur ki!

Hilm

Hûd sûresinde yer alan, إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُنِيبٌ (Hûd sûresi, 11/75) âyet-i kerimesinde ise “kânit” ve “hanif” sıfatlarının yanı sıra Hz. İbrahim’in aynı zamanda “halim, evvâh ve münib” olduğu ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimelerde Hz. İbrahim’in sahip olduğu güzel hasletleri zikretmek suretiyle, Allah Resûlü’ne ve onun zımnında bütün mü’minlere niçin Hz. İbrahim’in yoluna uymaları gerektiğini de izah etmektedir.
Âyet-i kerimede yer alan hilm, öfke ve kızgınlığa sevk eden durumlar karşısında hemen feverana kapılmama ve engin bir hazım sistemiyle, maruz kalınan olumsuzlukları hazmedebilme demektir. Zira sahibine muvakkat bir cinnet hâli yaşatan öfke ve hiddet, hilm ile dengelenmez ve yumuşatılmazsa, altından kalkılamayacak korkunç nedametler söz konusu olabilir. İnsan öfkeye kapılarak öyle yanlışlar yapar ki, daha sonra onları tamir etmeye gücü yetmez. Bu tür zorluklarla karşılaşmak istemeyen, Hz. halim olmaya mecburdur.
İnsan, bazen hazmı çok zor bir kısım problemlerle karşılaşabilir. Mesela ağır hakaretlere, iftira ve karalamalara maruz kalabilir; kendisine katlanılması çok zor zulüm ve haksızlıklar reva görülebilir. Dost bildiklerinin vefasızlığına ve hatta gadrine uğrayabilir. Bir insanın bunları hazmedebilmesi, soğukkanlılıkla karşılayabilmesi ve makul tepkiler verebilmesi gerçekten zordur. Bütün bu olumsuzlukların sindirilebilmesi için onun manevi yapısında hilm, sabır, tahammül ve af gibi enzimlerin bulunması gerekir.
Bilindiği üzere halim, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biridir. Nitekim kâfir ve müşriklerin onca küstahlık ve haddi aşmışlıkları karşısında çarçabuk cezalandırılmadıklarını ve kendilerine mehil üstüne mehil verildiğini gören Hz. Ebû Bekir, مَا أَحْلَمَكَ يَا رَبَّنَا “Ne kadar Halîmsin ey Allahım!” demişti. (İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 2/218) Bu itibarla hilmin önemli bir tezahürü de kendini bilmez zalim ve mütecavizlere hemen mukabelede bulunmamak, hatalarını fark edip geri dönmeleri için onlara süre vermektir. Bilemiyoruz belki de onca kabalık ve saldırılarına af ve mülayemetle mukabele edildiğini gören bu insanlar bir gün pişman olacak, gelip incittikleri insanlardan özür dileyecek ve daha önce taş attıklarına gül vermeye başlayacaklardır.
Allah Teâlâ, وَاِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın (daha fazlasıyla değil).” (Nahl sûresi, 16/126) dediği âyet-i kerimenin devamında, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Ama şayet sabreder (de mukabelede bulunmazsanız) bilin ki bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” buyurmak suretiyle daha faziletli olanı göstermiştir. O da, nâseza nâbeca davranışlar karşısında mukabele-i bi’l-misil ile muamelede bulunmama, dişini sıkıp sabredebilme ve olumsuzlukları hazmetmeye çalışmadır. Daha hayırlısı varken, niye berisine razı olalım ki! Bir Türk atasözünde de ifade edildiği gibi, iyiliğe iyilik her kişinin kârıdır. Fakat kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır. Er kişi olmak ve yiğitçe davranmak varken ne diye sıradan ve basit biri olmayı kabul edelim!

Evvâh Olma

Âyet-i kerimede Hz. İbrahim’in diğer bir enginliği olarak onun “evvâh” olması gösterilmiştir. Evvâh, âh u vâh edip inleyen kimse demektir. Peki, Hz. İbrahim, neyin karşısında âh u vâh ediyordu. Elbette onun inlemesi, maruz kaldığı dünyevî sıkıntılar, belâ ve musibetler yüzünden değildi. Bilâkis o, Allah haşyetinden inliyor, mağdur ve mazlumların, muhtaç ve düşkünlerin, isyan deryasına yelken açıp bir daha geriye dönemeyen günahkârların, küfür ve dalâlet gayyalarına yuvarlanan kimselerin bu durumları karşısında âh u vâh ediyordu. Âh u vâh edip onları içinde bulundukları sıkıntılardan kurtarmaya ve onlara Cennet’e giden yolu göstermeye çalışıyordu.
Başını almış Cehennem’e giden bir kişi karşısında nasıl âh u vâh edilmez ki! İnsanlığın İftihar Tablosu, miraca çıkmış, orada görülmezleri görmüş, erilmezlere ermişti. Lâhût âleminin sınırlarına ulaşmış, vücûb-imkân arası bir noktaya varmıştı. Bu, fanileri bakiden ayıran bir noktaydı. Fakat bütün bunlar O’nun gözünü kamaştırmamış, bilâkis daha fazla insanın elinden tutup onları da bu noktaya ulaştırma heyecanını, iştiyakını tetiklemişti. Bu sebeple O, ulaştığı bu noktadan dönüp geriye gelmişti. Çünkü O, yaşatmak için yaşıyordu.
Kim bilir Hz. İbrahim, kavminin dalâlet ve küfrünü gördüğü zaman ne kadar üzülüyordu. Nitekim yanına gelen melekler, Hz. Lût kavmini helâk etmekle görevlendirildiklerini söylediğinde, âdeta yanıp tutuşmuş ve meleklerle mücadele etmeye başlamıştı. (Hûd sûresi, 11/74) Kur’ân, meleklerle onun arasında geçen konuşma hakkında bilgi vermez. İhtimal ki o, cezanın kaldırılması, ertelenmesi veya hafifletilmesi yönünde isteklerini arz etmişti. Neden? Çünkü helâk edilecek kavmin gazab-ı ilâhîye istihkak kesp ettiklerini ve tepetaklak Cehenneme yuvarlanacaklarını biliyor ve gittikleri yanlış yoldan dönmeleri adına muhtemelen onlara bir fırsat daha verilmesini arzu ediyordu.
Hiç şüphesiz yolunu sapıtmışlar karşısında âh u vâh edip inleme ve onların hidayete ulaşmaları adına çırpınma, günümüzün hizmet erleri açısından da oldukça önemli bir vasıftır. Çünkü onların mesleklerinin esası, yaşatma sevdasıdır. Ba’su ba’de’l-mevt kahramanlarına düşen, füyûzat hislerinden fedakârlıkta bulunmak ve kendilerine rağmen yaşamaktır. Onlar, ne maddî ne de manevî bir kısım zevklere takılarak başkalarını unutmamalıdırlar. Cennet kapıları ardına kadar açılsa ve içeriye buyur edilseler dahi, oraya daha fazla insanın girmesini temin etme adına, dünyada kalmayı tercih etmelidirler.

İnabe

Âyet-i kerimede son olarak Hz. İbrahim’in münib olduğu belirtiliyor. Münib, çokça inabe eden demektir. İstiğfar, tevbenin mebdei olduğu gibi, inabe de onun zirvesidir. İnsan istiğfarla öncelikle Allah’tan arınma talep etmelidir. Arkasından tevbeyle O’na yönelmeli ve kaybettiği kulluğu yeniden yakalamaya çalışmalıdır. Farklı bir ifadeyle, deformasyona uğradıktan sonra bir kere daha formunu elde etmeye, inabeyle de form üstü forma ulaşmaya çalışmalıdır. Dolayısıyla inabe, Allah’la daha engince münasebete geçmenin ad ve ünvanıdır.
Her ne kadar ulu’l-azm peygamberlerden olan Hz. İbrahim, sahip olduğu bu hususiyetleri ile diğer peygamberler arasında ayrıcalıklı bir konuma sahip olsa da, bu kemal sıfatları hakikî insan-ı kâmil olan Efendimiz’de zirveleşmiştir. Hz. İbrahim’de çekirdek hâlinde bulunan bir kısım hasletler, Efendimiz’le birlikte ağaç olmuştur.
Bütün bu vasıflara bir yönüyle hillet mesleğinin esasları olarak bakabiliriz. Dolayısıyla bu mesleğe intisap eden insanlar, başkalarıyla münasebetlerinde halim ve evvâh oldukları gibi, Allah karşısında da münib olmalıdırlar. Gözlerini hep Allah’ın rıza ve hoşnutluğuna dikmeli ve O’nunla münasebetlerini hep kavi tutmalıdırlar. Her daim Allah’a müteveccih olmalı ve O’na “habl-i metin” (sapasağlam bir ip) ile bağlanmalıdırlar ki ufak bir sarsıntıda kopup gitmesinler.
Eğer bir insan başkalarıyla münasebetlerinde hilm ü silm ile hareket eder, mümkün mertebe kusurları görmezden gelir, affedici olur, insanlık adına sürekli âh u vâh eder, herkese bağrını açar, her zaman kuvvetini Allah’tan alır ve fıtratı itibarıyla şirkin en küçüğüne karşı bile kararlı durursa, o da tıpkı Hz. İbrahim gibi tek başına bir ümmet olabilir. Bu, kendini insanlığa hizmet etmeye vakfetmiş adanmışlar için bir hedef olmalıdır. Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’i bu vasıflarıyla takdir ve tebcil ettiğine ve aynı zamanda onu arkadan gelenler için bir numune-i imtisal olarak zikrettiğine göre, mü’minlere düşen vazife de onun bu vasıflarıyla donanmaya çalışmak olmalıdır.

Hz. Ebû Bekir'e Talim Edilen Dua

Soru: Hz. Ebû Bekir’in namazlarda okuyacağı bir dua talebi üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona, اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ فَاغْفِرْ لِي مَغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ duasını öğretmiştir. (Buharî, daavât 16) Bu duanın bize verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Hz. Ebû Bekir Efendimiz, hayatını kılı kırk yararcasına hassas yaşayan oldukça müttaki, bir o kadar da mütevazi bir insandır. Mesela bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Kim kibrinden dolayı elbisesini yerde sürürse, Allah kıyamet günü ona (rahmet nazarıyla) bakmaz.” buyurunca, kendisinin de bu kötü akıbete maruz kalabileceğinden endişelenmiş ve hemen, “Dikkat etmediğim takdirde benim elbisemin iki tarafından birisi mutlaka yerde sürünür?” demiştir. Efendimiz de, “Sen bunu büyüklenme kastıyla yapmıyorsun.” ifadesiyle onu rahatlatmıştır. (Buhari, menâkıb 33)

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne ilk iman edenlerdendir. Allah Resûlü’nden sadece iki yaş küçüktür. Dolayısıyla çocukluklarını, gençliklerini birlikte geçirmişlerdir. Fakat o, bu gibi engellere takılmamıştır. Kendisine mü’min olması teklif edildiğinde hiç tereddüt etmeden hemen iman etmiş ve bir ömür boyu da Allah Resûlü’nün yanından ayrılmamıştır. Hicret yolculuğunda ve Sevr sultanlığında İnsanlığın İftihar Tablosu’na arkadaşlık yapmıştır. Efendimiz, onun ve Hz. Ömer’in yerdeki iki veziri olduklarını ifade buyurmuştur. (Tirmizî, menâkıb 16; el-Hâkim, el-Müstedrek2/290) Dolayısıyla o, İslam’ı en iyi anlayan ve yaşayan bahtiyarlardan birisidir. Maalesef bazıları onlara tan u teşnide bulunmak suretiyle kendi talihsizliklerine imza atıyor, mühür basıyorlar.

Gerçek Kulluk Ufku

İşte bu marifet âbidesi, Allah Resûlü’ne gelerek O’ndan namazlarında okuyabileceği bir dua istiyor. Efendimiz de kendisi ile beraber maiyete talip olan böyle bir insana tevazu, mahviyet ve hacalet adına çok manidar bir dua talim buyuruyor. Eğer böyle samimi ve mütevazi bir arkadaşımız bizden dua isteyecek olsaydı, kim bilir ona ne medh u senalarda bulunurduk! Fakat Allah Resûlü, Hz. Ebû Bekir’in gönlünü hoş edecek şeylerden daha ziyade, öbür dünyada onu memnun edecek hususlara ehemmiyet veriyor. Ona ne payeler ve makamlar veriyor ne de onun nefsini okşuyor; bilakis ona gerçek kulluk ufkunu gösteriyor.

Efendimiz ilk olarak duaya şu sözleriyle başlıyor: اللَّهمَّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي ظُلْمًا كَثِيرًا “Allah’ım ben nefsime çok mu çok zulmettim.” Zulüm kelimesinin mef’ul-ü mutlakla tekid edilmesi, bu da yetmezmiş gibi كَثِيرًا kaydının da eklenmesi ile İnsanlığın İftihar Tablosu en yakın arkadaşına şöyle demesini öğütlüyor: “Ben, adı sanı belli olmayan ne zulümler ne zulümler irtikap ettim.”

Duanın devamında وَلَا يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ أَنْتَ ifadeleriyle günahları Allah’tan başka affedecek, bağışlayacak kimse olmadığı vurgulanıyor ve sonrasında da فَاغْفِرْ لِي مغْفِرَةً مِنْ عِنْدِكَ، وَارْحَمْنِي ifadelerine yer veriliyor. Bu ifadeler şu manaları tazammun eder: “Ben irtikâp etmiş olduğum dağlar cesametindeki zulümlerin, günahların nasıl bağışlanacağını bilmiyorum. Benim gibi bir günah hamalı nasıl bağışlanacak, nasıl affedilecekse nezd-i ulûhiyetinden hususi bir iltifat ile onları bağışla ve bana merhamet buyur.” Daha sonra, إِنَّكَ أَنْتَ الْغَفُورُ الرَّحِيمِ “Yarlığayan da rahmet eden de sadece Sensin!” ifadeleriyle tekrar Allah’ın rahmet ve mağfiretine müracaat ediliyor.

Namaza beşer kelamı sokmak namazı bozar. Dolayısıyla namazda okunacak dualarda da hassasiyet gereklidir. Özellikle Hanefi fakihleri bu hususta çok hassastır; namazda okunacak duaların ya âyetlerden ya da mütevatir veya meşhur hadislerden alınması gerektiğini söyler. Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ederken veya O’nun yolunda kanatlanırken kanadımıza takacağımız tüyler de yine O’ndan gelmelidir. Fakat diğer mezhepler bu konuda çerçeveyi biraz daha geniş tutar. Yukarıdaki hadis me’surat içerisinde yer aldığından ve sahih kanallarla bize ulaştığından ötürü namazlarda okunmasında inşaallah bir mahzur olmaz. Zaten Hz. Ebû Bekir de bizzat namazlarında okumak için dua talebinde bulunmuştur.

Namazın rükûsunda da, kavmesinde de, celsesinde de dua yapılabilir; fakat en faziletlisi secdede yapılandır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: أَقْرَبُ مَا يَكُونُ العَبْدُ مِنْ رَبِّهِ وَهَوَ سَاجِدٌ فَأَكْثِرُوا الدُّعَاءَ “Kulun, Rabbine en yakın olduğu yer secdedir. O halde secdede çokça dua edin.” (Müslim, salât 215) Secde, Allah’a kulluğun zirvesi olduğu için Efendimiz de Allah’a en yakın olunan yerde sesimizi, soluğumuzu dua ile Cenab-ı Hakk’a duyurmamızı tavsiye etmiştir.

Hz. Ebû Bekir’in Konumu

Hz. Ebû Bekir’in hayatına bakılacak olursa o, değil Müslüman olduktan sonra, bizzat kendi ifadesiyle Cahiliye döneminde dahi harama uçkur çözmemiş bir kamet-i bâlâdır. Hz. Ömer’in ona bakışı şu şekildedir: “Şayet Hz. Ebû Bekir’in imanıyla yeryüzündeki insanların imanı muvazene edilse, Ebû Bekir’in imanı ağır gelirdi.” (Beyhakî, Şuabu’l-iman, 1/143) İhtimal o, Müslüman olduktan sonra günahın ve zulmün rüyasını dahi görmemişti. Eğer benim şahadetimi kabul edecek olsalar ben de onun hakkında bu şahadette bulunurum. Fakat bizim şehadetimiz ne olacak ki! Gökte melekler onun şahididir.

Peygamber Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir için böyle bir dua tavsiyesinde bulunması Hz. Ebû Bekir’in oldukça mütevazi olduğunu ve çok güçlü bir hazım sistemine sahip bulunduğunu gösterir. O, Allah karşısında nerede durduğunu bilen ve konumunun farkında olan insandı. Allah Resûlü de onun bu hususiyetlerinin farkında olduğu için diyeceği şeyi rahat diyordu. Yâr-ı Gâr’ının kendisini sürekli sıfırladığını, tevazu ve mahviyeti tabiatının bir derinliği hâline getirdiğini çok iyi bildiği için, söylediği duayı da çok rahat kabulleneceğinden emindi. Yoksa -hafizanallah- bir insanın böyle bir dua karşısında rahatsız olması ve onu tepkiyle karşılaması, sukûtuna sebep olur. Hz. Ebû Bekir, bu duayı daha sonra ne kadar okuduğuyla ilgili bir bilgi vermese de ihtimal o, bunu vird-i zeban haline getirmiş ve bütün namazlarında okumuştur.

Ayrıca Allah Resûlü, onun seviyesine ve ufkuna göre bir dua talim buyurmanın yanı sıra bununla arkadan gelenlere de çok önemli mesajlar veriyordu. Farklı bir ifadeyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o zatın çok iyi bir nümune-i imtisal olduğunu bildiği için, onun şahsında ümmetine de mesaj veriyordu. Efendimiz, Hira sultanlığında Yâr-ı Gâr’ı olan ve “vezirim” dediği en yakın dostuna böyle demesini, kendine böyle bakmasını tavsiye ediyorsa, herhalde bizim bu konuda çok daha fazla hassasiyet içerisinde olmamız gerekir.

Esasında bu dua, Kur’ân’da ifade edildiği üzere Hz. Âdem ve Hz. Yunus’un dualarıyla da aynı mânâyı ifade etmektedir. Hz. Âdem, رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنفُسَنَا وَإِن لَّمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet buyurmazsan kaybedenlerden oluruz.” (Â’raf sûresi, 7/23) ifadeleriyle Allah’a yalvarırken, Hz. Yunus da şöyle der: لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ “Ya Rabbî! Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sübhânsın, bütün noksanlardan münezzeh ve yücesin! Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. (Merhamet ve affını bekliyorum Rabbim!)”(Enbiyâ sûresi, 21/87)

Bütün Hayırların Anahtarı: Tevazu ve Mahviyet

Evet, Cenâb-ı Hak, iltifatat-ı sübhâniyesi, ihsanat-ı rabbâniyesi ve ikramat-ı ilâhiyesiyle sizi yükseltebilir, değişik varidat ve mevhibelere mazhar kılabilir. Eğer sürekli kendinizi kuyunun dibinde tahayyül etmeyi ve oradan gökyüzünü seyretmeyi bırakıp, gördüğünüz güzellikleri elde etme adına ciddi bir gayret ortaya koyarsanız Allah da sizin birlerinizi bin edebilir. Siz Mevlâ’yı severseniz O da sizi sever; rızasını talep ederseniz sizden razı olur. Eyyüb gibi ağlar, sular gibi çağlarsanız O da sizi cevapsız bırakmaz ve gözyaşlarınızı sizi deryaya ulaştıracak bir vesile kılar. Zira kudsi bir hadis-i şerifte O, kulunun bir adımına iki adımla, iki adımına yürüyüşle, yürüyüşüne koşmakla, yani kulun az bir yakınlaşmasına kat kat yaklaşmayla mukabelede bulunacağını ifade buyurmuştur. (Buhârî, rikak 38; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 6/256)

Bu itibarla, Allah sizi yalnız bırakmaz ve yapacağınız her salih amelle terakki ettirerek zirvelere ulaştırır. İbadet ü taate devam ede ede bir gün gelir kendinizi gökyüzünde görmeye başlar ve her şeye mahruti bir nazarla bakarsınız. İşte insan böyle bir noktaya ulaştığında, “Galiba benim tersim dönmüş; nerede burası nerede ben!” demeyi ihmal etmemelidir. Çok büyük işlerin üstesinden gelse, çok önemli misyonlar eda etse, göz kamaştırıcı başarıların altına imza atsa bile, “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.” mülahazasından ayrılmamalı, Alvar İmamı’nın ifadesiyle;

“Herkes yahşi men yaman,

Herkes buğday men saman.” demesini bilmelidir.

Yoksa kendisini yukarılarda, yukarıların da yukarısında gören bir insanın bir gün hiç farkına varmadan tepetaklak bir gayyaya yuvarlanması kaçınılmaz olur.

Aslında bu, mü’minin ikilemlerinden biridir. Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’ı esmâ ve sıfatlarıyla tanımaya çalışacak, O idrak edilmezi idrak peşinde olacaksınız; ama diğer yandan da nereye çıkarsanız çıkın yine de temkinde kusur etmeyecek, nerede durduğunuzun, ne olduğunuzun şuurunda olacaksınız.

Biraz daha açacak olursak, Nam-ı Celil-i İlâhî’nin, Ruh-u Revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yeni oluşumlara, yeni açılımlara, yeni fütuhatlara vesile olabilirsiniz. Şahsî inkişafınız yanında, imanın, İslâm’ın ve ihsan ruhunun inkişafına da vesile olabilirsiniz. Fakat asıl büyüklük, bütün bunların neticesinde katiyen ucbe girmemek ve gurura kapılmamaktır; “Büyük işler başardık.” düşüncesini zihinden söküp atabilmektir. Zira bütün şerlerin anahtarı kibir ve gurur olduğu gibi, bütün hayırların anahtarı da tevazu, mahviyet ve hacalettir.

Bu yüzden mü’min, mazhar olduğu nimetlerin çokluğu, muvaffak olduğu inkişafların mükemmeliyeti karşısında hep bir asa gibi iki büklüm olmasını bilmelidir. Mü’mine yakışan tavır, başarı ve muvaffakiyetleri karşısında gururlanmak değil, Hz. Ebû Bekir gibi hata ve günahlarını düşünüp Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınmaktır. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ihsan, ikram ve lütuflarının artarak devam etmesi, tevazu ve mahviyet ile sürekli O’nun karşısında el pençe divan durmaya bağlıdır. Allah yükselttikçe insan kendisini daha derin bir kuyuda hissetmelidir. Yoksa insan, Cenâb-ı Hakk’ın ihsan ve mazhariyetlerini kendi âsâr-ı bergüzidesi gibi algılarsa, Allah bir gün onları elinden çeker alır. 

Burada Hz. Ali Efendimiz’in, كُنْ عِنْدَ النَّاسِ فَرْدًا مِنَ النَّاسِ “İnsanlar arasında insanlardan bir insan ol.”sözünü hatırlayabiliriz. İnsanlardan bir insan olma düşüncesine göre yaşayan bir kişi, faikiyet mülâhazalarından uzak durmuş, kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulmuş olur. Hatta hakiki bir mü’minin, mücrim ve günahkâr görünen kimselerden dahi kendini, üstün görmemesi gerekir. Zira herkesin gerçek halini ve kalbini ancak Allah bilir.

Netice-i kelam, mü’minin ayağı kaymayacak ve bakışı bulanmayacak şekilde zirveleri talep etmesinin ve oralarda emniyet içerisinde kalabilmesinin garantisi; nerelere çıkarsa çıksın, nereleri gezerse gezsin, yine de kendisini ayakları yerde sıradan bir insan gibi görmesidir.

İffet Âbidesi: Yusuf Aleyhisselâm

Soru: Günah karşısında, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni çağırdığı şeyden daha sevimlidir.” (Yusuf Sûresi, 12/33) diyen Hazreti Yusuf’un bu tavrı bize ne anlatmalıdır?

Cevap:Hz. Yusuf’un kıssasına bakılacak olursa, onun hayatının baştan sonra zorluklarla, imtihanlarla kuşatıldığı görülür. Daha çocuk denecek yaşta kuyuya atılmış, bir köle gibi pazarlarda satılmış, yurdundan yuvasından uzak kalmış, iftiraya uğramış, zindanlarda yıllarını geçirmiştir. Zira bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere belanın en şiddetlisi başta peygamberlere, sonra da seviyesine göre diğer insanlara gelir. (Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Bu yüzden hiçbir peygamber hayatını bela cenderelerinden geçmeden götürememiştir. Eğer bu mümkün olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu götürürdü. Oysaki O, Mekke’deyken tartaklanmış, dövülmüş, türlü türlü hakaretlere maruz kalmış, boykota uğramış ve toplumdan tecrit edilmiştir. Mekke kendisi için yaşanmaz hale gelince, hicran ve ıstırap içinde yurdunu yuvasını terk etmiş fakat gittiği yerde de rahat bırakılmamıştır. Orada da türlü türlü eza ve cefalara uğramıştır.

Tarihin sayfalarına göz gezdirecek olursanız peygamberlerin yanı sıra bir sürü hak dostunun da hayatlarını bin bir sıkıntı içerisinde geçirdiklerini, türlü türlü işkencelere maruz kaldıklarını görürsünüz. Ziya Paşa’nın dediği gibi, bir sürü cahil zevk ü sefa içinde yüzerken, arifler hep mihnet-i kahr u belâda gezmişlerdir. Ehli dünyanın yaşadığı rahat hayata mukabil onlar hayatlarını hep patikalarda yürüyerek geçirmişlerdir. Bir yönüyle bu, insanlığın kaderi olmuştur. Allah’ın hikmetini bilemiyoruz. Belki de sevdiği mümtaz kullarının başından aşağıya ahirette sağanak sağanak nimetler yağdırmak istiyordur.

İmtihanlar Neticesinde Gelen İkramlar

Seyyidina Hazreti Yusuf, marifetullah ve muhabbetullah adına zirveler üstü zirvelere talip olmuş, Allah da “Onun yolu buradan geçer.” diyerek onu farklı farklı imtihanlara tâbi tutmuştur. Fakat o, bunların hiçbirisi karşısında yılgınlık göstermemiştir. Kur’ân-ı Kerim’in beyanına bağlı meseleyi götürecek olursak, ne kendisini kuyuya atan kardeşlerine karşı tek kelime ettiğini görürsünüz ne de haksız yere zindanda kaldığı için halinden şikâyet ettiğini. Bilakis o, zindanda kendisine teveccüh eden bir kısım gönüller bulunca, hemen onları hakka davet etmiş ve böylece zindanı bir medrese haline getirmiştir. Kim bilir orada nasıl bir temel atmış, daha sonra nice insanların imanına yol açabilecek nasıl bir faaliyet başlatmıştı.

Bilindiği üzere Hz. Yusuf’un maruz kaldığı çetin imtihanlardan birisi de iffetiyle alakalı olmuştur. Yusuf sûresinde anlatıldığı şekliyle, kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan kervancılar tarafından çıkarılıp götürüldüğü Mısır’da köle pazarında satılığa çıkarılmış, Mısır nazırı tarafından satın alınmış, evlatlık edinilmiş, bağra basılmış ve sarayda yetişmişti. Serpilip dikkat çeken bir genç olduğunda nazırın hanımı tarafından yapılan ahlaksız teklif karşısında, مَعَاذَ اللّٰهِ اِنَّهُ رَبِّي اَحْسَنَ مَثْوَايَ اِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ “Allah’a sığınırım. O benim Rabbimdir, bana ihsanlarda bulundu, güzel bir yere yerleştirdi (veya; efendim bana güzel baktı, iyi bir mevki verdi). Şu muhakkak ki zalimler asla felah bulmaz.” (Yusuf sûresi, 12/23) diyerek bu çirkin teklifi geri çevirmiş, maruz kaldığı bu imtihanı iffetiyle geçmişti.

Âyet-i kerimede yer alan “Rabbim/Efendim” lafzı hakkında iki farklı tevcih vardır. Birinci tevcihe göre bununla kastedilen, nazırdır. Bu durumda mânâ şu şekilde olur: “Efendim beni bağrına bastı, bana yurt yuva verdi. Bu iyiliklerini görmezden gelerek nasıl ona ihanet ederim?” İkinci tevcihe göre ise “Rabbim” lafzıyla kastedilen Cenab-ı Hak’tır ki, muhatapları ne anlarsa anlasın muhtemelen Hazreti Yusuf bunu kastediyor, hakiki mülk sahibinin kendisine olan nimetlerini zikrediyordu.

Bir ikram-ı ilâhî, bir keramet-i rabbaniye olarak Allah (celle celâluhu) onu böyle bir günahtan kurtarmıştı. Allah bazı kimselere çok geniş maddi imkanlar verebilir, bazılarını sokaktan alıp önemli mevkilere getirebilir, bazılarına hayırlı evlatlar bahşedebilir. Bunlar, göz ardı edilemeyecek önemli birer ikram-ı ilâhidir. Fakat bunların hiçbirisi bir insanın iffetini, ismetini ve izzetini koruması kadar büyük değildir. Bütün bir hayatı iffetle yaşama, gözüne kulağına kir bulaştırmama, namusunu lekelememe ve tertemiz bir hatime ile Allah’ın huzuruna yürüme, Allah’ın bir insana lütfedeceği en büyük ihsan ve ikramlardan biridir.

İşte Cenab-ı Hak, Hz. Yusuf’a böyle bir ikramda bulunmuş, iffetinin haleldar olmasına meydan vermemişti. Hz. Yusuf, yüz yüze geldiği günah çağrısından bütün nezahetiyle sıyrılmasını bilmişti. Daha sonra kadınların matmah-ı nazarı olduğunda işin daha da çetrefilli hale geleceğinden endişelenmiş ve رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلاَّ تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُنْ مِنَ الْجَاهِلِينَِ “Ya Rabbi, bu kadınların beni çağırdıkları şeydense zindanı yeğlerim. Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” (Yusuf Sûresi, 12/33) sözleriyle fitneden, günahtan uzak kalabilme adına zindana girmeyi tercih etmişti. Dolayısıyla bir kere daha iradesinin hakkını vermiş, günah karşısında mukavemet göstererek, bir iffet abidesi olarak dimdik durmasını bilmişti.

Hapishane Hz. Yusuf için Allah’ın bir ikramı oldu. Zira hem orada sıyanet edildi, hem önemli bir misyon eda etti hem de yüksek bir mevkiye giden yol kendisine açıldı. En başta Cenab-ı Hakk’ın ikramını iyi değerlendirdiği için daha sonra ikramlar salih dairesine mazhar oldu. İkram, ikramı doğurdu. İkramlar öyle enginleşti ki gün geldi Mısır halkına bir meşale ve bir ışık kaynağı olup onların dünyalarını aydınlattı. Öyle ki o aydınlığın tayfları ta Seyyidina Hz. Musa dönemine kadar gelip ulaştı.

İffet-İman İlişkisi

Keşke biz de günahlar karşısında aynı duygu ve düşünceye sahip olabilsek. Günahlara dalmaktan ve Allah’a isyan etmektense zorluklarla karşı karşıya kalmayı göze alabilsek. Fakat bu, Allah’a çok iyi inanmaya bağlıdır. Taklidî bir imanla, nazarî plândaki bir inanmayla yakalanacak ufuk değildir. İnsan, içinde yetiştiği kültür ortamının etkisiyle “âmentü” esaslarını kabul edip söyleyebilir. Fakat salih amellerle desteklenmeyen ve tefekkürle derinleşmeyen bir imanın, insanı günahlardan koruması çok zordur. İmanı, vicdanlarına mâl edemeyen ve tabiatlarının bir derinliği hâline getiremeyenler, birer iffet abidesi haline gelemezler.

Eğer bir insan, Cenab-ı Hakk’ın “Mü’min” isminin gölgesi altında hayatını emniyet içerisinde sürdürmek istiyorsa, ihsan ufkunu yakalamaya çalışmalı; yani ibadetlerini ve kulluğunu Allah’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla yerine getirmelidir. Her an O’nun gözetimi altında olduğu şuuruyla hareket eden, yani imanını, ihsan şuuruyla vicdanî müktesebat haline getiren biri, günah kirlerine bulaşmadan tertemiz bir şekilde yaşama imkânına sahip olacaktır. İman, ibadet ve ihsanda zirveleri ihraz etmiş bir insan elbette kendisine bir fenalık teklif edildiğinde, “Allah’ım ya bunların hilelerini, komplolarını, fitne ve fesatlarını sav ya da beni zindanlara koy. Orası benim için daha sevimlidir.” diyecektir.

Nefse Muhalefet

Yukarıdaki âyette görüldüğü üzere Hz. Yusuf, abide bir şahsiyet olmasına rağmen ihtiyatı elden bırakmıyor ve “Yâ Rabbi! Eğer onların tuzaklarını benden uzak tutmazsan onlara meyledip bir cahillik yapmaktan korkarım.” diyor. Yine sûrenin devamında, وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلاَّ مَا رَحِمَ رَبِّي إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ “Doğrusu ben nefsimin masum olduğunu iddia etmiyorum. Çünkü Rabbimin merhamet edip korudukları hariç nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Şüphesiz Rabbim gafurdur, rahimdir.” (Yusuf Sûresi, 12/53) sözleriyle nefs-i emmareye güvenilemeyeceğini vurguluyor. Peygamber Efendimiz de (sallalâhu aleyhi ve sellem) dualarında, يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلَا تَكِلْنِي إِلٰى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ “Ya Hayy u ya Kayyum! Senin sonsuz rahmetine itimat edip inayetine sığınıyorum; bütün ahvalimi ıslah eyle ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma.” (Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/147; Bezzâr, el-Müsned 13/49) buyurmuştur. Çünkü nefsiyle baş başa kalan bir insan, çocukluk yapabilir, kayıp düşebilir, şeytanın kündesine gelebilir. Allah bu türlü düşmelerden bizi muhafaza buyursun.

Bu itibarladır ki Allah’a sağlam bir kullukta bulunmanın yolu, nefsin heva ve heveslerine muhalefet etmekten geçer. Nefsin oyunlarından salim kalabilmek ve onun kurduğu tuzaklara düşmemek için de murad-ı ilâhîye muvafakat yollarının aranması, samimiyet ve ihlâsa çok önem verilmesi gerekir. Eğer bütün işlerinizi Allah’ın emir ve yasaklarına muvafakat içinde götürmeye çalışırsanız, nefsin tuzaklarına, ağlarına düşmezsiniz. İmam Buseyrî de Kaside-i Bürde’sinde şöyle der:

وَخَالِفِ النَّفْسَ وَالشَّيْطَانَ وَاعْصِهِمَا  وَاِنْ هُمَا مَحَضَاكَ النُّصْحَ فَاتَّهِمِ

“Sürekli şeytan ve nefse muhalefet et ve onlara karşı gel. Tamamen senin iyiliğine çalışıyor görünseler bile zinhar onlara güvenme!”

Bir başka beyitte ise şöyle der:

وَالنَّفْسُ كَالطِّفْلِ إِنْ تُهْمِلْهُ شَبَّ عَلَى   حُبِّ الرَّضَـــــاعِ وَإِنْ تَفْـطِمْهُ يَنْفَطِــمِ

“Nefis, çocuk gibidir; eğer sütten kesmezsen, büyür delikanlı olur da hâlâ süt emmek ister. Ama vaktinde sütten kesersen, kesilir.”

Evet, çocuk bir kere sütten kesilir ve bu konuda kararlı olunursa artık bir daha onu talep etmez. Fakat zamanında sütten kesilemeyen bir çocuğa daha sonra laf anlatmak hiç de kolay olmaz. Bu açıdan mü’min, nefsin arzu ve hevesleri karşısında daha baştan kararlı olmalı ve bu konuda hiçbir taviz vermemelidir. Öyle ki o, bütün hayatını, şeytana ve nefse muhalefet esasına göre tanzim etmelidir. Özellikle günümüz dünyasında günah çok yaygın hale geldiği için ondan uzak durmak hiç de kolay değildir. Bu açıdan sürekli teyakkuz hâlinde bulunmaya ve emin olunmayan zeminlerden uzak durmaya ihtiyaç vardır.

Nefse Karşı Surlar Oluşturma

İnsan nefsin güdümünde olmamak ve onun etki alanına girmemek için sürekli günahlarla arasında bariyer ve surlar oluşturmalıdır. Bunun dinî terminolojideki adı sedd-i zerâî’dir. Usûl uleması, وَلاَ تَقْرَبُواْ مَالَ الْيَتِيمِ إِلاَّ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ “Yetim malına en güzel tarzdan başka bir şekilde yaklaşmayın, el uzatmayın.”, (İsrâ Sûresi, 17/34); وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنٰىZinaya yaklaşmayın.” (İsrâ Sûresi, 17/32) gibi âyetlerden yola çıkarak böyle bir disiplin ortaya koymuşlardır. İnsan; el, ayak, göz, kulak ve dil gibi organların işlemesi muhtemel olan günahlara giden yolu en başta kapamalı, günahın sebep ve vesilelerine karşı sürekli teyakkuzda bulunmalı ve “ne olur ne olmaz” diyerek sürçme, düşme ihtimali olan yerlerde dolaşmamalıdır ki daha sonra nefsinin kendisini dize getirmesine kapı aralamasın. Buzda yürüyen bir insanın düşmesi, çamurda gezinen bir insanın batması veya yüzme bilmeden derinliklere dalan kişinin boğulması mukadder olduğu gibi, günaha yakın duran bir kişinin de onun içine düşmesi muhtemeldir. Zira günah yoluna girdikten sonra nefsin arzularına karşı koyarak geriye dönebilmek çok daha zordur.

Peygamber Efendimiz bir hadislerinde tek başına yolculuk yapan veya iki kişi halinde yola çıkan kimseleri şeytana benzetmiş; üç kişinin ise cemaat olacağını ifade buyurmuştur. (Bkz.: Ebû Dâvûd, cihad 79; Tirmizî, cihad 4) Bununla bizlere, günahlara ve fenalıklara karşı sur ve siper oluşturulması, daha baştan uyanık olunması gerektiğini öğretmektedir. Zira tek kişinin günah işleme ihtimali yüksektir. Tek kişiye göre daha düşük bir ihtimal olsa da iki kişinin de bir fenalık üzerinde anlaşması mümkündür. Üç kişinin bunu yapması ise ihtimal hesaplarına göre oldukça düşüktür. Zira onlardan her biri diğerini kontrol eder; onun gözünün, dilinin, el ve ayaklarının bekçisi olur. Birisi sürçecek veya düşecek olsa hemen diğerleri tarafından tutulur.

Bu sebepledir ki heva ve heveslerinin arkasından sürüklenmek istemeyen bir insan kendisini yalnızlığa terk etmemelidir. Kendini yalnızlığa terk eden, bir yönüyle kendini terk etmiş, kendini önemsememiş sayılır. Eğer kendimizi önemli görüyorsak, yola çıkarken yanımızda bir kısım muhafızlar bulundurmalıyız. Ta ki sahip olduğumuz değerleri şeytana çaldırmayalım, nefse kaptırmayalım, heva ve heveslere feda etmeyelim.

Evet, cemaat yani duygu düşünce birliği olan bir topluluk içinde bulunmak çok önemli bir seradır. Allah bir cemaat içinde bulunan fertleri daha çok korur, sıyanet buyurur. Allah’ın heyete teveccühü çok farklıdır. Bir heyet içerisinde yerini alan bir kimse ya sürçmez ya da çok az sürçer. Zira heyet içerisindeki fertler kubbedeki taşlar gibidir. Nasıl ki onlar baş başa verip düşmeden, dökülmeden bir arada durabiliyor; aynen öyle de insanlar da baş başa vermek suretiyle bir birlik oluştururlarsa sürçme ve düşmelerden korunmuş olurlar. Hele bir de sohbet-i cananla meclislerini derinleştirir, sürekli birbirlerine hayırhahlık yapar ve irtibatlarını güçlü tutarlarsa, Allah da onları sıyanet ve himayesi altına alır ve kaymalardan korur. Onun için mutlaka bir heyet içerisinde yer almak lazım.

Meşru Daire Keyfe Kâfidir

İffetli bir hayat yaşayabilme adına dikkat edilmesi gereken hususlardan bir diğeri de fıtrata ters bir yola girilmemesi; meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı kapıların kapatılmamasıdır. Şeytanın bizim zayıf yanlarımızdan istifade etmesine karşı kapıları kapama ve arkasına da sürgüler sürme adına bu oldukça önemlidir. Meşru dairedeki lezzetlerden istifade etmeyen, yani ihtiyacı ölçüsünde yiyip içmeyen, vakti geldiğinde evlenmeyen veya daha başka nimetlerden faydalanmayan bir insanın, şeytan ve nefsin oyunlarına karşı mukavemet etmesi çok zorlaşabilir. Meşru dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa etmek suretiyle bazı olumsuzluklardan kendimizi sıyanet etme imkânı varken, herhangi bir mücbir sebep olmaksızın kendimizi bir kısım mahrumiyetlere mahkûm etmek doğru değildir.

Bazı kimselerin bu tür konulardaki bazı özel durumlarının bizim için örnek olamayacağını burada hatırlatmak gerekir. Bizim için her yönüyle örnek alabileceğimiz tek insan vardır; o da İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Efendimiz, dünyaya, yeme-içmeye, evliliğe, yuvaya, mala mülke nasıl bakmışsa bize düşen de bu bakış açısına sahip olmaya çalışmaktır. Bize düşen, öncelikle Efendimiz’in, arkasından sahabenin, sonrasında da selef-i salihînin, ulemanın, fukahanın yoluna uymaktır. Yol onlarındır, yöntem onların. Biz, bu yol ve yöntemi takip etmek suretiyle nefsin arzularına gem vurmalı, nefsimizi meşru daire içindeki zevk ve lezzetlerle frenlemeli ve harama giden bütün yolları tıkamalıyız.

İfk Hâdisesinin Verdiği Bazı Mesajlar

Soru: İfk hâdisesiyle ilgili olarak Nûr sûresinde yer alan, “Nasıl oldu da onu işitir işitmez, ‘Böylesi iftiraları ağzımıza alamayız, böyle şeyler bize yakışmaz. Hâşa! Bu pek büyük, pek çirkin bir bühtandır.’ demediniz!” (Nûr sûresi, 24/16) âyetinde mü’minlere ne tür mesajlar verilmektedir?

Cevap: Bu âyet-i kerime her ne kadar özel bir hâdise münasebetiyle nazil olmuş olsa da ifade ettiği hüküm bütün mü’minleri ilgilendirmektedir. Zira tefsir usulünde önemli bir kaide olduğu üzere sebebin hususiliği hükmün umumiliğine mâni değildir. Daha açık bir ifadeyle ifk hâdisesi münasebetiyle inen bu âyet-i kerime, bir taraftan sahabe efendilerimize Âişe Validemize atılan çirkin iftira karşısında nasıl davranmaları gerektiğini ifade ederken, daha sonra gelecek mü’minlere de bu tür iftiralarla karşı karşıya kaldıklarında nasıl düşünmeleri, ne demeleri ve nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini talim etmiştir.

Bilindiği üzere münafıklar, bir sefer dönüşünde Hz. Âişe Validemiz hakkında ağır bir iftira ortaya atmış ve sistematik bir şekilde bu iftirayı Müslümanlar arasında yaymışlardı. Öyle ki bazı samimi Müslümanlar bile kitle psikolojisiyle bu akıma kapılmaktan kurtulamamış ve onlar da sağda solda münafıkların söylediklerini söylemişlerdi. Bu hâdise hem İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem de Hz. Ebu Bekir ailesini çok derinden sarsmıştı. İffetine, ismetine, itibarına çok düşkün olan paklardan pak Hz. Aişe Validemiz, atılan iftiranın ağırlığı karşısında yatağa düşmüş ve ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamıştı. Mübarek Validemize atılan bu iftira, ahirette altından kalkılması mümkün olmayan çok büyük bir günahtı.

Neticede Hz. Aişe, bizzat Kur’ân tarafından iki sayfaya yaklaşan âyet-i kerimelerle tezkiye edilmişti. Bu konuda nazil olan âyetler onun kâmet-i kıymetini bir kat daha yükseltmiş, her yönüyle Efendimiz’e ehil ve layık olduğunu ortaya koymuştu. Nûr sûresinde yer alan bu âyetler âdeta onun nuraniyetini aksettirmişti. Kıyamete kadar gelecek bütün mü’minler, okudukları Kur’ân âyetleriyle onun temizliğini ve yüceliğini bir kere daha haykıracaklardı. Eğer bir insan, Kur’ân’ın onu temize çıkarmasından sonra hâlâ onun hakkında bir kısım olumsuz düşünce ve beyanlara girecek olsa, ulemanın da ifade ettiği üzere dinden çıkar. Zira o, bu tür düşünce ve sözleriyle Kur’ân’ın kat’î nassına muhalefet etmiş olur.

Günahların Setredilmesi

Maalesef günümüzde gıybet etme, insanları çekiştirme ve iftirada bulunma çok ucuz bir meta hâline geldiğinden, insanlar başkaları aleyhinde çok rahatlıkla konuşabiliyorlar. Hâlbuki يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَEy iman edenler, herhangi bir fasık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın. Yoksa gerçeği bilmeyerek, birtakım kimselere karşı fenalık edip sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurât Sûresi, 49/6) âyet-i kerimesi bu konuda mü’minleri dikkatli olmaya çağırmaktadır. Onlara düşen, başkaları aleyhinde duydukları bir haberin arkasını araştırmak, bir delile dayanıp dayanmadığına bakmaktır.

Kaldı ki araştırdıktan sonra söz konusu haberin iftira değil gerçek olduğu ortaya çıksa bile, sağda solda ondan bahsetmek doğru değildir. Zira görülen, bilinen bir kısım kötülüklerin başkalarına ihbar edilmesi ne bir mecburiyettir ne de bir ibadet. Elbette toplum çapında bir hastalık hâline gelmiş bir kısım yanlış ve günahların önünü alma ve toplum sıhhatini koruma adına alınması gerekli olan bir kısım tedbirler vardır. Fakat ferdî kusurların ifşa edilmesi, olumsuz şeyler irtikâp eden kişilerin rezil edilmesi veya ortaya atılan iftiraların değerlendirilmesi mü’mine yakışan bir davranış değildir.

Söz buraya gelmişken, daha önce de farklı vesilelerle üzerinde durduğumuz İmam Hâdimî’nin bir mülâhazasını burada nakletmek istiyorum. O, “Günah işleyen bir mü’mini gördüğün zaman, emin olmak için bir daha bak. Olmadı, gözlerini sil yeniden bir daha bak. Belki yanılmışımdır de, bir daha bak. On defa baktıktan ve gördüğünden emin olduktan sonra da, ‘Ya Rabbi! Onu bu çirkin hâlden kurtar, beni de böyle bir günaha düşürme!’ de ve oradan ayrıl.” mealinde sözler söylemiştir. Hâdimî Hazretleri büyük bir zattır. Benim de ona karşı derin saygım vardır. Ne var ki onun bu sözünü ilk defa duyduğumda kendi kendime şöyle demiştim: “Böyle bir hâdiseyi gören kişiye niye sırtını dönüp hemen oradan çekip gitmesini söylemiyorsun.” Çünkü biz, başkalarının ne savcısı ne de tahkikat memuruyuz.

Aynen bunun gibi mü’mine yakışan tavır, başkaları hakkında kendisine böyle bir haber geldiğinde hemen, “Bu apaçık bir iftiradır.” demesidir. Çünkü insanların birbirlerinin aleyhinde konuşmaları, birbirlerini gammazlamaları ve en küçük hâdiseleri abartarak başkalarına anlatmaları fitne kapılarını aralayacak ve toplumun değişik kesimlerini karşı karşıya getirecektir. Bu sebepledir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), insanlar arasında laf getirip götüren koğucuların Cennet’e giremeyeceğini ifade buyurmuştur. (Buharî, edeb 50; Müslim, îmân 168) Buradan anlıyoruz ki bu büyük bir günahtır.

İftiralara Hayat Hakkı Tanımama

Meseleyi sadece şahsî günahlar açısından düşünmek onun manasını daraltmak demektir. Esasında bu âyet-i kerime, toplumun belirli bir kesimi hakkında ortaya atılan asılsız iddia ve iftiralar karşısında da nasıl bir tavır alınması gerektiğine işaret etmektedir. Âyet-i kerimenin emri gereğince mü’minlere düşen vazife bu tür iftiralar karşısında, مَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَتَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ “Böylesi iftiraları konuşmak bize yakışmaz. Hâşâ, bu pek büyük, pek çirkin bir iftiradır.” diyebilmektir.

Eğer bu konuda kararlı olunmaz ve daha ilk anda iftiraların önüne geçilmezse toplumda bir kısım kırılmalar, çatlamalar baş gösterecek ve sonrasında bunların önünü almak mümkün olmayacaktır. Çünkü iftira ortaya çıkar çıkmaz bastırılmadığı takdirde, her geçen gün daha da büyüyecek, zamanla kalbler kırılacak, insanlar arasındaki güven hissi sarsılacak ve toplumun birlik ve beraberliği dağılacaktır. İnsanların birbirine güvenmediği, vifak ve ittifakın kalmadığı bir toplumda tevfik-i ilâhî de olmayacaktır.

Hem Asr-ı Saadet’te vuku bulan ifk hâdisesi hem de daha sonraki dönemlerde yaşanacak bu tür iftira olayları karşısında nasıl bir tavır alınması gerektiğini beyan eden diğer bir âyet-i kerime şu şekildedir: لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُبِينٌ “Siz ey müminler, bu dedikoduyu daha işitir işitmez, mümin erkekler ve mümin kadınlar olarak birbiriniz hakkında iyi zan besleyip: ‘Hâşa, bu besbelli bir iftiradan başka bir şey değildir!’ demeniz gerekmez miydi?” (Nûr Sûresi, 24/12)

Demek ki bu tür hâdiseler hakkında, “Bu apaçık bir iftiradır.” diyebilmek hüsn-ü zannın bir gereğidir. Efendimiz’in ifadesiyle hüsn-ü zan ise en güzel ibadetlerden birisidir. (Ebû Dâvud, edeb 88) Dolayısıyla mü’minler hakkındaki hüsn-ü zanlarının bir gereği olarak bu tür iftiraları ağzına almayan ve onlar karşısında açıkça tavrını ortaya koyan kimseler iradelerinin hakkını vermiş ve bunun sevabını kazanmış olurlar. Belki mü’minler hakkında hayır düşünme, bu konuda azim gösterme, onlar aleyhindeki söylentiler karşısında dilini tutma gibi fiiller basit görünebilir. Fakat gerçekte bunlar Müslümanlık adına çok önemli birer ameldir.

Öte yandan şayet mü’minler bu tür bühtanlar karşısında dillerini tutmanın yanında açıkça tavırlarını da ortaya koyabilirlerse münafıklar güruhunun fitne ve fesatlarının önü alınmış olur. Hakperest insanların bu kararlılığı karşısında, ortaya attıkları asılsız haberler ve iftiralarla mü’minlerin itibar ve haysiyetleriyle oynayan nifak şebekesi sesini kesmek zorunda kalır.

Esasında âyet-i kerimenin, إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ “O iftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir güruhtur.” (Nûr Sûresi, 24/11) şeklindeki ifadelerinden de anlaşılacağı üzere çoğu zaman bu tür iftiraları ortaya atanlar üç beş kişidir. Bazen mü’min görünümündeki bazı münafıklar, belirli kesimleri karalama ve itibarsızlaştırma adına sistematik bir şekilde yalan ve iftiralar ortaya atabilirler. Medya organlarını da etkili bir şekilde kullanarak bu iftiralarını toplum içinde yaymaya çalışabilirler. İşte bu tür durumlarda şayet samimi mü’minler iftiraya maruz kalan kardeşlerine arka çıkmaz ve onları müdafaa etmezlerse kısa süre içerisinde bu asılsız haberler bütün bir toplumu etkisi altına alabilir. Bu itibarla en başta bu tür çatlak seslerin bastırılması ve iftiraya maruz kalan insanlara sahip çıkılması çok önemlidir. Bunun yolu da mü’minlerin her türlü vesileyi değerlendirerek doğruluk istikametinde seslerini yükseltmeleri ve usulünce kendilerini ifade etmeleridir.

Meseleyi sadece Müslümanlarla da sınırlı tutmamak gerekir. Kendisine haksızlık yapılan, iftiraya maruz kalan her kim olursa olsun, dinine ve milletine bakmadan ona yardım edilmelidir. Diyelim ki Hristiyanlık veya Yahudilik dinine mensup bazı kimseler hakkında bir kısım dedikodular ortaya atıldı. Bir Müslümanın bunları kendi hesabına değerlendirmeye kalkması veya onları bir kazanım unsuru gibi görmesi mensup olduğu dinin değerleriyle asla bağdaşmaz. Ona düşen, elinin tersiyle bunları bir kenara itmektir. Zira bütün insanların haysiyet, şeref ve onurlarını rencide edecek hususlar karşısında dikkatli ve temkinli hareket onun üzerine bir vecibedir. Bir mü’minin genel ahlâkı bu olmalıdır.

İman ve Ümidin Kazandırdıkları

Soru: Son yıllarda yaşanan bir kısım amansız ve insafsız hâdiseler, inanan gönüllerin geleceği karanlık görmelerine ve ümitsizliğe düşmelerine sebep olabiliyor. Gelecekle ilgili düşünceleriniz ve beklentileriniz nelerdir?

Cevap:Geleceği mutlak anlamda sadece Allah bildiği için bu konuda dile getirilen her türlü tahmin sadece şahsî hislerin ve sübjektif kanaatlerin dile getirilmesinden ibaret görülmelidir. Yoksa bir mü’minin iddiayla ve kehanetle işi olamaz. Dolayısıyla biz, tarihteki ve günümüzdeki bir kısım hâdiselerden yola çıkarak gelecekle ilgili yorum ve analizler yapsak da bunlar hiçbir zaman kesin ve objektif bilgiler olmayacaktır. Öncelikle bu hususun hatırda tutulmasında fayda vardır.

Bu kısa hatırlatmayı yaptıktan sonra ifade etmeliyim ki, ben ne Türkiye’nin ne de Hizmet hareketinin akıbetini hiçbir zaman karanlık görmedim. Çevremde sadece üç-beş insanın bulunduğu dönemlerde bile bu ümidimi hep canlı tuttum. Zaman zaman karışıklıklar olabilir, bir kısım hercümerçler yaşanabilir. Samimi mü’minler bir kısım despotların zalimce muamelelerine maruz kalabilir. Zulmün paletleri altında ezilebilir. Fakat eğer -Akif’in ifadesiyle- Allah’a inanmış, sa’ye sarılmış ve hikmete râm olmuşsanız hiç endişe yaşamamalı ve ümitsizliğe düşmemelisiniz. Zira siz endişe etmeye, korkmaya ve ümidinizi kaybetmeye başladığınız anda, beraber yürüdüğünüz insanlarda paniğe sebebiyet verir, onları fikir dağınıklığına düşürür ve tereddüde sevk edersiniz. Sonrasında da kaymalar ve dökülmeler başlar.

Niyet ve Maksadın Doğruluğu

Bir mü’min için asıl önemli olan husus, girdiği yolun ve yöneldiği hedefin doğruluğudur. Eğer siz, Zât-ı Ulûhiyet’i bütün dünyaya doğru bir şekilde duyurmaya çalışıyor, eğitim ve hoşgörü vasıtasıyla bütün dünyada sulh ve selametin hâkim olması için gayret ediyor ve yaptığınız bütün hizmetleri de sadece Allah rızasına bağlıyorsanız doğru yoldasınız demektir. Bu, insanı Cennet’e götürecek, rıza ve rıdvana ulaştıracak bir yoldur. Gerisi sizi çok alâkadar etmemelidir. Çünkü siz daha baştan bu niyetiniz, maksadınız ve gayretinizle kazanmışsınız demektir. Bunun ötesinde sizin bu gaye-i hayalinizin gerçekleşmesi, yapılan hizmetlerin meyve vermesi Cenâb-ı Hakk’ın bileceği bir iştir.

Bazen Allah Teâlâ i’lâ-i kelimetullah yolundaki gayretlere büyük kazançlar ihsan eder. Bazen de bilemediğimiz bir kısım hikmetlere binaen yapılan hizmetlerin karşılığını arzu ettiğimiz şekilde göremeyebiliriz. Birinci durumda mü’minlerin elde ettikleri başarıları sahiplenmeleri ve kendilerinden bilmeleri ne derece yanlışsa, ikinci durumda da onların karamsarlık ve ümitsizliğe düşmeleri o kadar yanlıştır. Çünkü bize düşen vazife, gaye-i hayalimizi gerçekleştirme adına sebeplere riayet etmektir. Sonuçları yaratmak ise Allah’a aittir.

Öte yandan ümitsizlik, Hz. Pir’in de ifade ettiği üzere, yüce gayelere ulaşmanın önünde büyük bir engeldir. Mehmet Akif de ye’sin nasıl bir bela olduğunu şu ifadeleriyle anlatmıştır:

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun,
Ümide sarıl sımsıkı, bak ne olursun.
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar,
Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar.

Bu yüzden geleceği karanlık görmek, geleceği gerçekten karanlık hâle getirebilir ve kemalâta giden yolları yürünmez kılabilir.

Evet, pek çok âyet ve hadisin de müjdesiyle biz inanıyoruz ki gelecek aydınlıktır. Yaşanan bela ve musibetler ise bu aydınlık geleceğe ulaştıran yoldaki gelip geçici bir kısım fırtınalardır. Bu itibarla yeryüzünü Ye’cüc ve Me’cüs sarsa, bunlar her şeyi tarumar etse, yıkmadık ve devirmedik hiçbir şey bırakmasalar bile, Allah’ın izni ve inayetiyle, biz yine de sonunda bir tamir ve ıslahın vuku bulacağına inanırız/inanmalıyız. Bizim ayakta durabilmemiz, yolumuzda yürümeye devam edebilmemiz ve böylece Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz adına böyle bir iman ve ümit çok önemli birer güç kaynağıdır.

Ebu Süfyan, Mekke fethedildiğinde bir sahabenin o günkü hâline bakıyor, bir de işin bidayetini düşünüyor; Peygamber davasının bir kadın, bir çocuk ve bir köleyle başladığını ve sonrasında o günkü ihtişamına ulaştığını söyleyerek hayretini ortaya koyuyor. Hakikaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve etrafındaki fakir ve zayıf durumdaki çok az sayıda sahabe çok kısa bir süre içerisinde büyük başarılar elde etmişlerdi. Hiç şüphesiz bu başarının arkasındaki -sebepler açısından- en önemli dinamikler de iman, ümit, azim ve kararlılıktı. Onlar yürüdükleri yola çok sağlam inanmış, karşılaştıkları bir kısım bela ve musibetler karşısında ümitlerini hiç kaybetmemiş, hiç duraksamadan doğru yollarında yürümeye devam etmiş, inandıkları davayı başkalarına anlatabilme adına her fırsatı değerlendirmiş ve sürekli mefkûrelerine bağlı yaşamışlardı. Neticede Cenâb-ı Hak da onları inkisara uğratmamıştı.

Peygamber yolunun yolcuları her zaman bir kısım bela ve musibetlere maruz kalabilirler. Kendilerinden ve kendi çıkarlarından başka hiç kimseyi gözü görmeyen bir kısım tiranların baskı ve zulümleri altında ezilebilirler. Fakat başkalarının mekanize birlikleri, uçakları, topları, gülleleri, onların dayandıkları güç kaynağı karşısında çok cılız şeylerdir. Dışarıdan gelen bu tür saldırı ve tecavüzlerin bir davaya gönül vermiş insanları yollarından alıkoyması ve onların başlatmış oldukları hizmetleri bitirmesi çok zordur. Yeter ki içteki ahenk korunabilsin, birlik ve beraberlik şuuru canlı tutulabilsin. Yeter ki içte bir çözülme ve bozgun vetiresine girilmesin. Dolayısıyla eğer bu konuda endişe edilecekse kendimizden etmeliyiz.

Konuyla ilgili Hazreti Bediüzzaman’ın şu mealde sözler söylediği nakledilir: “Bana deseler ki Rusya mekanize birlikleriyle sizin üzerinize geliyor. Ben bacak bacak üstüne atar, Zübeyir bana bir kahve yap, derim. Fakat bana deseler ki içte arkadaşlar arasında bir kırılma ve çatlama var. İşte o zaman bana odama kapanıp ağlamak düşer.”

Bu açıdan biz eğer bir şeyden endişe duyacaksak kendi kıvamımızı kaybetmekten endişe duymalıyız. Sürekli, “Konumumuzun hakkını verme adına acaba gereken performansı ortaya koyabiliyor muyuz? Acaba yapılması gereken hizmetler adına layıkıyla bir fedakârlık ve adanmışlık ruhu taşıyor muyuz?” demeli ve kendimizi muhasebeye tâbi tutmalıyız. Eğer bu konularda bir eksiğimiz varsa onun telafisine çalışmalıyız. Bizi öncelikle ilgilendirmesi gereken asıl mesele budur. Bunun dışındaki can yakıcı hâdiseler gelip geçicidir. Bunları çok fazla önemsemeye gerek yoktur. Fakat -Allah muhafaza- kurt gövdenin içine giriyor, damarlarımızı kesiyor ve oradan kanımızı emiyorsa işte o zaman bize oturup ağlamak düşer.

Ne var ki biz bazen asıl odaklanmamız gerekli alanı unutup çok fazla aktüaliteye dalıyor, günlük meselelerle çok fazla meşgul oluyoruz. Bunlar da bizde dağınıklık hâsıl ediyor. Hâlbuki Hz. Pir, “İki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa ancak nura (yapılacak hizmetlere) kâfi gelir.”(Bediüzzaman, Lem’alar, s. 131) demiştir. Bu açıdan inanmış gönüllere düşen vazife, bütün himmetlerini, yapmaları gerekli olan hizmetlere teksif etmektir. Onlar burada kusur etmemeli ve ihmale sebebiyet vermemelidirler. Çünkü nasıl ki biz, bizden öncekilerin eksik, kusur ve ihmalleri neticesinde meydana gelen boşlukları doldurmada çok zorlanıyorsak, bizden sonraki nesiller de bizim bıraktığımız boşlukları doldurmada çok zorlanacaklardır. Bu sebeple de arkamızdan, “Allah atalarımızın müstehakkını versin!” diyeceklerdir.

Sonraki nesiller arasında yâd-ı cemil olmanın ve rahmetle anılmanın yolu, günümüzde üzerimize düşen vazifeleri arızasız kusursuz yerine getirebilmektir. Eğer biz bu konuda üzerimize düşeni yaparsak onlar da, “İki ayakları bir kap içinde olduğu hâlde hiç durmadan canhıraşane mücadele etmişler. Allah onlardan razı olsun!” diyeceklerdir.

Şuna kat’iyen inanmalıyız ki eğer biz sağlam bir iman ve ümit ile yolumuza devam eder ve üzerimize terettüp eden vazifeleri bihakkın yerine getirirsek Allah da kendisine inananları yalnız bırakmayacaktır. Zira O, Yüce Beyanında şöyle buyurmuştur: وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ “Gevşeklik göstermeyin, tasalanmayın; eğer iman ediyorsanız üstünsünüz.” (Âl-i Imrân Sûresi, 3/139) Âyet-i kerimenin de ifade ettiği üzere Allah’a iman edenler daha başta üstünler demektir. Potansiyel olarak böyle bir üstünlüğe sahip olan insanlar, eğer azim ve kararlılıklarını devam ettirirlerse pratikte de bu üstünlüğü elde edebilirler.

Aynı şekilde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sevr sultanlığına sığındıklarında Hz. Ebû Bekir’e, لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe Sûresi, 9/40) demiştir. Bu sebeple Allah bizimle beraber olduktan sonra gam u tasaya gerek yoktur. Önemli olan duyguda, düşüncede, iz’anda, kabulde hep maiyyet-i ilâhiye çerçevesi içinde bulunabilmektir. Eğer bu gerçekleştirilebilirse Allah (celle celâluhu) da bu teveccühe teveccühle karşılık verecek, böyle bir maiyy.et mülâhazası karşısında sizi yalnız bırakmayacak ve maiyyet teveccühüyle mukabele edecektir.

Allah Hakkında Hüsn-ü Zandan Ayrılmama

Öte yandan herkesin maruz kalınan bela ve musibetleri öncelikle kendi şahsı, sonrasında da mesul olduğu alan çerçevesinde ele alıp değerlendirmesi gerekir. Yani şunu diyebilmelidir: “Şu anda hırpalandık, ırgalandık ve sarsıldıksa bu, bizim yüzümüzdendir. İhtimal ki Allah’la münasebetlerimiz açısından hata ve kusur yaptık.” Allah hakkındaki hüsn-ü zannımızı koruyabilmemiz adına meselelere böyle bakmamız çok önemlidir. Zira biz biliyoruz ki O (celle celâluhu), kullarına zerre miktarı zulmetmez.

Ayrıca hâdiseleri değerlendirirken doğru bakış açısını yakalama ve meseleleri arka planlarıyla birlikte ele alma da çok önemlidir. Bazen hakkımızda şer gibi görünen olaylar, bizim için pek çok hayırlar vaat ediyor olabilir. Mesela Cenâb-ı Hak bunları bizim için birer keffaretü’z-zünûb yapar ve böylece bizi günah kirlerinden arındırır; bizi ırgalamak suretiyle gözümüzü açar ve doğruları daha iyi görmemizi sağlar; bizi gerçek tevhide ulaştırır; kendisine karşı teveccühümüzü tamamlamaya sevk eder.

Allah, yolunu şaşırmış veya gaflete düşmüş olanları uyandırmak ve kendilerine getirmek için bazen onlara iğnenin ucuyla dokunur, o yetmiyorsa çuvaldızın ucuyla dokunur, o da az geliyorsa bir mızrağın ucuyla dokunur. Bazen çok daha ağır şeylere de müptela kılar. Bunların her biri birer şefkat tokadıdır. Biz bu tür hâdiseleri sadece zahiri yönleri itibarıyla değerlendirecek olursak onların aleyhimizde olduklarını zannedebiliriz. Hâlbuki Allah, bunlarla gözümüzü açar ve bizi uhrevî felâketten muhafaza buyurur.

Biraz daha açacak olursak, Cenâb-ı Hak, kendini salan, adanmış olduğunu unutarak dünyaya talip olan ve kendi hesaplarının arkasına düşen mü’minleri, zahirî yüzleri itibarıyla acı olan bir kısım bela ve musibetlerle sarsar. Böylece onları yeniden asıl vazifelerine sevk eder. Yani bunların her biri, kalbî hayatla ilgili bir yerde dağınıklığa düşmüş insanlara yapılan tembihlerdir. Bir mü’min gerek zelzele, fırtına, sel, kuraklık gibi tabiî âfetleri, gerekse düşmanlık duygularına kilitlenmiş bir kısım insanların yapmış olduğu zulüm ve gadirleri birer tembih (uyarı) olarak anlamalı ve gereken dersi almaya çalışmalıdır.

Aslında Allah’ın mü’minlerin hata ve kusurlarını ahirete bırakmayıp bu tür musibetlerle onları daha dünyada iken arındırması onlar için büyük bir nimettir. Bu açıdan mü’minlere düşen, kendilerine yapılan bu tür ikaz ve tembihleri birer iltifat ve ganimet gibi görmek, kendilerini ıslaha çalışmak, tavır ve davranışlarını düzeltmektir. Şöyle düşünmelidirler: “Biz bir çamurda dolaşıyorduk. Bizi irşat ve terbiye eden Zât, kulağımızdan tuttu, bizi çamurdan dışarıya çıkardı ve bir daha orada dolaşmamamızı tembihledi.”

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), عَجَبًا لِأَمْرِ الْمُؤْمِنِ، إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ خَيْرٌ، وَلَيْسَ ذَاكَ لِأَحَدٍ إِلَّا لِلْمُؤْمِنِ، إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خَيْرًا لَهُ “Mü’minin durumu şayan-ı takdir ve şaşırtıcıdır! Zira her hali onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mü’mine hastır, başkasına değil: Memnun olacağı bir şeye mazhar olsa şükreder ve bu onun için hayır olur. Onu dağidar edecek bir duruma maruz kalırsa da sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, zühd 64) şeklindeki sözleriyle, bela ve musibetlerin bile mü’min hakkında nasıl bir hayra dönüşeceğini ifade buyurmuştur.

Dolayısıyla mü’min, ister bir kısım muvaffakiyetler elde etsin, isterse bir takım sıkıntılara maruz kalsın; her hâlükârda kazançlı çıkma yolları ona açıktır, onun için bir kayıp söz konusu değildir. Buna mazhar olmanın tek şartı, onun, Allah ve hadiseler karşısında “mü’min duruşu”nu koruyabilmesidir. Asıl kaybedecek olan ehl-i dalâlettir, ehl-i nifaktır, ehl-i küfürdür, ehl-i zulümdür. Onlar dünyadaki suri başarılarına aldansalar ve değişik komplolarla dünyada üstünlük elde etseler de burada da ötede de ızdıraptan kurtulamayacak ve kayıp üstüne kayıp yaşayacaklardır.

İnsan Sevgisi

Soru: Bir mü’min, çevresiyle sevgi, saygı ve hürmet esaslarına dayalı münasebetler geliştirebilme ufkunu nasıl yakalayabilir?

Cevap: Sevgi, varlığın özüdür. Cenâb-ı Hak, Zatına muhabbetin bir ifadesi olarak varlığı yaratmış; bu koskocaman âlemlerin bir fihristi, özü ve usaresi olarak da insanı yaratmıştır. Fakat bu, mukaddes ve münezzeh bir muhabbettir. Bizim sevgimiz gibi değildir. Zira bizdeki sevgi ya zaafın ve elimizde olmayan temayüllerin bir ifadesidir ya da işlene işlene tabiat ve karakterimizin bir yanı hâline gelmiş bir duygudur. Bunların hiçbirisi Zât-ı Ulûhiyet’e isnat edilemez. Bundan dolayı, Zât-ı Ulûhiyeti tenzih etme adına O’nun, münezzeh, mukaddes ve müberra bir muhabbetin ifadesi olarak varlığı yarattığını söylüyoruz. Nitekim kudsî hadis olarak rivayet edilen bir söz şöyledir: كُنْتُ كَنْزاً لاَ أُعْرَفُ فَأَحْبَبْتُ أَنْ أُعْرَفَ، فَخَلَقْتُ خَلْقاَ فَعَرَّفْتُهُمْ بِي فَعَرَفُونِي “Bilinmeyen bir ‘kenz-i mahfî’ idim. Bilinmeyi murad buyurdum ve varlığı yarattım. Kendimi onlara tanıttım onlar da beni tanıdılar.” (Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, 2/155)

Bu rivayet her ne kadar sağlam bir senede dayanmasa da manası itibarıyla doğrudur ve şu âyete irca edilmesi mümkündür: وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلَّا لِيَعْبُدُونِ “Ben, insanları ve cinleri sırf Bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zâriyât Sûresi, 51/56) İbn Abbas Hazretleri, âyet-i kerimede yer alan “liya’budûn (Bana ibadet etsinler diye)” lafzını, “liya’rifûn (Beni tanısınlar diye)” şeklinde tefsir etmiştir. Bu durumda âyetin manası şöyle olmaktadır: “Ben, insanları ve cinleri sırf Beni tanısınlar, sırf Bana ibadet etsinler diye yarattım.” Esasen Cenâb-ı Hakk’ın, mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle tam bilinmesi, onun esrar-ı rubûbiyetine yani kâinattaki geniş tasarruf ve icraatlarına vâkıf olunması, insanı, ubudiyet ve muhabbete yönlendirecektir. Üstad Hazretleri de yaratılışın en yüksek gayesinin, fıtratın en yüce neticesinin iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah olduğunu ifade etmiştir. (Bediüzzaman, Mektubat, s. 253-254)

Evet, varlığın özü ve usaresi muhabbet olduğu gibi o, insan için de çok hayatî bir unsurdur. İnsan, sevgiyle yaşar, sevgiyle mutlu olur ve çevresini de sevgiyle mutlu eder. İnsanlar arasında sevgiden daha güçlü bir irtibat unsuru yoktur. Sevgi ve şefkatten mahrum bir insanın ruhen yükselmesi ve kemale ermesi mümkün değildir. Özellikle peygamber yolunun varisleri için o, çok hayatî bir esastır. Çünkü insanların gönüllerini fethetme adına sevgiden daha kestirme bir yol yoktur.

Mantıkî Muhabbet

Fakat sevmek zordur. İnsan, irade sahibi bir varlık olduğu için en başta bu konuda alıştırma ve rehabilitasyona ihtiyacı vardır. Onun, önce diğer insanlara karşı gönlünün kapılarını açacak vesileler her ne ise onları bulmaya ve bunlar üzerinde düşünmeye ihtiyacı vardır. Farklı bir ifadeyle, diğer varlıklar arasında cebr-i lütfî olarak mevcut bulunan sevginin, insanlar arasında yaygınlaşabilmesi ceht ve gayrete vabestedir. Bu konuda ısrarcı olunur ve sevgiyle kurulan münasebetler sıkı bir şekilde devam ettirilirse zamanla insan tabiatına mâl olabilir. Bundan sonra artık onun sökülüp atılması çok zor olur. Sevdiğimiz insanlar bizim için ihtiyaç hatta zaruret ölçüsünde bir kıymet ifade etmeye başlar. Bizden ayrıldıkları zaman, ayrılıklarını derinden derine hissederiz. Sevinçleri sevincimiz, üzüntüleri de üzüntümüz olur. Âdeta hayatı onlarla birlikte yaşamaya başlarız. İşte bundan sonradır ki insana karşı duyulan muhabbet mantıkî bir keyfiyete bürünür ve daha sağlam bir hâl alır. Böyle bir muhabbet, insanları idare etme ve onlara şirin görünme adına ortaya konulan ve sûrî (yüzeysel) sevgi gösterileri şeklinde tezahür eden hissî ve mecazî muhabbetten çok farklıdır.

Evet, hissî olarak mevcut olan sevginin mantıkî bir zemine oturması için onun sebeplerine inilmesi, bunlar üzerinde düşünülmesi ve bu sebeplerin aklî bir temele dayandırılması gerekir. Mesela insanlık ortak paydasında buluşma, bütün insanlar için sevgi ve muhabbeti gerektiren en genel ve en mühim sebeplerden birisidir. Eğer insan olmanın ve aynı yer küreyi paylaşmanın sevgiyi iktiza eden nasıl önemli bir bağ olduğu görülemez, insanlar sırf insan olmaları hasebiyle birbirlerine karşı muhabbet ve alaka duyamaz, bunun yerine kin ve düşmanlıkları öne çıkarırlarsa, hususiyle dünyanın bir köy hâline geldiği günümüzde bunun neticeleri çok ağır olur.

Günümüzde dünyanın daha yaşanabilir bir yer hâline gelmesi için bütün insanlık çapında sulh ve barışın hâkim kılınması, farklı din ve milletlerden insanlar arasında hoşgörü ve diyalog köprülerinin kurulması bir zaruret hâline gelmiştir. Hiç şüphesiz bunların gerçekleşmesi adına insanların birbirlerinin yardım ve desteğine ihtiyaçları vardır. Sevginin yerini kin ve nefretlerin aldığı bir dünyada bu ortak hedeflerin gerçekleştirilmesi mümkün değildir.

Ne var ki günümüzde insanlık böyle bir sevgi ve muhabbete hasret gidiyor. Her yerde vahşet diz boyu. Dünyanın farklı yerlerinde soykırımlar yaşanıyor. Türlü türlü şenaatler, denaetler irtikâp ediliyor. Sağda solda duyulan sadece zalimlerin hay-huyu, mazlum ve mağdurların da iniltileri. İnsanlar kan düşünüyor, kan döküyor, kan kokluyor. Ortalık âdeta katillere emanet edilmiş. Tarihten bugüne sürekli kinler, nefretler körüklenmiş ve fertler birbirinin düşmanı hâline getirilmiş. Herkes bir başkasının tepesine binmek ve kendi hâkimiyetini güçlendirmek için bahane arıyor.

Böyle bir dünyada çok önemli bir hakikat olan muhabbeti yeniden ihya etmek, insanların bir kere daha ele ele tutmasını sağlamak zannediyorum insanlığa sunalacak en büyük armağan olacaktır. Eğer siz, muhabbete talipseniz, vicdanlarınızı herkese açmalı ve bütün insanlığı bağrınıza basmalısınız. Topyekûn insanlık çapında bir uzlaşma ve anlaşmanın hâsıl olmasına çalışmalısınız. Fakat daha baştan bunun zaman alacağını kabul etmek gerekir. Bu, birden olmaz. Kronik problemlerin halledilmesi ve sökülüp atılması için sabırla, şefkatle ve temkinle uzun süre gayret etmek gerekir.

Aynı şekilde Allah’ın varlık ve birliğine inanma, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti olma, aynı hizmet felsefesine bağlanma gibi faktörler de çok önemli birer muhabbet vesilesidir. Mesela bir insan mü’min kardeşlerine bakarken şunları düşünebilir: “Bunlar, öbür âlemde benim arkadaşım olacak. Mahşerde, mizanda beraber bulunacağız. Sırat köprüsünü beraber geçeceğiz. Cennet’e beraber gireceğiz. Kim bilir, belki de orada benim elimden tutacaklar. Çok sıkıştığım bir yerde Allah’ın izniyle bana şefaat edecekler.” Bu gibi sebepler uhuvvet ve muhabbeti iktiza ettiği için, bunların üzerinde durulup düşünülmesi sevgiye vesile olacaktır.

Bir kişinin aynı kulvarda yol yürüdüğü ve aynı hizmet felsefesini paylaştığı insanlara bakarken, “Biz, el ele tuttuğumuz, vifak ve ittifakımızı muhafaza ettiğimiz takdirde Allah’ın izniyle pek çok müşkülü halledebiliriz. Birbirimize destek olmak suretiyle hedeflerimizi daha hızlı gerçekleştirebiliriz.” demesi ve kendisi için kardeşlerinin mevcudiyetini ihtiyacın da ötesinde âdeta bir zaruret gibi görmesi onu, arkadaşlarına daha çok bağlayacak ve aralarındaki sevgi bağlarını daha da güçlendirecektir.

Zira insanlar arasında muhabbeti gerektiren sebepler ne kadar fazlaysa, onların birbirlerine karşı sevgi ve alakaları da o ölçüde derin olacaktır. Elbette aynı yola baş koyan ve aynı mefkûrenin dertlisi olan insanlar, daha güçlü bağlarla birbirine bağlanacaklardır. İnsan, sevgi ve kardeşliği iktiza eden bu gibi sebepler üzerine eğildikçe ve meseleyi bu şekilde detaylandırdıkça kardeşlerini can u gönülden sevecek ve “Kardeşlerim olmadan yapamam.” diyecektir.

Şayet bu şekilde muhabbetin sebeplerine inmez, onları detaylandırmaz ve üzerinde durmazsanız, sevginiz hissî kalır. İnsanın başkalarına karşı duyduğu hissî alaka ve sevgi ise bir yere kadardır. Çünkü hissî olan bir sevgi ne kadar güçlü görünürse görünsün, daha güçlü başka bir hisle paramparça olabilir. Bu açıdan asıl olan mantıkî sevgi, mantıkî aşk, mantıkî iştiyaktır. Zira belirli bir mantığa bağlanmış sevgi kolay kolay zail olmaz. Buradan hissî alakanın hiçbir değerinin olmadığı anlaşılmamalıdır. Elbette onun da kendisine göre bir değeri vardır. Fakat önemli olan hissî muhabbetin akıl ve mantıkla takviye edilmesi, güçlendirilmesidir.

Meselelere İnsafla Yaklaşma

Meseleye tersinden yaklaşmak da mümkündür. Yani sevgi ve kardeşliği gerektiren onlarca belki yüzlerce sebep varolduğu gibi; dikkatlice ele alındığında insanlar arasındaki düşmanlık ve çatışmaların çoğunun, esasında ciddi bir temele dayanmadığı görülecektir. İnsan, bir kısım kişilere veya gruplara karşı herhangi bir sebepten ötürü kin, öfke ve nefret duyabilir. Hâl ve hareketlerinden ötürü bazı şahıslara karşı tavır alabilir. Onlara karşı hazımsızlık yaşayabilir. Fakat onun bu düşmanlıklar detaylıca ele alındığında, çoğu itibarıyla ele avuca gelir ciddi bir sebebe dayanmadığı görülecektir.

Acaba kendilerine karşı olumsuz duygular taşınan kişilerin insanlığın özüne, Din-i Mübin-i İslâm’ın ruhuna aykırı bir kısım davranışları mı var? Haram mı irtikâp ediyorlar? Yapmaları gerekli olan mükellefiyetlerinde gevşeklik mi gösteriyorlar? Allah’a karşı bir isyanları mı söz konusu? Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) münasebetlerinde endişe duyulan bir yanları mı var? Mukaddesata karşı saygısızlık mı yapıyorlar? Mesele bu şekilde detaylandırıldığında, çoğu zaman insanlar arasındaki kin ve öfkelerin, sayılanların hiçbirinden kaynaklanmadığı; bilakis, mizaç farklılıklarına, değişik bir kısım mülahaza, beklenti ve tercihlere dayandığı görülecektir. Mesela birilerinin hâl ve hareketleri bizim hoşumuza gitmiyordur. Belki aslında hoştur da biz yanılıyoruzdur. Bir hakikate dayanmayan boş ve önemsiz bir kısım meselelerden ötürü çevremizdeki insanlara tavır alıyorsak, onlara insafsızlık ve haksızlık ediyoruz demektir.

Bazı durumlarda çevremizdeki insanların, yapmamaları lazım gelen bazı şeyleri yaptıklarına veya yapmaları gerekli olan vazifeleri yapmadıklarına şahit olabiliriz. Bu tür hallerde, insanların, fıtratları ve his dünyaları itibarıyla her zaman müstakim bir hat takip edemeyeceklerini, yer yer bir kısım inhiraflar yaşayabileceklerini göz ardı etmemeli ve mümkün mertebe onların bu durumlarına göz yummalı, her hatalarını görmemeliyiz. Ona, kendini bir kere daha gözden geçirmesi, toparlanması ve hatalarını telafi etmesi adına mühlet vermeliyiz. Burada dahi muhabbetin diliyle, eliyle, ayağıyla meseleye yaklaşmalıyız. Zira onun çözemediği problem yoktur. Ben, bin seneden beri paslanmış kilitlerin bile muhabbetle çözülebileceğine inanıyorum.

Esasında arkadaşlarının ufak tefek hatalarını büyüten ve bundan ötürü onlara tavır alan bir insanın yapması gereken, öncelikle kendine bakmaktır. Zira ciddi bir muhasebe duygusuyla kendi tavır ve davranışlarını gözden geçiren pek çoğumuz, başkalarında gördüğünde rahatsız olduğu pek çok tavır ve davranışın kendisinde de bulunduğunu fark edecek ve bu sayede hata ve kusurlara müsamahayla bakmasını ve göz yummasını öğrenecektir. Zira kendimizde de bulunan olumsuz tavır ve davranışlar yüzünden başkalarını mahkûm etmek ve onlara tavır almak garip olur.

Muhabbeti Ziyadeleştirmek İçin

Bir gün Peygamber Efendimiz’le beraber bulunan bir kişi, oradan geçen bir şahsı sevdiğini ifade eder. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o sahabiye, arkadaşına gidip bunu onun kendisine söylemesini ister. (Ebû Dâvud, edeb 122) Zira arkadaşı tarafından sevildiğini bilmek her insanın hoşuna gider. Bu, fıtrî bir duygudur. Böyle bir sevgi ifadesi dostluk bağlarını güçlendirecek ve sevgiyi taçlandıracaktır.

Bunun yanında sevilen insanlara onların gıyabında dua edilmesi de sevgiyi artıran faktörlerden bir diğeridir. Eğer bir insan kimsenin görmediği ve bilmediği bir yerde ellerini kaldırıp bir arkadaşı için, “Allah’ım filanı Firdevs’inle sevindir. Onun dünyevî hayatını da Cennet hayatı gibi yap!” demesi ona karşı sevgi ve vefasının bir gereği olmalıdır. Üstelik Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “En süratle kabule karin olan dua, gâibin gâibe duasıdır.” (Ebû Dâvud, vitr 29) şeklindeki ifadeleriyle bu tür duaların Nezd-i Ulûhiyette ne kadar önemli olduğunu beyan buyurmuştur.

Öte yandan, başkalarının yanında sevdiğimiz insanlar hakkında hüsn-ü zanlarımızı ve hüsn-ü şahadetlerimizi ifade etmemiz de çok önemlidir. Mesela biz, “Filan arkadaş çok samimi ve yürekten bir insandır. Onun i’lâ-i kelimetullah davasında çok önemli bir ses olduğunu düşünüyorum.” dediğimizde, bahsettiğimiz kişinin takdir edilmesi ve sevilmesi gereken bir insan olduğunu göstermiş oluruz. Hakkı olan bir şeyi söyledikten ve işin içine yalan katmadıktan sonra bunları dile getirmede bir mahzur yoktur! Mahzur olması bir tarafa, bunlar, gönülleri birbirine bağlayacak ve kalblerdeki sevgiyi ziyadeleştirecek yollardır.

Eğer arkadaşlarımız ciddi bir fedakârlık ve adanmışlık duygusuyla dünyanın dört bir yanına açılıyor ve oralarda gürül gürül hizmet ediyorlarsa biz bunu niye söylemeyelim ki! Bilakis söylemeliyiz. Zira bu sayede bu güzel insanları başkalarına da tanıtmış ve sevdirmiş oluruz. Hem yerin kulağı vardır. Bizim birileri hakkındaki bu tür takdir ifadelerimiz, bilemediğimiz bir frekansla onların da kulağına gidebilir ve onlarla aramızdaki muhabbeti artırabilir.

Evet, şayet bir insan inandığı bir davaya gönül vermiş, başını bir eşiğe koymuş ve otuz-kırk sene boyunca da başını bu eşikten kaldırmamışsa, bu baş öpülür. Böyle bir vefa ve sadakat çok önemlidir; takdir edilmesi ve başkalarına da anlatılması gereken büyük bir fazilettir. Dolayısıyla bize düşen vazife, bir taraftan böyle bir başı meleklerin de öpmesi adına Allah’a dua etmek, diğer yandan da ona hak ettiği değeri vermektir.

Fakat biz, arkadaşlarımızı sena etsek, sürekli onların faziletlerini zikretsek ve âdeta onların gazelhanı olsak da aynı şeyi onlardan beklememeliyiz. Bütün bunları karşılıksız yapmalıyız. Zira biz, Hakk’ın hatırını âli tutar, doğru bildiğimiz ve fayda mülâhaza ettiğimiz hususları başkalarının yanında zikrederiz. Değerlerimize ve mefkûremize hizmet eden, Allah’ı anlatan, Efendimiz’i sevdiren insanları takdir ederiz. Çünkü bunlar bizim de istediğimiz şeylerdir. Fakat onlar da aynı şeyi yaparlar mı yapmazlar mı, bize karşı aynı kadirşinaslığı gösterirler mi göstermezler mi, bu onları bileceği bir husustur, bizi alakadar etmez.

Sevgide Denge

Sevme ne kadar önemliyse, sevgide dengeyi koruma da o kadar önemlidir. Bir mü’min Cenâb-ı Hakk’ı, O’nun esma-i hüsnâsının ifade ettiği bütün manalar çerçevesinde deli gibi sevebilir/sevmelidir. O’nun sevgisiyle cayır cayır yanabilir. Fakat Allah’ın dışındaki varlıkların sevgisinde ölçünün korunması gerekir. Zira peygamberler de dâhil olmak üzere hiçbir varlık Allah gibi sevilmez. Nitekim müşrikler, Allah’ı seviyor gibi putları sevdikleri için Kur’ân tarafından kınanmış, zemmedilmiştir. (Bakara Sûresi, 2/165) Muhit olan Allah, muhit bir sevgiyle yani seviyeler üstü, çerçevesiz bir muhabbetle sevilir. O’nun dışındaki bütün varlıklar ise kendi seviyelerine göre.

Mesela bir mü’minin, Allah’ın matmah-ı nazarı ve esmâ-i hüsnâsının mücella bir aynası olan, bize, tekvinî emirleri ve teşriî fermanları itibarıyla eksiksiz bir şekilde Rabbimizi tanıtan İnsanlığın İftihar Tablosu’nu delice sevmemesi mümkün değildir. Aynı şekilde o, Raşit Halifelere ve sahabe-i kirama karşı apayrı bir muhabbet taşır. Bunun berisinde aynı kıbleye yöneldiği Müslümanların ve Allah’ın birer sanat eseri olarak gördüğü bütün insanların mü’minin gönlünde ayrı bir yeri vardır. Fakat bütün bu sevgilerin kaynağı Allah sevgisi olmalı ve bunlarda ölçü korunmalıdır. Aksi takdirde maksadın aksiyle tokat yeme riski söz konusudur.

Maalesef insanların, bazı kimselerle ilgili tavır ve davranışlarında aşırılıklar olabiliyor. Bazı şahıslara karşı ölçüsüzce sevgi gösterilebiliyor. Biraz da kitle ruh haletiyle birileri göklere çıkarılabiliyor veya gökten inmiş gibi görülebiliyor. Ona karşı ortaya konulan takdir ve övgülerde aşırılığa gidilebiliyor. Fakat şunu unutmamak gerekir ki insan, birilerine karşı hak etmediği aşırı bir alaka ortaya koyduğu zaman, Cenâb-ı Hak, bu kişilerin eliyle onu tokatlar. Böylece bir taraftan bu ölçüsüz sevgisinden ötürü onu cezalandırdığı gibi diğer yandan da ona, ifrat derecesinde muhabbet izhar ettiği kişilerin o ölçüde bir takdire liyakatleri olmadığını gösterir.

   Aslında Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyanları bu konuda önemli bir ölçü koymaktadır: أَحْبِبْ حَبِيبَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ بَغِيضَكَ يَوْمًا مَا، وَأَبْغِضْ بَغِيضَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ حَبِيبَكَ يَوْمًا مَا “Sevdiğini ölçülü sev. Belki bir gün düşmanın olabilir. (Sıfatlarından ötürü) birisine karşı buğz ediyorsan, orada da dengeli ol. Belki bir gün dostun olabilir.”(Tirmizî, birr 60)

Seven insan, iş tersine döndüğünde mahcup olmak, başını öne eğmek, kendi kendini levmetmek istemiyorsa, sevgisinde ölçü ve dengeyi kaçırmamalıdır. Aynı şekilde kötü sıfatlar taşıdığından ötürü birilerine buğz eden ve onlarla arasına mesafe koyan bir kimse de aşırıya gitmemeli, köprüleri tamamen atmamalı ve alâkasını büsbütün kesmemelidir ki yarın öbür gün bunlar pişman olup hâllerini düzeltip geri geldiklerinde her iki taraf da mahcubiyet yaşamasın.

Diğer taraftan sevginizde aşırıya gider ve takdirlerinizde mübalağaya kaçarsanız, hadisin ifadesiyle (Buhârî, şehadât 16) kardeşinizin boynunu kırmış olursunuz. Hz. Pir, “Ben, beni beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” diyor. Herkes böyle olgun bir tabiata sahip olamayabilir. Hususiyle Allah’la münasebeti güçlü olmayan insanların sindirim sistemleri bu tür övgü ve takdirleri hazmedecek kadar gelişmemiş olabilir. Bu yüzden de onlar benliklerine yenik düşebilir, gurur ve kibre girebilirler. Bu itibarla Hz. Pir, “fevkalâde makamlar vermek yerine fevkalâde sadakat” düsturunu getirmiştir. (Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, s. 63)

Bunun anlamı şudur: Siz beraber yürüdüğünüz insanların elli tane kusurunu görseniz bile onları terk etmemelisiniz. Geride kaldığını gördüğünüz arkadaşlarınızın elinden tutmalı ve onlara yardım etmelisiniz. Eğer o, sizinle aynı tempoda yürüyemiyor ve geride kalıyorsa, onu sırtınıza almalısınız.

Aynı şekilde bir mü’min, “büyük” olarak gördüğü kişilere karşı sevgi ve alakasını ifade ederken de çok dikkatli olmalıdır. Ona karşı saygı, muhabbet ve minnettarlığı ne ölçüde derin olursa olsun, zihninde onu nereye koyarsa koysun, özellikle başkalarının yanında ondan bahsederken çok dikkatli olmalı, asla mübalağalı ifadelere girmemelidir. Ona, “gavs”, “kutup” gibi makamlar vermek suretiyle başkalarını haset ve rekabet hissine sevk etmemelidir. Zira herkes kendi pir-i muganına, şem-i tâbânına saygı gösterir ve onu terakkinin basamaklarından birine yerleştirir. Şayet siz birisini onun yanında yükselttikçe yükseltirseniz, onu rekabete sokar ve “Hayır, bizimki daha büyük” dedirtirsiniz. Yanınızda bunları söylemese bile arkanızdan gıybet etmesine sebep olursunuz. Dolayısıyla bu tavrınızla onu günaha sokarsınız. Bu sebepledir ki yolunu takip ettiğiniz insanlara fevkalade payeler atfetmek yerine, onlara vefayı ve onlarla beraber paylaştığınız davaya sadık olmayı esas kabul etmelisiniz.

Islah Kahramanları ve Boşlukta Neş’et Etmiş Nesiller

Maalesef birkaç asırdır Allah’a iman insanlara unutturulmuş, Peygamber sevgisi zihinlerden sökülüp atılmış, kulluk şuuru silinip gitmiş, hudû ve huşû hissi kalmamış. Hakiki Müslümanlık, yerini şeklî ve formel Müslümanlığa bırakmış. Ne kalblerde heyecan var ne de duygularda Cenab-ı Hakk’a karşı bir duyarlılık. Ruhlar çekilip gitmiş, kalb hayatı sönmüş, mantık ve muhakeme çağın levsiyâtıyla kirlenmiş, insanlar da hevâ ve heveslerine yenik düşmüş. Hz. Pir, bu mülahazaya işaret etme adına “asırlardan beri rahnedâr olan bir kale” diyor. Mehmet Akif ise yaşadığı dönemi şu mısralarıyla tasvir ediyor:

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile
Kaç hakiki Müslüman gördümse hep makberdedir
Müslümanlık -bilmem ama- galiba göklerdedir.

Ümitsizliğe itici yanını atacak olursanız, işin doğrusu bu, halimizi resmetme mevzuunda çok şahane iki beyittir.

Televizyon, bilgisayar ve telefon ekranları sürekli zihinlerimize levsiyât akıtıyor. Göz, insanın kalbinde olumsuz duyguları tetikliyor; ayak günaha doğru kayıyor, kulak işitmemesi gereken şeyleri işitiyor, el haramlara uzanıyor. Böylece ne cinayetler ne cinayetler işleniyor. Kalb, her gün birkaç defa yaralanıyor. Bu yaralı kalble insanı ahirette kabul etmezler ki! Hele bir de maruz kaldığı bunca olumsuzluğun endişesini içinde yaşamıyor ve bu korkuyla Rabbinin rahmetinin enginliğine teveccüh etmiyorsa! Bu takdirde o, ahirete hem sermayesiz olarak hem de Allah’a karşı müstağniyane bir tavırla gidiyor demektir.

Bu kadar kirlenmiş dimağlarla Cenâb-ı Hak nasıl doğru duyulur, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm ne ölçüde tanınır! Günde bilmem kaç defa zihnimizi temizlememiz lazım ki temiz şeylere temizce yaklaşabilelim. Günaha karşı umursamazlık, affedilmeyen bir günahtır. “Ne günahımız var ki?!.” demek, kendini masum saymak en büyük günahtır. Ne var ki günümüz insanı hiçbir şey yokmuş gibi davranmaya devam ediyor. Karanlıkta doğmuş insanların ışığı bilemedikleri; karda-kışta neş’et etmişlerin baharı tanımadıkları gibi, son üç asırdır kapkaranlık bir devirde neş’et eden günümüz insanı da bahar ve yaz görmediği için kirliliği ve etrafındaki pis kokuları normal karşılıyor.

Bir boşlukta neş’et ettiğimiz için kendimize ait değerleri kendi kâmet-i kıymetiyle bilemedik, sindiremedik ve tabiatımızın bir yanı haline getiremedik. Eğer bunu yapabilseydik, otururken, kalkarken, yatarken, konuşurken, düşünürken hep istikamet içinde olacaktık; istikamet düşünecek, istikamet soluklayacak, istikamet tavırları sergileyecek ve başkalarına da istikamet içinde muamelede bulunacaktık. Camide, Kur’ân kursunda, imam hatip okullarında, medreselerde vs. vazife yapan ve elimizden tutan insanlar âbâd olsun. Onlar da olmasaydı şu anki sahip olduğumuz iptidai bilgiye bile sahip olamayacaktık.

Ne var ki duyduklarımız ve öğrendiklerimiz nazarîde kaldı. Onları vicdanlarımıza mâl edemedik. Bir dinamo gibi bizi harekete geçirecek, sürekli iyilik ve istikamete sevk edecek şekilde içimizde bir manalar yumağı oluşturamadık. Rabbimizi andığımızda burnumuzun kemikleri sızlayacak ölçüde O’nunla alâka ufkunu yakalayamadık. Marifetullah ve muhabbetullah konusunda yaya kaldık. Çünkü İslâm’ı bize öğretenler de hep nazarînin etrafında dolaşıp durdukları için bunlardan habersizdiler.

Şekil Müslümanlığı

Bu itibarla günümüz insanlarının yaşadığı İslâm, taklide emanet. Dinlerini, atalarından gördükleri gibi yaşıyorlar. Yapılan ibadetler formalitelerden öte geçmiyor. Maalesef bizi bu hale getirdiler. Yaşadığımız dinin arka plânını okumamıza, duymamıza, müşahede etmemize imkân vermediler. Bu yüzden de İnsanlığın İftihar Tablosu’nun seviye ve yörüngesinden Müslümanlığı görüp tanıyamadık. Raşit Halifelerin ve sahabenin yaşadığı İslâm’dan uzak kaldık. Ebû Hanifelerin, İmam Şâfiilerin, İmam Maliklerin ve Ahmed İbn Hanbellerin ufkunu yakalayamadık. Hazreti Şah-ı Geylanî’nin, İmam Nakşibend’in, Ahmed Rifaî’nin, Hasan Şâzilî’nin, İmam Gazzâlî’nin, Mevlâna Halid’in, İmam Rabbanî’nin çizgisini tutturamadık; kulluğumuzu onların seviyesine yükseltemedik. Sabahlara kadar kemerbeste-i ubudiyet içinde Allah’a karşı el pençe divan durup iç döken o büyük zatların duyuş ve sezişlerine yabancı kaldık.

Acaba İnsanlığın İftihar Tablosu neden ayakları şişinceye kadar ibadet ediyordu? Sahabeyi münafık olarak ölmekten korkutan neydi? Allah dostlarını gözyaşlarına boğan hangi mülâhazalarıydı? Onların pek çoğunun sergüzeşt-i hayatları inceden inceye tetkik edilecek olsa, sinek kanadı kadar günah bulamazsınız. Onlar, tasavvur ve tahayyüllerine ilişen, kendilerine göre yakışıksız buldukları bir kısım duygu ve düşüncelerden ötürü dahi ızdırapla kıvranıyorlardı. Hatta birçoğu imansız olarak ölmekten korkuyordu. Bunlardan birisi olan Esved İbn Yezîd en-Nehâî, ruhunu Allah’a teslim vakti yaklaştığında hıçkıra hıçkıra ağlar. Akrabası Alkame, “Ne o, günahlarından mı korkuyorsun?” der. Acı acı tebessüm eden Hz. Esved şu mukabelede bulunur: “Ne günahı, ben kâfir olarak gitmekten korkuyorum!” Vefatından sonra onu rüyada görür ve Allah’ın kendisine nasıl muamele yaptığını sorarlar. “Vallahi, peygamberlerle aramda dört parmak mesafe kaldı.” der.

Akıbetinden endişe etmeyenin akıbetinden endişe edilir. Ahirete nasıl gideceğinin korkusunu vicdanında taşımayan bir insanın akıbetinden korkulur. O büyük zatlar, korkuyu burada yaşadıkları için öbür tarafın teminatını almışlardır. Zira bir kudsî hadiste, Allah’ın iki korku ve iki güveni bir arada yaşatmayacağı ifade buyurulmuştur. (İbn Hibbân, es-Sahîh 2/406; el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 1/483) Dolayısıyla burada kendisini salmış, laubali bir hayat yaşayan bir insan, emniyet ve güveni burada yaşamış, ahirete bir şey bırakmamış olacaktır. Hâlbuki insanın içinde hep bir akıbet endişesi olmalıdır. O, “Ben ebediyete, Rabbimin cemalini görmeye, ‘Ben, senden razıyım.’ diyeceği bir makama namzedim. Bu büyük şeylerin ucuza peylenmesi mümkün değildir.” demeli, bu pahalı şeyleri elde etme adına oldukça hassas bir hayat yaşamalı, elde ettikten sonra da kaybetme endişesiyle oturup kalkmalıdır.

Fırtınalı bir devirde bu mülâhazaların hepsini unuttuk. Müslümanlık şekle bağlı kaldı. İşin doğrusu şekil Müslümanlarının da geleceğimizi tamir etme adına yapabilecekleri fazla bir şey yoktur. Böyle bir İslâm anlayışı bize hiçbir ümit ve enerji vermiyor. Atalarımızdan öğrendiğimiz ilmihal çizgisindeki Müslümanlığı elli defa tekrar etsek, yine de Raşit Halifeler ölçüsünde bir şey yapamaz, dünyaya bir şey anlatamayız. Oysaki o insanlar çeyrek asırlık bir zaman diliminde dünyanın çehresini değiştirmişlerdi. Bunlar, sadece güçle, kuvvetle veya formaliteden öteye geçmeyen Müslümanlıkla elde edilecek başarılar değildir; kalb ve ruhun diliyle halledilecek meselelerdir.

İkbal dönemimizde Sultan Ahmed şunları söylüyordu:

İftirakınla efendim bende takat kalmadı,
Pâre pâre oldu bu dil, aşkta muhabbet kalmadı,
O kadar ağlattı ben biçareyi hükm-ü kaza,
Giryeden hiç Hazreti Yakub’a nevbet kalmadı.

Böyle sultanlardan, saltanat delisi insanlara kalmak ne kadar acı! Toplumlar da tıpkı fertler gibi bir inip bir çıkıyor. Bazen oluyor meleklerle at başı gidiyor, bazen de korkunç bir kabz yaşıyor. Mahiyetindeki enginlikleri nefsaniyet hesabına daraltıyor, büzüyor, boğuyor. Ruhunun enginliklerine açılacağına kendisini cismâniyetin darlığına hapsediyor.

Geçmişin gül devirlerine nazaran günümüz insanları ciddi bir hazan yaşamaktadır. Bundan daha ağır olanı, bazılarının bu mukayeseyi dahi yapamaması! Ne kadar sukût etmişiz ki bu derinlikleri duyamıyor, bu mukayeseleri yapamıyoruz. Âlem-i İslâm cayır cayır yanıyor, onur ve izzetimiz ayaklar altında pâyimâl ediliyor fakat bunun karşısında üzülmüyor, teessür duymuyoruz; bunun için iki damla gözyaşı dökme mevzuunda cimrilik ediyoruz. Dirilişe ait emareler mahfuz olsa da zannediyorum tarihin hiçbir devrinde günümüzde olduğu ölçüde bir kuraklık yaşanmamıştır. Bunları demek doğru mu, değil mi onda da hep tereddüt yaşıyorum.

Bütün bunlara rağmen keşke samimi ve yürekten bir bekleyişimiz olsaydı. “Acaba Allah’ın başka bir günü, başka bir zamanı var mıdır?” diyebilseydik. nam-ı celil-i ilâhinin şehbal açtığı, insanların Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın arkasında itmi’nan içinde hayatlarını sürdürdükleri günler. En azından böyle bir merak insanları iyi ve aydın günleri aramaya sevk eder. Aramayınca bulamazsınız. Bir hadis-i şerifte de ifade edildiği gibi içinde bir endişe ve korku olan kimse gece yolculuğuna çıkar; seccadesini teheccütle ve gözyaşlarıyla taçlandırır; böyle yapan da menziline ulaşır. Fakat insan, yaşadığı her şeyi normal kabul edince, içinde hiçbir merak ve istek olmayınca, yani “Yok mu acaba bunun ötesi?” demeyince, yerinde saymaya mahkûm olacaktır.

Asırlardır Rahnedâr Olan Kalenin Tamiri

Asırlardır rahnedâr olan bir kalenin tamir edilmesi, ruh ve mana dünyası itibarıyla felce uğramış insanın yeniden asli hüviyetine döndürülmesi, bir kere daha kalb ve ruh hayatına yönlendirilmesi hiç de kolay değildir. Bozulan küçük bir aletin tamiri bile ciddi bir bilgi ve mümarese gerektiriyor. Şayet tamir edilmesi gereken varlık, manevi değerleri itibarıyla alt üst olmuş bir insan ise hiç şüphesiz çok daha fazla gayret ve himmete ihtiyaç vardır. Evet, tahrip edilen kalb-i umuminin yeniden ıslah edilmesi, sönen heyecanların yeniden canlandırılması, kaybolan İslâmî şuurun bir kere daha kazanılması çok ciddi bir cehd ü gayret ister.

Allah karşısında el pençe divan dururken nerede durduğunun farkında olmayan bizim gibi şekil Müslümanları bu koskocaman tahribatın üstesinden gelemez. Eğer biz, Müslümanlığımızı sıradan insanların din telakkisine bağlı götürüyorsak, değil büyük bir kaleyi tamir edebilmek, kendi iç tamirimize bile muvaffak olamayız. Zira şekil Müslümanlarının çözebilecekleri problem yoktur. Esasında çok defa Müslümanlık adına kavga verenler de şeklî Müslümanlıklarının kavgasını veriyorlar. Ne yazık ki bir tarafta canlı bombalarla, masum insanların canına kıymakla, çoluk çocuk öldürmekle din adına bir yere varacaklarını zanneden cahiller var; diğer yanda da kendilerini çok ciddi bir durgunluğa salmış vurdumduymazlar. Şiddetle, terörle ve canavarlıkla bir yere varılamayacağı gibi; durgunlukla, his ve heyecan yokluğuyla da bir yere varılamaz. Bunların, değil asırlardır rahnedâr olan bir kaleyi tamir edip yıkılmış değerleri yeniden ayağa kaldırabilmeleri, zannediyorum kendi ruhlarında oluşan yaraları tedaviye muvaffak olmaları bile mümkün değildir.

Bu yüzden, kendilerini ıslaha adamışların, kulluklarını ve Allah’la münasebetlerini bir kere daha gözden geçirmeleri gerekmektedir. Onlar kulluklarını, Hakk’ı görüyor veya en azından O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasına bağlamalıdırlar. Bunun için de aradaki bütün vasıtaları silerek doğrudan Efendimiz’le (sallallâhu aleyhi ve sellem) koordinasyon sağlamaya, O’nun dünyasına girmeye ve O’nun dünyasında Müslümanlığı okumaya çalışmalıdırlar. Başına sarık, sırtına da bir cübbe alıp öne geçen insanlardan ziyade Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi örnek almalı, onların arkasından gitmelidirler. Tiyatro oynuyor, sahnede rol yapıyor veya filmde bir karakteri canlandırıyor gibi dinî mükellefiyetleri şekle irca eden insanlara takılıp kalmamalı, doğrudan doğruya devr-i Risâletpenâhi’ye gitmeli ve hayatlarını bu çizgide sürdürmeye çalışmalıdırlar.

Islah ve tamire kilitlenmiş adanmışlar, bir taraftan bitmez tükenmez bir enerjiye diğer yandan da derin bir heyecana sahip olmalıdırlar ki yorulup yollarda kalmasınlar. Aynı şekilde her daim gönül dünyalarını pak tutmalıdırlar ki Cenâb-ı Hakk’ın teveccühüne hazır hale gelsinler. Anlatacaklarını, sözlerden ziyade hâle emanet etmelidirler. Çünkü gönle mâl edilmeyen ve hâl ile temsil edilmeyen bir meselenin sinelerde mâkes bulması mümkün değildir. Ölü ruhlara ve kirli kalblere vâridat akmayacağı gibi; sönmüş gönüllerin ve durmuş dimağların da insanlara verebileceği bir şey yoktur.

Eğer iki üç asırdan beri içinde yaşadığımız zulmetten kurtulmak istiyorsak bir kere daha Allah’a yönelmeliyiz ki, O da kudret-i kahiresi ve meşiet-i sübhaniyesiyle teveccüh buyursun ve dünyamızı da ukbamızı da aydınlatsın. Siz vicdanlarınızı ne kadar Hakk’a açabilirseniz, insanlığın sadır ve sinesi de size o kadar açılacaktır. Siz ne kadar Hakk’a müteveccih olursanız, halk da size o kadar müteveccih olacaktır. Bugün olmasa da yarın mutlaka…

Şekil, Hakikate Yürüme Adına Bir Köprüdür

O halde şekil ve formalitelerden kurtulamayan Müslümanların yaptıkları bütün ibadetler boşa mı gidiyor? Bunu söyleyemeyiz. Bilakis şekil, hakikate yürüme adına bir köprüdür. Ama sonrasında, ilk mektepte veya Kur’ân kursunda öğrenilen Müslümanlıkla yetinmeyip işin hakikatine ulaşmaya çalışmak çok önemlidir. Taklit köprüsünün üzerinde bulunan insanlar, bu köprüyü geçerek tahkiki elde etmeye çalışmalıdırlar. Ehl-i Sünnet uleması taklidî imanı muteber kabul etmişlerdir. Nedir taklidî iman? İnsanın, bizzat keşfetmeden, duymadan, içine sindirmeden ve tabiatının bir derinliği haline getirmeden atalarında gördüğü veya kendisine söylendiği şekilde inanması ve yaşamasıdır. Usûlüddin uleması bunu da makbul saymışlardır. Niçin? Çünkü o, yolun ilk merhalesinde bulunanları, bir sonraki merhaleye taşıyacak bir köprüdür. İnsanın bu köprüyü geçerek hakikate ulaşması gerekir. Şayet tahkike ulaşamıyor, hep yerinizde sayıyorsanız Ehl-i Sünnet’in engin ve müsamahalı görüşüne göre kurtulabilirsiniz ama her zaman kayma ihtimalinizin olduğunu da unutmamalısınız. Taklit köprüsü üzerinde duranların yıkılan köprüyle birlikte yıkılıp gitmeleri çok defa mukadderdir. Allah hiç kimseyi yıkılıp gitmeye mahkûm etmesin!

Evet, şekil Müslümanlığı ile iktifa etmemek ve sürekli hakiki kulluk arayışında olmak lazım. Zira Hz. Pir’in ifadesiyle insanın olduğu yerde kalması ve bunu yeterli görmesi, dûnhimmetliktir. Ona yaraşan, sürekli “Daha yok mu?” diyerek ufkunu açacak ve her şeyi kendisine ayan beyan gösterecek yeni projektörler arayışında olmaktır. Bunun için de falana filana takılmadan, kavuğa sarığa aldanmadan asıl yörüngeye yönelmek gerekir. Bakılması gerekli olan yer, şekil veya kılık kıyafet değildir; kalblerdir, çehrelerdeki heyecanlardır, gözlerdeki yaşlardır; içteki samimiyettir. İşte arkasından gidilecek insanlar da bütün bu vasıflara sahip olanlardır. Zira onların yürüdükleri yol sizi Allah’a ulaştırır. O yoldan ayrılırsanız şekil ve surette kalır, kültür Müslümanlığına aldanırsınız.

Gelecek, Allah’ın veli kullarına emanettir. Onlar, Allah’la ne ölçüde münasebet içinde bulunduklarını hisseden ve ona göre hareketlerini ayarlayan kimselerdir. İmanlarını amel ve aksiyonla besler, onu da ihsanla taçlandırırlar. Sürekli “maiyyet” arkasında koşar, Allah’a ve Resûlü’ne yakınlık yolları ararlar. Kalblerinin her atışında Allah’ı duyarlar. Onların duygu ve düşünce dünyalarına taht kuran yegâne mülâhaza, Efendimiz’e emanet edilen İslâm’ı kendi tamamiyet ve kemaliyeti içinde yaşayıp yaşatabilmedir. Bu yüzden de otururken, kalkarken sürekli Allah’ı ifade eder, “sohbet-i canan” derler. Tavır ve davranışlarındaki ciddiyet itibarıyla onların çehrelerine bakan, Allah’ı hatırlar. Evvelkilerin başlattığı ve sizin de şöyle böyle götürmeye çalıştığınız bu meseleyi Allah’ın rızasıyla taçlandıracak olanlar işte bu veli kullardır. Gelecek, onların eliyle mamur hale gelecektir. Allah sizi de onlardan eylesin!

Gariplere Müjdeler Olsun!

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: بَدَأَ الْإِسْلَامُ غَرِيبًا وَسَيَعُودُ غَرِيبًا كَمَا بَدَأَ، فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ “İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi), günü gelince yine o gurbete avdet edecektir. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun!” (Bkz.: Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/177, 222; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/83)

İslâm garip olarak başlamıştı. Zira putlara, heykellere serfürû eden Cahiliye insanının işin başında tevhîd dinini bilmesi, Efendimiz’in mesajını anlaması, Cenab-ı Hakk’a teveccüh etmesi, bu teveccühteki lezzet ve neşveyi duyması mümkün değildi. Efendimiz, böyle bir çöl gurbeti içinde neş’et eden İslâm’ın yeniden bir gurbet yaşayacağını ifade buyurmuş ve arkasından da bu gurbet zamanında insanların bozup dağıttıkları değerleri yeniden ıslah eden, “Acaba ruhumuzun abidesini bir kere daha ikame edebilir miyiz?” düşüncesiyle çırpınıp duran garipleri müjdelemiştir. Demek ki böyle bir müjdeye nail olmanın yolu, miskince yatma değil; bu konuda cehd ve gayret sarf edip baharı zorlamadır.

Kendilerini rehavete salan insanlar mahvolup gidecekleri gibi, arkadan gelen nesillere de birçok dert ve problem bırakacaklardır. Fakat burada dişlerini sıkıp iyi bir kıvam sergileyen ve böylece sahabenin arkasında yerini alan insanlar kendilerinden sonra gelecek nesillere de iyi bir dünya bırakacaklardır. Bu konuda günümüzde yalancı şafak emareleri görünmeye başladı. Bu yüzden her şeyi bütün bütün karanlık görmüyorum. Müslümanlar ruh ve mana köklerinden süzülüp gelen değerleri hecelemeye başladılar. Herhalde bir gün o şiirin mısralarını tamamlar ve şahane bir kafiye de koyarlar. Dilerim o şiirin kafiyesi Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) olsun.

İslam’ın Esası İstikamettir

Soru: Resûl-i Ekrem’in (s.a.s) “Beni, Hûd ve benzerleri ihtiyarlattı.” (Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 17/286) sözünü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Beyhakî’nin rivayetinde Peygamber Efendimiz’e “Hûd sûresinde sizi ihtiyarlatan şey nedir? Peygamber kıssaları mı, yoksa ümmetlerin helâk edilmesi mi?” şeklinde bir soru yöneltildiğinde Efendimiz, “Bunların hiçbirisi değil,sûrede belimi büken şey, Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Emredildiğin gibi dosdoğru ol!’(Hûd sûresi, 11/112) sözüdür.” (Beyhakî, Şuabu’l-îmân, 4/82) buyurmuştur. Esasında Efendimiz’in belini büken çok daha fazla sûre ve âyet vardı. Fakat O, bu âyeti özellikle zikretmiştir. Zira istikamet emrinin ucu açıktır. Burada beş vakit namaz kılma veya bir ay oruç tutma gibi belirli bir sınır konulmamıştır. Semavî vahyi kendi enginliği içinde anlamaya müsait bir vicdana sahip olan Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu âyetten çok engin manalar çıkarıyordu. Dolayısıyla O’nun açısından bu emrin yerine getirilmesi çok zordu.

Elbette herkes bu tür âyetleri kendi kamet-i kıymetine göre anlayacaktır. Bu âyetle kastedilen mükellefiyetin ne olduğunu sıradan bir insana soracak olsanız o, “Eğer beş vakit namazını şart ve rükünlerine uygun olarak kılar, orucunu hakkıyla tutar, varsa mallarının zekâtını verir, imkânların elveriyorsa hacca gider ve büyük günahlardan da uzak durursan istikamet içinde olursun.” der. Bir başkası buna şöyle cevap verebilir: “Eğer farz ve vacipleri hassasiyetle eda eder, haramlardan sakınır, mekruhlara karşı dikkatli davranır, mekruhtur korkusuyla bir kısım mubahları terk eder, yani takva dairesi içinde bir hayat yaşarsan istikamet içinde olursun.”

Efendimiz istikameti nasıl anlamıştı?

Fakat Efendimiz’in kendi adına bu âyetten anladığı mana, bunlardan çok daha farklıdır. Belki de bu yüzden O (sallallâhu aleyhi ve sellem), ayakları şişinceye kadar geceleri ibadet ediyordu. Hususiyle yaşının ilerlediği dönemlerde ayakta duramayacak duruma geldiğinde nafile namazlarını oturarak devam ettiriyordu. Sahabeden öğrendiğimize göre bazen tek bir rekâtta Bakara, Âl-i İmran ve Nisa sûrelerini bitirdiği oluyordu. Secdeye kapanıyor, mü’minleri kâinat kitabı üzerinde tefekkür etmeye davet eden âyetleri tekrarlıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir gün O’nun bu durumu karşısında, “Ya Resûlallah! Cenâb-ı Hak, geçmiş ve gelecek günahlarını affettiği hâlde, neden bu kadar kendine eziyet ediyorsun?” diye soran Hz. Âişe’ye, “Şükreden bir kul olmayayım mı ya Âişe?” cevabını vermişti. (Buhârî, teheccüd 16; Müslim, salâtü’l-münâfikîn 81) Demek Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istikameti böyle bir enginlikte anlamıştı.

Bu sebepledir ki sahabeden öğrendiğimize göre bu âyet indikten sonra onun saçlarında beyazlar görülmeye başlamıştı. Kendisine bu durum hatırlatıldığında da, “BeniHûd sûresi yaşlandırdı.”mukabelesinde bulunmuştu. İsterseniz siz buna, “Hûd suresi belimi büktü ve beni iki büklüm hâle getirdi.” diyebilirsiniz. Zira söz konusu âyet öyle mutlak bir hüküm ortaya koymuştu ki onun belirli amelleri ifa etmek suretiyle kayıtlanması mümkün değildi. İstikametin sınırı belli olmadığı için ne kadar amel yapılırsa yapılsın yine de âyetin gereğinin yerine getirildiği iddia edilemezdi. Bu açıdan Allah’tan gelen bütün emirler karşısında tam bir sabır, tevekkül, teslimiyet, tefviz ve sika kahramanı olan Nebiyy-i Ekrem’e bu âyet çok ağır gelmişti. Zira Onun duyuşu, anlayışı çok derindi.

Büyük zatlardan birisi Allah’a şükürle ilgili şu mülâhazalarını dile getirir: “Ya Rabbi, Sana şükrümü nasıl eda edebilirim ki! Senin beni şükretmeye muvaffak kılman bile ayrıca bir nimet olması dolayısıyla bir şükür ister. Benim yaptığım her bir şükre de şükretmem gerekir. Ömür boyu hiç durmadan Sana şükretsem yine de Senin ihsan ettiğin nimet ve lütufların şükrünü eda edemem.” Meseleyi Sadi’nin Gülistan’ındaki ifadesiyle de ele alabiliriz: O, “Her bir nefes için iki şükür gerekir.” diyor. Zira insan nefes alamasa öleceği gibi, aldığı nefesi veremediği takdirde de ölür. Allah, bir nefes alıp vermede bile insana iki defa hayat bahşediyor. İnsanoğlu kendisine küçücük bir iyilikte bulunan kimselere bile teşekkür etmeyi borç bildiğine göre, onu baştan aşağı nimetler içinde yüzdüren Rabbine karşı acaba nasıl şükretmelidir! Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu meselenin şuurunda olduğu için “Emredildiğin gibi dosdoğru ol!” âyeti karşısında iki büklüm oluyordu.

İstikametin Ölçüsü

Allah Resûlü’ne ittiba eden ve O’nun arkasında saf bağlayan mü’minlere düşen vazife de bu anlayışı yakalamaya çalışmak olmalıdır. Onlar birer “hel min mezid (daha yok mu?)” ferdi olarak yaptıkları kulluğu hiçbir zaman yeterli görmemeli ve sürekli çıtayı yükseltmeye çalışmalıdırlar ki istikameti yakalayabilsinler. Zira Allah Teâlâ istikamet üzere olan kullarına şu müjdeyi vermiştir: وَأَنْ لَوْ اِسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُمْ مَاءً غَدَقًا “Eğer onlar, Allah’ın yolunda dosdoğru yürüselerdi, onlara bol yağmur verir, rızıklarını bollaştırırdık.” (Cin sûresi, 72/16) Âyetin mealini biraz daha açarak şöyle diyebiliriz: “Eğer siz istikametin peşinde olur, istikameti takip eder ve istikamet içinde olursanız, ben de sizi nimetlere gark ederim.”

Bu açıdan mü’minlerin istikamet üzerinde derin derin düşünmesi gerekir. Acaba doğruluğun ölçüsü nedir? “Doğru ol” emriyle Allah bizden ne istemekte, nasıl bir kulluk performansı ortaya koymamızı talep etmektedir? Hiç şüphesiz bunu anlamanın ve yaşamanın yolu, peygamberlerin kutlu yoluna tâbi olmaktan geçer. Geçmiş kavimler hayatlarını istikamet içinde geçirebilmek için kendilerine gönderilen peygamberlerine uymalıydılar. Ümmet-i Muhammed’in, istikameti yakalayabilmesinin tek çaresi de bütün peygamberlerin hakikatlerini kendinde toplayan ve makam-ı cem’in sahibi olan Efendimiz’e uymaktır. Bu açıdan şayet biz de Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi müstakim bir hayat yaşamak istiyorsak, O’nun sünnetine ittiba etmeli ve O’nun yolunu takip etmeliyiz. Eğer bunu başarabilir ve istikametimizi kaybetmezsek, Allah da bize yerden ve gökten bereketler ihsan edecektir.

Şayet bir kavim doğruluktan ayrılmış ve istikametini kaybetmişse, Allah’ın ihsan ettiği nimetler bile onları baştan çıkarmaya matuf olabilir. Allah’ın, başlarından aşağıya yağdırdığı nimetler onların küstahlaşmasına sebep olabilir. Sahip oldukları servetler, makamlar, imkânlar onları baştan çıkarabilir de her geçen gün daha da şımarıklaşırlar ve öyle bir gün gelir ki, فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun ki böylece zulmedip duran o güruhun kökü kurutuldu.” (En’âm sûresi, 6/45) âyetinde de ifade edildiği üzere Allah bu zalim kavmi hak ile yeksan eder. Yani bu kişilerin nail oldukları nimetler kendileri için birer mekr-i ilâhî, birer istidraç olur.

Evet, insan için yakalanması gerekli en önemli hedef, istikamettir. Yani peygamber yolunda olup olmama meselesidir. Hiç kimsenin peygamberlerin seviyesine ulaşması mümkün değildir. Fakat önemli olan, ulaşma gayreti içinde olmak ve onların sahip oldukları özelliklere sahip olmaya çalışmaktır.

Denebilir ki İslâm’ın esası istikamettir. Bu sebepledir ki biz her gün namazlarımızda, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ “Allah’ım bizi sırat-ı müstakime (ifrat ve tefritlerden uzak, dosdoğru yola, Senin yoluna) hidayet eyle!” (Fâtiha sûresi, 1/6) duasıyla Allah’tan istikamet talep ediyoruz. Yani Allah’tan günde kırk defa ifrat ve tefrite düşmeden, hiçbir şeyde aşırıya kaçmadan ve atalete saplanmadan istikamet içerisinde bir hayat yaşamayı istiyoruz. Peygamber Efendimiz’in, kendisinden nasihat isteyen bir sahabeye, قُلْ رَبِّيَ اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقِمْ “Rabbim Allah de, sonra da istikametten ayrılma!” (Tirmizi, zühd 61; İbn Mâce, fiten 12) buyurması da istikametin ne derece önemli olduğunu göstermektedir. Bu sebeple bize düşen, günde kırk defa lisanımızla istikamet talebinde bulunmakla yetinmeyerek onun arkasına düşme, onu elde edebilecek yollara tevessül etme ve bir ömür boyu müstakim bir hayat yaşama azm u cehdine sahip olmadır.

Her Uzvu Yaratılış İstikametinde Kullanma

İstikamet içinde olmanın önemli bir gereği, her uzvun yaratılış istikametinde kullanılmasıdır. Allah insana elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini, dudağını büyük bir nimet olarak ihsan etmiştir. İnsan çoğu zaman, bunların gerçek kıymetini ve kendisi için ne büyük birer nimet olduklarını ancak onlardan mahrum kaldığında anlayabilir. Beled sûresinde yer alan, أَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْنِ * وَلِسَانًا وَشَفَتَيْنِ * وَهَدَيْنَاهُ النَّجْدَيْنِ “Biz ona görmesi için gözler, gönlüne tercüman olacak dil ve dudaklar vermedik mi? Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi?” (Beled sûresi, 8-10) âyetleri de insana bu nimetlerin kadr ü kıymetini hatırlatarak onu tefekkür ve şükre sevk eder.

Bu durumda insana düşen vazife, günahlara nazarla gözünü, nâseza nâbeca sözleri dinleyerek kulağını, gıybet, yalan ve iftira gibi haramları konuşarak dilini kirletmemesi; haramlara el uzatarak veya günaha doğru adım atarak el ve ayaklarını sakatlamamasıdır. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha günah, haram, münker veya fuhşiyat olarak isimlendirilen olumsuz fiillerin neler olduğunu açıkça beyan etmiştir. İnanmış bir mü’mine düşen vazife, sahip olduğu duyu ve uzuvların her birerlerini helâl dairede ve yaratılış istikametinde kullanmaktır. Aksi takdirde, حَتَّى إِذَا مَا جَاءُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُم بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ “Nihayet ateşin yanına geldiklerinde kulakları, gözleri ve derileri yaptıkları işleri söyleyip kendi aleyhlerinde şahitlik ederler.” (Fussilet sûresi, 41/20) âyetinin de işaret ettiği üzere ahirette onun bu uzuvları, aleyhinde şahitlik edecektir.

Evet, asıl olan, her uzvun yaratılışı istikametinde kullanılmasıdır. Mesela gözün vazifesi kâinat kitabını doğru okumak, ondaki hâdiseleri hallaç etmek ve böylece kendisini Zat-ı Ulûhiyet’e götürecek yollar bulmaktır. Eğer insan bunun yerine gözünü günahlara bakmakta kullanırsa ahirette bu göz Allah’a karşı, “Allah’ım senin bu kulun, ‘Mü’min erkeklere, gözlerini haramdan sakınmalarını ve ırzlarını muhafaza etmelerini (iffetli ve namuslu yaşamalarını) söyle.’ (Nûr sûresi, 24/30) âyetinin emrine muhalif davrandı. Benim yaratılış hikmetime muhalif harekette bulundu.” diyecek ve sahibinden şikayetçi olacaktır. Zira bu dünyada günahlarla kirlenen ve manen körelen bir gözün ahirete ait görme ufku daraltılmış ve ahiretteki nasibi elinden alınmış olur. Artık böyle bir göz öbür âleme ait güzellikleri sahip olduğu potansiyele uygun olarak göremez.

Aynı husus diğer uzuvlar için de geçerlidir. Kulağın yaratılış hikmeti, Allah’ın kelamına, Peygamberin beyanına ve ilhamını bu kutsi kaynaklardan alan büyük zatların sözlerine kulak vermektir. Eğer bunun yerine kulak lağviyat ve lehviyat kirleriyle kirletilirse o, sahip olduğu potansiyel kabiliyetlerden mahrum kalacağı için ahirette duyulacak güzellikleri duyamaz. Kim bilir ahirette bir nebi sözünü veya sahabi kelamını duymak ne kadar güzeldir! Hele Cenâb-ı Hak’tan tek bir kelime bile duymak, insanı orada zevkten bayıltır. Fakat burada günahlarla kirlenen bir kulağın bu güzellikleri duyması mümkün değildir.

Aynı şekilde burada yalan, gıybet ve iftira gibi günahlarla kirletilen bir dilin, bu mübarek sözlere mukabelede bulunması mümkün değildir. Keza burada haramlar arkasında koşan, gitmemesi gereken yerlere giden bir ayağın ahirete ait yürüme istidadı elinden alınmış olacaktır. İnsan burada sahip olduğu âlât u edevatı kirletmiş, onların kolunu kanadını kırmışsa, öbür âlemde bu kırık dökük şeyler onun bir işine yaramayacaktır. Dolayısıyla ahirette her şeyi konuşturan Allah, bu uzuvları da konuşturacak, onlar da -hafizanallah- sahibi aleyhine şahitlikte bulunacaktır.

Bu kişilere ahirette kendi uzuvlarının yapmış olduğu şahitliğe itiraz etme hakkı da verilmeyecektir. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا اَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ “O gün ağızlarına mühür vururuz da elleri bize konuşur, ayakları da yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsin sûresi, 36/65)  Kur’ân’ın ifadesiyle, dünyada bazılarının yaptığı gibi orada da ağızlar mazeret beyanına kalkıp şöyle diyecek: “Başımızda bulunanlar bizi yoldan çıkardı. Onlar bize musallat olmasalardı biz bu hallere düşmezdik.” (A’râf sûresi, 7/38; Ahzâb sûresi, 3/67) İhtimal ahirette ağızlar bu tür diyalektiklere kalkışacaklarından, Allah onları mühürleyecek ve konuşmalarına müsaade etmeyecektir. Ağızlar sustuktan sonra da diğer uzuvlar işlenen hataları anlatmaya başlayacaktır.

Evet, bu dünyadaki bir kısım hata ve günahlar, öbür dünyada mahiyetini bilemeyeceğimiz çok farklı bir şekilde sahibine dönecektir. Bu açıdan insan burada öyle işler yapmalı, sahip olduğu her bir uzvu öyle isabetli yerlerde kullanmalıdır ki onların ahiretteki geriye dönüşleri insanı memnun ve mesrur etsin; âdeta onu kanatlandırarak Cennet yamaçlarında dolaştırsın. Sahip olduğu uzuvları günahlarla köreltmek ve kabiliyetlerini öldürmek yerine, yaratılış istikametlerinde kullanmak suretiyle onları daha da inkişaf ettirsin. Bunun yolu da bir ömür boyu doğruluktan, istikametten ayrılmamak, sırat-ı müstakimi bırakarak patikalara sapmamaktan geçer.

Adanmışların Yolu

Ne var ki istikameti korumak öyle kolay değildir. Çoğu insanın hayatı zikzaklarla doludur. Bazı insanların bir yere kadar melek gibi olduğunu müşahede eder, âdeta soluklarında Cibril’in soluklarını duyar gibi olursunuz. Fakat o, doğruluğu bir fıtrat hâline getirememişse, yapmacık tavırlarla insanlara farklı görünmeye çalışıyorsa, bir gün damarına bastığınızda gerçek karakteri hortlayıverir. Kendisini boğulmaktan kurtaran ve sudan geçmesine yardımcı olan adamı sokan akrebin “Ne yapayım, huyum bu!” demesi gibidir bu kişilerin durumu. Bu açıdan önemli olan, insanın iyilik ve güzelliklerde sabitkadem olabilmesidir.

İstikameti yakalayamamış kişilerin başkaları nazarında inandırıcı olmaları da mümkün değildir. Bir gün öyle, bir gün böyle hareket eden insanlar başkalarına güven vaat etmezler. Siz, olabildiğine hasbî davranan, ruhunun abidesini ikame etme uğruna her türlü fedakârlığı göze alan ve hiç kimseden hiçbir şey beklemeyen müstağni ruhlu birisi olsanız bile, bu durumunuzu sürekli hâle getirmedikçe, zikzak çizmeyi bırakmadıkça inandırıcı olamazsınız. Mü’minin nabzını tutan insanlar onda hiçbir aritmiye şahit olmamalıdır. Eğer muhataplarınız bir, iki, üç… sene nabız yoklaması yaptıktan sonra kalbinizin çok ritmik attığını görürlerse size inanırlar. Bu açıdan tebliğ ve irşat faaliyetinde bulunan adanmışlar açısından da istikametin hayatî bir önemi vardır.

Nebiler, sıddîkler, şehitler ve salihler bugüne kadar defalarca test edilmiş ama hiç zikzak çizmemişlerdir. Onların Allah tarafından tebcil ve takdir edilmelerinin sebebi de budur. Onlar, hem bela ve musibetlere maruz kaldıkları acı günlerinde hem de nimet ve bolluğa eriştikleri tatlı günlerinde hep istikametlerini korumuşlardır. Ne nimetlerin sağanak sağanak başlarından aşağı boşalması onları küstahlaştırmış ne de yaşadıkları bir kısım mahrumiyetler onları şikâyete sevk etmiştir. Onlar her zaman elif gibi dimdik ayakta durmasını başarmışlardır. Bu sebeple de arkalarından gelenler için hep bir üsve-i hasene (güzel örnek) olabilmişlerdir.

Evet, elif gibi dosdoğru olmayan, sürekli kavisler çizen, bir oraya bir buraya savrulan insanların hedefe ulaşması mümkün değildir. İki nokta arasındaki mesafeyi en hızlı ve en kısa yoldan kat etmenin yolu, sağa sola sapmadan dümdüz ilerleyebilmektir. Eğer Allah’a karşı samimi bir kul, insanlar nazarında da güvenilir birer rehber olmak istiyorsanız, istikametten ayrılmamalı, hep doğru düşünmeli, doğru konuşmalı ve doğrunun arkasından koşmalısınız. Ne hevesatımızı tetikleyen dünyanın cazibedar güzellikleri ne makam ve mevkiler ne de maruz kalınan zulüm ve baskılar bize zikzak çizdirmemelidir. İnsanın bu konuda ortaya koyacağı ceht ve gayret onun için çok önemli bir ibadettir.

Kur’ân-ı Kerim, bize öğrettiği, رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا “Allah’ım bizi hidayete erdirdikten, hakikati gösterdikten sonra kalbimizi kaydırma!” (Âl-i İmrân sûresi, 3/8) duasıyla bize sabitkadem olmanın önemini göstermektedir. Zira menkıbelerde anlatıldığına göre ilmiyle ve ibadetiyle temayüz etmiş bulunan Bel’am İbn Baura veya Bersisa gibi niceleri, devvar-ı gaddarın saldığı oltaya veya attığı ağa takılmış ve şeytana av olmuşlardır. Varsın dünya bize küssün, varsın arkasını dönüp bizden kaçsın. Ahirete talip olan insanların dünya gibi bir derdi olmamalıdır. Ruhunun abidesini ikame etmeye kendini adamış olanlar, Allah rızasının dışında hiçbir şeyin arkasından koşmamalıdır.

Kullukta Derinleşme

Soru: Allah’a kullukta kemale ulaşma adına mü’minin dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’a yönelme ve kullukta derinleşme, diğer yandan da inandığı değerleri başkalarına duyurabilme istikametinde olağanüstü bir performans ortaya koyma bir mü’minin en önemli ve en büyük hedefi olmalıdır. İnsan, Allah’a karşı öyle bir kulluk tavrı ortaya koymalı ve kendisini öyle ibadete salmalıdır ki onu görenler, “Herhâlde bu kişi, Allah’a kulluktan başka bir şey bilmiyor.” demeli. Melekler bile onun kulluktaki bu derinliği karşısında hayrete düşmeli, ona imrenmeli ve “Allah Allah! Beşerî garîzeleri ve şehevî hisleriyle çepeçevre kuşatılmış bir insan, nasıl oluyor da bütün bu badireleri aşarak kalb ve ruh ufkunda seyahat edebiliyor!” sözleriyle onu takdir etmelidirler.

Aynı şekilde o, iman ve Kur’ân hizmetine kendini öyle adamalıdır ki dışarıdan ona bakanlar, “Muhtemelen bu şahıs hizmetten başka bir şey bilmiyor.” demeli. Onun, sahip olduğu bütün imkânları i’lâ-i kelimetullah adına kullandığını ve milletini devletler muvazenesinde olması gerekli olan konuma yükseltme adına ortaya koyduğu azim, ceht ve gayreti görenler onu “mecnun” zannetmelidirler. Esasen dinî anlayışından ve İslâm’ı yaşamadaki derinliğinden ötürü bir insana “mecnun” denilmedikçe, onun imanda kemâle erdiğini söylemek zordur.

Kısacası bu konuda o, tıpkı sahabe gibi olmalıdır. Çünkü sahabeyi görenler, “Ruhbanun filleyl ve fursânun finnehâr” sözüyle anlatıyorlardı. Yani onlar, tıpkı manastırlarda kendilerini ibadete vermiş rahipler gibi gecelerini ibadet ü tâatle geçiriyor, sabahlara kadar Hz. Dâvud gibi “Allah” deyip inliyorlardı. Gündüzleri ise at sırtından inmiyor, i’lâ-i kelimetullah adına diyar diyar dolaşıyorlardı. İşte bir mü’min her iki açıdan da öyle bir performans ortaya koymalıdır ki, hangi yönüyle ele alınırsa alınsın, hâl ve tavırlarının derinliği ve enginliği itibarıyla muhataplarında takdir ve hayret hisleri uyarmalıdır.

Verdikleri Vereceklerinin En Büyük Referansıdır!

Aslında bir insanın yapmış olduğu i’lâ-i kelimetullah vazifesinde başarılı olması da kullukta derinleşmesine bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, muhatap olduğunuz insanların sadr u sinelerinin kendi enginlikleriyle size açılması, sizin vicdanınızın açılabildiği kadar Hakk’a açılmasıyla doğru orantılıdır. Siz ne kadar Hakk’a yönelirseniz, halk da o kadar size yönelecektir. Bugün olmasa da yarın mutlaka.

Bugün bazı fiyaskolar yaşayabilir, bir kısım bela ve musibetlere maruz kalabilirsiniz. Allah bunlarla sizi imtihan eder ve bir kısmınızı eler. Nitekim en güzide bir cemaat olan sahabe bile ağır imtihanlara tâbi tutulmuş, içlerinde istikameti tam yakalayamamışlar elenmiş, yalnızca en safi olanları o nadide toplumun birer ferdi olma durum ve konumunu devam ettirebilmiştir. Bu açıdan önemli olan sizin istikametinizi muhafaza edebilmeniz ve Allah’la münasebetlerinizi güçlü tutabilmenizdir. Kulluktaki bu derinliğinizi devam ettirebildiğiniz takdirde bugün olmasa da yarın Allah, kalbleri yeniden size yönlendirecek, sizin adınıza gönüllerde sevgi vaz edecektir.

Esasında bugüne kadar yurtdışına açılan Hizmet gönüllülerinin bir kısım eksik ve kusurlarına rağmen gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görmeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın gönüllerde onlar adına sevgi vaz etmesi, bundan sonra ihsan edeceği nimetler adına da en büyük referanstır. Günümüzün adanmışları bugüne kadar gittikleri yerlerde ciddi hiçbir tepki görmediler. Ufak tefek sıkıntılar yaşanmışsa, bunlar da bizim usul ve üslup hatalarımızın veya başarıları kendimizden bilmemizin bir neticesi olmuştur. Bu sebeple eğer biz Rabbimize vermiş olduğumuz ahdimizi bozmaz ve bütün gönlümüzle O’na teveccüh edebilirsek bundan sonra da O, –inşâallah– ihsan ettiği nimetleri artırarak devam ettirecektir.

Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, işin bir yönüdür. Diğer yönü ise şudur: İnsan, Allah’a ibadette ne kadar derinleşirse derinleşsin, kendisini ne ölçüde hizmete adarsa adasın, yine de yaptıklarını yeterli bulmamalı ve sürekli “Daha yok mu?” demelidir. Esasen uhrevî lütuflar bir yana bu dünyada sahip olunan nimetler bile göz önünde bulundurulacak olursa, yaptığımız ibadetlerin bunlar karşısında ne kadar az ve yetersiz kaldığı daha iyi anlaşılacaktır. Mesela insanın ademden vücuda, vücuttan canlı olmaya, canlı olmadan insan olmaya, oradan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında saf tutmaya kadar sahip olduğu nimetler o kadar büyüktür ki bunların hakkını ödemek mümkün değildir.

Tevbe, İnâbe, Evbe Kahramanları

Öte yandan mü’mine düşen vazife, yaptığı en küçük hatalar karşısında bile çok derin pişmanlık hisleriyle Allah’a yalvarıp yakarmaktır. O, tevbe ve istiğfar adına ellerini semaya kaldırdığı veya başını yere koyduğu zaman sanki dünyanın bütün vebalini sırtlanmış gibi bir hâl sergilemelidir.

Hiç şüphesiz bizim bu konudaki en büyük rehberimiz Allah Resûlü’dür (sallallâhu aleyhi ve sellem). Muktedâ-i Küll ve Rehber-i Ekmel olan İnsanlığın İftihar Tablosu, günde yetmiş kez Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunuyordu. Acaba O, ne tür bir kusur işlemişti? Hâşâ, O’na kusur nispet etmek insanı alıp bir belirsizliğe götürür. Bilâkis O, bir taraftan kulluğunun gereğini ortaya koyuyor, diğer yandan da rehberliğinin gereğini seslendiriyordu. O, yapmış olduğu istiğfar ve dualarla ümmetine şu mesajı veriyordu: “Ey kıyamete kadar beni takip edecek olan Müslümanlar! İster kasıtlı olarak, ister hata neticesi, isterse nisyan sonucu olsun, yaptığınız bütün hatalardan ötürü Allah’a istiğfarda bulunun. Hayal, tasavvur, taakkul, niyet ve azimlerinizde çöreklenen ne kadar menfur düşünce varsa onların hepsi için içten sızlanın ve tevbe edin!”

Esasen yapmış olduğu bütün iyilikleri unutması ve irtikâp ettiği en küçük hataları bile sürekli hatırında tutması, hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerindendir. Evet, bir mü’min kullukta ne kadar derinleşirse derinleşsin, Din-i Mübin-i İslâm’ı muhtaç sinelere duyurma adına nasıl bir performans ortaya koyarsa koysun veya insanların maddî-manevî ihtiyaçlarını giderme adına ne tür iyilikler yaparsa yapsın, bunların hiçbirini yeterli görmemeli, bütün bunları unutmasını bilmelidir ki gurur ve kibre kapılmasın.

Fakat diğer taraftan o, elli sene önce işlediği küçük bir kötülüğü bile hatırlayacak olsa, “Allah varken ve ben de O’nun kulu iken böyle bir densizliği nasıl yapmışım. Allah, doğru yoldan sapmamam adına önümdeki yolları aydınlatan ve onları birer şehrâh hâline getiren ilâhî prensipler vaz etmişken ben böyle bir levsiyâta nasıl bulaşmışım!” demeli ve onu daha yeni işlemiş gibi pişmanlık ve ızdırapla kıvranmalıdır. Günahları her hatırlayışında, “Bir kere daha Senden özür diliyorum ya Rabbi!” demelidir. İşlediği her bir hata ve günahın başına, istiğfar ve tevbelerle öyle balyozlar indirmelidir ki bu günahlar bir daha onun semtine yaklaşamasın.

Evet, hakiki mü’mine yaraşan, en büyük meziyetlerini ve başarılarını küçülttükçe küçültmesi, en küçük kötülüklerini ise büyüttükçe büyütmesidir. O, gözün harama kayması, kulağın harama meyletmesi, dilin yakışıksız sözler söylemesi, ayağın harama doğru adım atması, elin harama uzanması ve hatta korteksin olumsuz düşüncelerle kirlenmesi gibi küçük büyük bütün inhiraflarını gözünde öyle büyütmeli ki bunlar karşısında ızdıraptan beli bükülmeli, şairin dediği gibi;

Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân,
Kırılır arsa-ı mahşerde arş-ı mizan.” demelidir.

Hayatını böyle hassas bir dengede götürebilen bir mü’min, sürekli metafizik gerilim içinde yaşayacaktır. Bir insanın sürekli tevbe ve istiğfarla gerilmesi, olumsuzluklara karşı onda dikkat ve teyakkuz duygusunu tetikleyecektir. Bu iç ızdırapları ve hesaplaşmaları haramlara karşı onun için bir siper ve bariyer vazifesi görecektir. Hain bir nazar, harama karşı bir kulak kabartma, haram bir lokmayı ağza götürme gibi bir kısım günahlar karşısında onda tepki oluşturacaktır. Bunun aksine şayet küçük dahi olsa günahlar karşısında bu ölçüde teyakkuza sahip olmaz ve “Bu kadarcık bir şeyden ne olacak ki!” derse, aynı hataları yapmaya devam edecek ve zamanla bu küçük günahlar dev bir vebale dönüşecektir.

Büyük insanların tavrına bakacak olursak, hayatlarını hep bu istikamette yaşadıklarını görürüz. Mesela onlardan birisi olan Hz. Ali, “Ya Rabbi, eğer ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen benim gibi hevâ-i nefsine uymuş ve düşe kalka yürüyen kimselerin hâli nice olacak! Onları kim affedecek!” diye inler. Bilmem ki o Hazret’in hayaline bir mâsiyet misafir olmuş muydu?!. Onların bu tür sözleri karşısında bize düşen, “Estağfirullah” demektir. Çünkü mukarrabînden olan bu insanların neye günah dediklerini bilemiyoruz.

Diğer taraftan mü’min, ortaya koyduğu hâl ve tavırları itibarıyla farklı görünmeden ve farklı algılanmadan çok korkmalı, iç ve dış bütünlüğünü sağlama adına fevkalâde hassas hareket etmelidir. O her zaman tabiî olmalı, nasıl ise öyle davranmalıdır. Riya ve süm’anın en küçüğünden bile uzak durmalıdır. Kendini olduğunun üstünde gösterecek suni tavırlara girmemeli, alkış ve takdir peşinde koşmamalı, son derece samimi olmalıdır. Hz. Mevlâna’nın enfes ifadesiyle, ya olduğu gibi görünmeli ya da göründüğü gibi olmalı, başkalarını kendisi hakkında yanlış mülâhazalara sevk etmemelidir.

Bütün bu hususların her biri kulluğun ayrı bir derinliğini oluşturur. Eğer insan bütün bu hususlarda kendisine düşeni yaparsa, Allah’ın izni ve inayetiyle zirveleri ihraz eder. Bunların birinde kusur eden kimsenin ise takılıp yollarda kalma tehlikesi vardır.

Sırat Burada Geçilir!

Görüldüğü üzere kulluk, mü’minlere yüklenen mükellefiyetler açısından çok kolay gibi görünse de esasında çok ince bir çizgidir. Farklı bir tabirle kulluk, bir yandan şehrâhta yürümek kadar kolay fakat diğer yandan sıratı geçmek kadar da zordur.

Meseleyi kolay zanneden ve basit ele alanlar da inayet-i İlâhiye ile kurtulabilirler. Bu sebeple meseleyi başkalarına arz ederken ümit kırıcı olmamak gerekir. Eğer birilerinin Allah’la irtibatı pamuk ipliği ile sağlanıyorsa bunu da koparmamaya dikkat etmeliyiz. Bilemeyiz, belki bir gün rahmet-i ilahiye bu pamuk ipliğini kopmaz bir halat (urve-i vüskâ) hâline getirebilir. Yani baştaki böyle zayıf bir irtibat, zamanla güçlenerek insanı cisim ve bedenin kulluğundan kurtarır da kemâlât-ı insaniye zirvelerine çıkarabilir.

Fakat insan kendisine bakarken böyle bakmamalıdır. O, kopabilecek zayıf bir pamuk ipliğine mi yoksa sağlam bir halata mı tutunduğunu sık sık gözden geçirmelidir. Belki her gün birkaç defa tutunduğu ipin kendisini taşıyıp taşıyamayacağını, onunla köprüleri geçip geçemeyeceğini, menzile ulaşıp ulaşamayacağını kontrol etmelidir. O, bütün haramlara karşı kararlı bir tavır alsa ve dinin bütün emirlerine sımsıkı sarılsa da kendisi adına sürekli endişe taşımalıdır.

Hz. Ömer’in şöyle dediği nakledilir: “Tek bir kişi haricinde herkes Cennet’e gidecek deseler, acaba o bir kişi ben miyim, diye endişe ederim.” Hâlbuki Hz. Ömer halife olduğu dönemde öyle büyük işler başarmıştır ki onun on senede gerçekleştirdiğini Osmanlılar yüz elli senede gerçekleştirememişlerdir. Muhtemelen onun bu konudaki mülâhazası şuydu: “Şayet benim yerimde Ebu Bekir olsaydı, bu yapılanların birkaç katını yapardı. Çünkü o, benim on senede yaptığımı iki buçuk senede yapmıştı.”

Bu sebeple insan çok büyük başarılara imza atsa, yaptığı çalışmalarla insanlığın önüne yeni ufuklar koysa, çağ kapayıp çağ açsa bile yine de gurura kapılmamalıdır. Yaptığı hiçbir işi takdir ve alkışa bağlamamalıdır. Amellerinin karşılığını ahirete bırakmalı, bunlar karşısında herhangi bir dünyevî beklentiye girmemelidir. Yani her şeyi sadece Allah için yapmalı ve bütün güzellikleri O’na nispet etmelidir.

Bir insan, meydana gelen başarıların Allah’a nispet edilmesinden ne kadar inşirah duyuyorsa, imanı o oranda kuvvetlidir. Allah’a gönülden inanmış bir mü’min, başarıların kendisine nispet edilmesinden fevkalâde rahatsızlık duyar ve “Neden insanlar böyle yakışıksız bir nispette bulundular?” der. Böyle bir düşünce küçük olanı büyük, damlayı derya, zerreyi güneş, hiç ender hiç olanı da her şey yapar.

Tercih Hatası Yapmama

Bu itibarla insan, tercihini doğru yapmalı. O, salonları veya meydanları doldurmuş pek çoğu itibarıyla da ne dediğinin farkında olmayan kalabalıkların “Seninle iftihar ediyoruz.” demelerindense, yerde ve gökteki bütün ruhanilerin, “Seninle iftihar ediyoruz.” demesini tercih etmelidir. Eğer tercihinizi uhrevî nimetler istikametinde kullanırsanız yani Allah’ı seçerseniz siz de O’nun tarafından “seçilmiş” olursunuz. Nitekim enbiya-i ızâm’a “Mustafeyne’l-Ahyâr (seçilmiş hayırlı insanlar)” denilmesinin sebebi, onların bu mevzuda isabetli bir tercihte bulunmalarından kaynaklanır. Burada seçim isabetli yapılmalıdır ki ahirette Cennet ve Cehennem’e gidecekler seçilirken doğru tarafta yer alabilelim.

Bir mü’minin kullukta derinleşme, i’lâ-i kelimetullah vazifesini deruhte etme, tevbe ve istiğfar kahramanı olma, Allah karşısında haşyetle gerilme, iç-dış bütünlüğünü yakalama, bütün başarıları Allah’tan bilme gibi hususlarda muvaffak olabilmesi kâmil bir imana sahip olmasına bağlıdır. Kur’ân, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler, iman edin.” (Nisâ sûresi, 4/136) buyurmak suretiyle mü’minlere sürekli imanlarını tazeleme ve imanda derinleşme yolunu gösteriyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ “İmanınızı yenileyiniz…” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359) sözleriyle aynı hususa dikkat çekiyor.

Bu açıdan insan her sabah güne uyanırken ter ü taze bir imanla o güne başlamaya azmetmelidir. Daha doğrusu her gününü imanda daha bir derinleşmek suretiyle canlandırmalı, hayattar hâle getirmelidir. İmanı arttıkça, “Allah’ım, nasıl olmuş da ben dün Seni böyle duyamamışım!” demelidir. Mâbud-u bi’l-hak ve Maksûd-u bi’l-istihkak olarak sadece O’nu görmelidir. Duyduğu, gördüğü her şeyi analiz ve sentezlere tabi tutarak onlardan yepyeni komprimeler çıkarmalı, yeni formüllere ulaşmalıdır. Hz. Pir’in yaklaşımıyla bir “Hel min mezîd” kahramanı olarak uğradığı her menzilde dağarcığını doldurmaya çalışmalı ve oradan başka bir menzile geçmelidir. Doyma bilmeyen bir arzuyla sürekli kanatları gergin hep yukarılara daha yukarılara daha yukarılara yükselmelidir.

Kur’ân’dan Hakkıyla İstifade Edebilmenin Yolu

Soru:Sohbetlerinizde Kur’ân’dan hakkıyla istifade edebilmek için ona duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresiyle müracaat etmenin önemi üzerinde duruyorsunuz. Burada söz edilen duygu safveti ve ihtiyaç tezkeresi nasıl anlaşılmalıdır?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim’in doğru anlaşılması ve ondaki ilâhî maksatların görülmesi için dikkat edilmesi gereken pek çok kaide ve disiplinden bahsedilebilir. Bu konuda Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sahabe-i kiramın izah ve temsilleri çok önemli olduğu gibi İslâm ulemasının konuyla ilgili ortaya koyduğu disiplinler de mutlaka göz önüne alınmalıdır. Fakat Kur’ân ilimlerine dair dikkat edilmesi gereken bu tür prensiplerin de öncesinde bir insanın duygu ve düşünce safvetine sahip olması ve Kur’ân’ın ortaya koyduğu beyan ve ahkâma ihtiyaç hissetmesi çok önemlidir.

Duygu Safveti

Duygu safveti, insanın, düşünceleri itibarıyla duru olması, samimiyetten ayrılmaması, ele aldığı meseleyi incelerken ve anlamaya çalışırken onun dışındaki başka mülâhazalara kapanması demektir. Bu yönüyle o, her meselede önem arz eder. Kur’ân ve Sünnet’e duygu safvetiyle yaklaşma, insanın bütün önyargılardan sıyrılarak ve yabancı ideoloji ve felsefelere kapanarak bu iki kaynağı murad-ı ilâhiye uygun olarak kendi bütünlüğü içinde anlama niyetini, azmini ve gayretini ifade eder. Duygu safvetine sahip olan bir insan sadece Allah’ın rızasını düşünür. Dolayısıyla o, Kur’ân’ı, kendisini anlatma adına bir basamak yapmaz. Kur’ânî bir ruha sahip olan insan, Allah’ın kelâmını hiçbir şeye âlet etmez. Zira onun asıl maksadı öncelikle ilâhî beyanı Allah’ın maksatlarına uygun olarak anlayabilmek, sonra da bunları başkalarına duyurmaya çalışmaktır.

Eğer bir insan Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini, kelimelerini, konularını, muhtevasını iyi biliyor ama bunları, kendini ifade etmeye vesile olarak kullanıyorsa, onun duygu ve düşüncelerinin saf ve duru olduğu söylenemez. Kur’ân hakkındaki bilgisine dayanarak başkalarının kendisine ihtiram göstermesini isteyen veya bununla bir kısım makamlar elde etmeyi arzulayan bir insanın duyguları kirli demektir. O, Kur’ânî bir gönle ve ruha sahip değildir. Böyle bir insanın umduğu şeylere nail olması imkânsızdır. Muvakkaten bazı insanlar aldansa ve onun arkasından koşsalar da bu sürekli olmayacaktır.

Duygu safvetinin niyet ve maksatla sıkı bir münasebeti vardır. Kişinin niyetinin iyi veya bozuk olmasına göre Kur’ân’dan istifadesi de değişecektir. Bilgiçliğini ortaya koyma, başkaları tarafından saygı ve takdir görme, insanların teveccüh ve alâkasını kazanma gibi bozuk niyetlerle Kur’ân’a yönelen ve bu alanda ilim sahibi olmak isteyen bir insan muvakkaten bu emellerine nail olsa bile hakkıyla Kur’ân’dan istifade edemeyecektir. Buna mukabil, derya yerine bir damlaya talip olmayan, küçük hesapların peşinde koşmayan ve sadece Allah rızasını düşünen, Allah’ın insanlığa inzal buyurduğu Yüce Kitab’ı vasıtasıyla O’nun maksatlarını anlamaya çalışan ve bu sayede Allah’a kâmil bir kulluk ortaya koymayı isteyen bir insan ise Kur’ân’ı çok daha derince anlayacak ve çoklarının göremediği hakikatleri görecektir.

Bu açıdan insan en başta, Kur’ân karşısındaki duygu ve düşüncelerini gözden geçirmeli ve zihninde onu nereye koyduğuna dikkat etmelidir. Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu unutmamalı ve ona -haşa- bir beşer sözüymüş gibi sathi bir nazarla bakmamalıdır. Onun kendine has bir edası ve ifade biçimi olduğunu hatırda tutmalıdır. Eğer Kur’ân’ın kendisine kapılarını açmasını ve sonrasında bu açık kapılardan onun içine girmeyi istiyorsa, duygu ve düşüncelerinin kendisi için bir perde ve hail olmamasına ve kendisine husuf ve küsuf yaşatmamasına dikkat etmelidir. Kur’ân’ı doğru görmek, onun mânâlarını doğru anlamak ve Rabbimizin, onun ifadeleri arasında yer alan muradına ulaşmak için her türlü kirli mülâhazadan sıyrılmalı ve niyet duruluğuna ulaşmalıdır.

Bir insanın Kur’ân karşısında böyle bir niyet duruluğuna erişmesi, ulaşılması çok zor bir hedef olduğu için bu konuda Allah’a ne kadar dua edilse sezadır. Bir insanın ellerini kaldırıp, “Allah’ım, bize gönderdiğin ilâhî kelâmında yer alan yüce maksatlarını anlamak istiyorum. Kelamında Sen’i tanımak ve Sen’i duymak istiyorum. Kelamını Sen’den duyuyor gibi veya en azından Habibinin lâl ü güher saçan dudaklarından dökülüyor gibi duymak istiyorum. Allah’ım, beni Kur’ân’ı anlamaya muvaffak kıl!” demesi çok önemlidir. Eğer bir kimse fakire gelip bu şekilde bin defa dua ettiğini söylese benim cevabım, “Niye iki bin defa değil!” şeklinde olacaktır.

İhtiyaç Tezkeresi

İhtiyaç tezkeresi ise, bir insanın Kur’ân’ı, -bir kitaba isim olmuş bir ifadeyle- “menhelü’l-azbü’l-mevrûd” yani tertemiz ve dupduru bir tatlı su kaynağı gibi görmesi ve ona olan ihtiyacını hissetmesi demektir. Böylece ondan istifade etme adına fikir, mantık ve muhakeme kovasını salacaktır. Hatta meseleyi sadece akıl düzeyinde de bırakmayarak kalbinin enginlikleri ve vicdanının derinlikleriyle işin içine girecek ve oradan alabildiğini alacaktır. Aksi takdirde insan bu tatlı su kaynağına kovasını salsa bile bir şey elde edemez ve onu boş olarak çıkarır.

Bilindiği gibi ihtiyaç çok önemli bir üstattır. O, insanı yeni şeyler öğrenmeye ve yeni keşiflerde bulunmaya sevk eden önemli bir dinamiktir. İhtiyacın ileri derecesi olan “ıztırar”ın (zaruret durumuna maruz kalma, dara düşme) Allah’a karşı çok önemli bir müracaat üslubu olduğu ve Allah’ın “muztarr”ın (ıztırar durumuna düşmüş, darda kalan kimse) duasına icabet edeceği bizzat Kur’ân-ı Kerim’de ifade edilmektedir.

İşte insan ıztırar derecesinde bir ihtiyaç ile Kur’ân’a yönelir, “Allah’ım ben Kur’ân’sız edemem. O olmadan doğru yolu bulamam, sırat-ı müstakimde kalamam.” der, Kur’ân’a duyduğu ihtiyacı derinlemesine hissederek ona müracaat ederse aradığını onda bulur. İnsan, dilenmeye doymuş, ihtiyaç izhar etmeyen, yüzünü öbür tarafa çevirip “Verirsen ver, vermezsen verme!” tavırları içerisinde kendisinden bir şeyler isteyen dilenciyi önemseyip ona bir şey vermez. Buna karşılık bir de gerek hâl ve tavırlarıyla gerekse sözleriyle ihtiyaç içerisinde olduğunu hissettiren dilenci vardır ki böylesini reddetmek zordur. Dolayısıyla dilencinin bile ihtiyacının farkında olması, dilenmesini ve istemesini bilmesi maksadına ulaşması adına çok önemlidir.

Keza, müstağni tavırlarla, bilmiş bilmiş konuşarak soru soran kimsenin alacağı cevap da ona göre olacaktır. Muhatabı ya böyle bir soruya cevap vermeyecek ya da kerhen birkaç şey söyleyip meseleyi geçiştirecektir. Fakat bir insan soru soracağı şahsa güven içerisinde ve gerçekten onun cevabına muhtaç bir tavırla soru soracak olursa, cevap veren de elinden geldiği ölçüde onun talebini karşılamaya çalışacaktır.

Aynen bunun gibi eğer bir mü’min, Kur’ân-ı Kerim’e duyduğu ihtiyacının farkında olarak ona gönülden teveccüh ederse onu daha derince ve engince anlayacaktır. Zira Kur’ân, hazinelerini ancak, samimi hislerle kendisine yönelen kimselere açar. Fakat Kur’ân’a karşı müstağni davranana Kur’ân da “kıskanç” davranacaktır. Kendisine müstağniyane tavırlarla yanaşan kimseye karşı panjurlarını indirecek, kapılarını kapatacak ve “Beyhude yorulma, kapılar sürmelidir.” diyecektir. Her ne kadar Kur’ân âyetlerini okuyan kimse onların zahirî mânâlarından bir şeyler anlasa da katiyen arka plânına nüfuz edemeyecek, derinliklerine inemeyecek ve onların altında yatan makasıd-ı ilâhîyi göremeyecektir.

İhtiyacının Farkında Olma

Burada bir hususun daha üzerinde durulması faydalı olacaktır. Bir insanın Kur’ân’a ihtiyaç tezkeresiyle başvurabilmesi için öncelikle ihtiyacının şuurunda olması gerekir. İşte bu ihtiyacı hissedebilme adına bir kısım dinamiklerin değerlendirilmesi gereklidir. Mesela Kur’ân’ın nasıl bir kitap olduğunu anlama, bizim dünyevî ve uhrevî ihtiyaçlarımızı karşılamada onun nasıl hayatî bir rolü olduğunu idrak etme, Kur’ân’da yer alan bir kısım meselelerin daha iyi anlaşılmasını sağlama gibi noktalarda birbirimizi ikaz edebilir ve tevcihte bulunabiliriz. Gerekirse Kur’ân’a dair bir kısım eserleri aramızda müzakere etmek suretiyle bu konuda daha donanımlı hâle gelmenin imkânlarını değerlendiririz. Kur’ân’la ilgili sohbet ve dersler yapmak ve bu derslerde bir kısım meseleleri ele almak suretiyle insanlara Kur’ân’a nasıl ihtiyaçları olduğunu gösterebiliriz. Eğer biz bu konular etrafında sürekli pratik yapar, yapacağımız sondajlarla Kur’ân’a dair bir kısım meseleleri ortaya çıkarır ve dikkatleri bunların üzerine çekmeye çalışırsak zamanla insanlara ihtiyaçlarını hissettirebilir ve onları Kur’ân’a yönlendirebiliriz.

Aksi takdirde Kur’ân, anahtarlarını elde edemediğimiz bir hazine olarak önümüzde durur da biz ondan layıkıyla istifade edemeyiz. O, ne kadar ulvî ve değerli bir hazine olursa olsun ondan istifade edebilmek için anahtara ihtiyaç vardır. İşte ihtiyaç tezkeresi ve duygu safveti ondan istifade edebilme adına böyle önemli iki anahtardır. Bu açıdan öncelikle bu anahtarlara sahip olmanın ve bu konuda başkalarına da yardımcı olmanın yollarını aramalıyız.

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ “Ey iman edenler! Allah sizi, hayat verip dirilteceği gerçeklere çağırdığında, siz de O’nun ve Resûlü’nün çağrısına icabet ediniz.”(Enfâl sûresi, 8/24) Demek ki bizim dirilişimiz Allah ve Resûlü’nün çağrısına icabet etmemizle yani Kur’ân’ın hükümlerine tâbi olmamızla gerçekleşecektir. Bu çağrıya kapalı kalanların diri kalmaları da mümkün değildir. Çağrıya tam mânâsıyla icabet edebilmenin yolu ise insanın her türlü önyargıdan, ülfet ve ünsiyetten, şartlanmışlıktan kurtularak duygu safvetiyle Kur’ân’a bakabilmesi ve aynı zamanda ihtiyaçlarının farkında olarak bunları onunla gidermeye çalışmasıdır.

Farklı bir tabirle, dirilebilmeniz için mutlaka Kur’ân’dan istifade etmeniz gerekir. İstifade edebilmek için de ondan bir şeyler yudumlamanız, onu duymanız, hissetmeniz, tam mânâsıyla içinize sindirmeniz, tabiatınıza mâl etmeniz, biraz daha sade Türkçeyle söyleyecek olursak onu içtenleştirmeniz gerekir. Öyle ki aklınız ve mantığınızla Kur’ân’ın içine girdiğiniz zaman aksine ihtimal vermeyecek şekilde onun Allah kelâmı olduğunu kabullenmelisiniz. Bu, Allah’tan istememiz gerekli olan en önemli şeylerden birisidir.

Çocukken bize öğretilen saf ve basitçe bir akideyle Kur’ân’a bakma değil, bilakis, Kur’ân’a olan imanımızı aklımıza, mantığımıza, hislerimize, latifelerimize kısaca mahiyetimize öyle sindirmeliyiz ki aleyhte bir şeyle karşılaştığımızda düşünmeden ve farkında olmadan buna reaksiyon gösterebilmeliyiz. Kur’ân’ı müdafaa noktasındaki tepkimiz bizde tabii hâle gelmeli. Dıştan gelen yanlış, ters ve sapık fikirler tabiatımızın tepkisiyle ters yüz edilmeli. Eğer bu konuda içimizde şüpheler beliriyor ve sarsıntı yaşama sath-ı mailinde duruyorsak bu, Kur’ân’ı anlamamıza mâni olacaktır.

Bu açıdan ellerimizi açıp, “Allah’ım, bana Kur’ân konusunda öyle bir iman ver ki karşıma bin tane şeytan çıksa ve aklî ve mantıkî delillerle beni Kur’ân’ın kelamullah olmadığı noktasında ikna etmeye çalışsalar, ben yine de bunların hepsini elimin tersiyle itebileyim. Ne akıl ne tasavvur ne de tahayyül planında Kur’ân’a olan imanımın yanına, muhalif hiçbir mülâhaza sokulmasın. Sokulanlar da benim imanımın sübuhat-ı vechi karşısında eriyip gitsin.” demeli ve bu konuda kararlı durmalıyız. Daha önce de söylediğimiz gibi bu konuda Allah’tan ne kadar çok talepte bulunursak bulunalım yine de az istemiş oluruz. Fakat ne yazık ki insanları ruh haletleriyle değerlendirdiğimiz zaman bu mevzuda Allah’tan ciddi bir istekte bulunulmadığını görüyoruz.

Bir insan bu konuda Allah’tan ısrarlı bir şekilde talepte bulunursa, kendisi de en azından, “Acaba böyle bir imanı nasıl elde edebilirim?” diyecek ve bu işin arkasına düşecektir. Bir seyyah gibi bunu araştıracak, bulduklarını yeterli görmeyecek ve sürekli, “Daha yok mu?” diyecektir. Bunun arkasına düşen bir insan eğer ciddi ve gayretli olur ve bütün benliğiyle işin içine girerse er-geç maksuduna ulaşacaktır. Fakat aramayanın bulması mümkün değildir.

Bu sebeple sık sık kendimizi yoklamalı ve bu konuda nerede durduğumuzu kontrol etmeliyiz. Neyin peşinde olduğumuza bakmalı, bizim için hayatımızın en önemli meselesinin ne olduğunu düşünmeliyiz. İman ve marifette derinleşmeyi hayatımızın en önemli gaye-i hayali hâline getirmeli, yeme-içme, çoluk-çocuk sahibi olma gibi dünyevî bir kısım meşgalelerimizi bile bununla irtibatlı götürmeliyiz. Yoksa dağınıklığa düşeriz. Zamanla bir kısım dünyevî işler bizim için birinci gaye olmaya başlar ve biz asıl yaratılış gayemizi unuturuz.

Örnek Bir Mürşid: Şuayb Aleyhisselâm

Soru: Hz. Şuayb’ın, kavmine hitaben söylediği, “Ey kavmim, şimdi eğer ben Rabbim’den gelmiş delillere dayanıyorsam; O da nezdinden bana güzel bir rızk ve nasip lütfetmişse, (sizin dediğiniz gibi davranırsam) O’na nankörlük etmiş olmaz mıyım? Hem ben sizi menettiğim konularda (sözlerime) muhalif hareket etmeyi de düşünmüyorum. Benim istediğim bir tek şey var o da, gücüm yettiğince toplumu ıslah etmektir. (Bu konuda) muvaffak kılacak da yalnız Allah’tır. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.” (Hûd Sûresi, 11/88) şeklindeki sözleri, irşat erleri adına ne tür mesajlar içermektedir?

Cevap: Öncelikle bir hususun altını çizmekte fayda var. Peygamberlerin kavimleriyle yaptığı konuşmaların ve onlara yönelttiği nasihatlerin iyi anlaşılması için, o kavimlerin hususiyetlerinin bilinmesi gerekir. Zira onların beyan ve ifadelerinin konjonktürel bir yanının olduğu, sosyal çevrenin gereklerine göre şekillendiği unutulmamalıdır. Kur’ân’da anlatılan peygamber kıssalarına bakılacak olursa, her kavmin farklı bir hususiyetinin, farklı bir hastalığının olduğu görülür.

Hz. Şuayb’ın kavminin problemi de diğerlerinden farklıdır. Hz. Şuayb, Medyen ve Ashab-ı Eyke’ye peygamber olarak gönderilmişti. Tefsirdeki bir tevcihe göre ihtimal kendisi Medyen’de neş’et etmiş fakat Eyke halkını irşat etmekle de görevlendirilmişti. Zira Kur’ân-ı Kerim, Hz. Şuayb’ın Medyen’e peygamber olarak gönderilmesinden bahsederken her seferinde “ehâhum-kardeşleri, içlerinden biri” demesine mukabil (A’raf sûresi, 7/85; Hûd sûresi, 11/84; Ankebût sûresi, 29/36), onun Eyke ile irtibatını anlatırken bu ifadeyi kullanmıyor. (Şuara sûresi, 26/177)

Kur’ân’ın beyanına bakıldığında buraların o gün itibarıyla önemli birer ticaret merkezi olduğu anlaşılıyor. Bunu fırsat bilen ahali önemli servetler elde etmiş ve bununla da küstahlaşmış ve şımarmışlardı. Ticaret ve alışverişlerinde spekülasyonlara başvuruyor, milletin malını hortumluyor, alışverişlerine hile katıyor ve insanları aldatıyorlardı. Yine âyetlerin ifadelerine bakılacak olursa muhtemelen yolları tutup üreticilerin mallarını ellerinden ucuza almak suretiyle halka pahalıya satıyor, ticaret mallarına haraç kesiyor ve bunlardan ağır vergiler alıyorlardı. Bu yüzden Hz. Şuayb, her seferinde onlara alışverişlerinde dürüst ve adaletli olmalarını tavsiye etmiş ve haksız yere insanların mallarını almamalarını öğütlemiştir.

Bütün Peygamberlerin Ortak Çağrısı

Kavimlerin hastalık ve problemlerine göre peygamberlerin öne çıkardığı hususlarda bir kısım farklılıklar olsa da, bütün peygamberlerin ittifakla üzerinde durduğu çok önemli hakikatler de vardır. Mesela peygamberlerin, kavimlerine yaptığı çağrılara bakıldığında onların tamamının insanları tevhide ve Allah’a kullukta bulunmaya çağırdıkları görülecektir. Bütün peygamberler kavimlerini küfürden, şirkten, dalaletten ve ifsattan korumaya çalışmışlardır. Dolayısıyla enbiya-i izam neş’et ettikleri yerlerin şartlarına göre detaya ait meselelerde farklı bir kısım hususlar üzerinde durmuş olsalar da, onların misyonlarının asıl amacı, insanları tevhid ve ubudiyete çağırmaktır.

Aynı şekilde tüm peygamberler, yaptıkları nübüvvet vazifesi karşılığında kavimlerinden maddî-manevî hiçbir şey beklemediklerini, mükâfatlarının yalnız Allah’a ait olduğunu vurgulamışlardır. Sözgelimi Şuara sûresinde geçen peygamber kıssalarına bakıldığında, bütün peygamberlerin ağzından ittifakla şu sözlerin döküldüğü görülmektedir: وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Yaptığım bu külfetli hizmet karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum. Zira benim mükâfatım Rabbü’l-âlemin’e aittir.” (Şuarâ Sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180) Kendilerine gönderilen peygamberlerini öldürmeye azmetmiş kişilere Habib-i Neccar’ın söyledikleri de aynı hakikate işaret etmektedir: اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ “Kendileri hidayette olan ve sizden de hiçbir ücret istemeyen bu insanlara uyun!” (Yâsîn Sûresi, 36/21)

Demek ki irşat mesleğinde muvaffak olmanın önemli gereklerinden birisi, beklentisiz olmaktır. Yaptıkları hizmet karşılığında kimseden bir şey beklemeyen insanlar, hem ihlaslarını muhafaza etmiş hem de insanlarda güven duygusu oluşturmuş olurlar. Çarklarını belirli beklentilere göre kurmuş olanların, arkasına aldıkları insanları sahil-i selamete ulaştırdıkları görülmemiştir. Niyazi Mısrî’nin ifadesiyle, “Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır, Mürşidi kâmil olanın gayet yolu âsân imiş.” Yapılan hizmetlerin, kartopu gibi yuvarlandıkça büyümesi, ihlâsla taçlanmasına bağlıdır.

Güvenilir Olma

Şimdi soruda dile getirilen âyet-i kerimeye daha yakından bakmaya çalışalım. Hz. Şuayb, يَا قَوْمِ diyerek söze başlıyor. Bu hitapta mütekellim “ye” sinin düştüğü görülüyor. Bu da Hz. Şuayb’ın kavminin hidayeti konusundaki heyecan ve acelesine işaret edebilir. Yer yer Kur’ân’da bu tür tasarruflara rastlamak mümkündür. Devamla o, أَرَأَيْتُمْ إِنْ كُنتُ عَلَىٰ بَيِّنَةٍ مِنْ رَّبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا “Bana söyler misiniz, şayet ben (sizi davet ettiğim hususlarda), Rabbimden gelen bir burhan ve delil üzerine isem ve O bana nezdinden güzel bir rızık vermişse…?” diyor.

Hz. Şuayb, bu ifadeleriyle Cenâb-ı Hakk’ın kendi üzerindeki nimetlerini hatırlatarak kavmini düşünmeye davet ediyor. O, sahip olduğu malların ve nimetlerin Allah tarafından kendisine lütfedilmiş helâl bir rızık olduğunu zikretmek suretiyle, kavminin rızıklarının helâl olmadığına da bir göndermede bulunuyor. Nitekim o, daha başka âyet-i kerimelerde açıkça zikredildiği üzere, أَوْفُوا الْكَيْلَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُخْسِرِينَ * وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ * وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ “Ölçeği tam ölçün, eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın. Taşkınlık yaparak nizamı bozmayın!” (Şuarâ Sûresi, 26/181-183) şeklindeki ifadeleriyle, onlara helâl rızkın yolunu göstermiştir.

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere Hz. Şuayb’ın kavmi, sahip oldukları serveti, zulümle, haksız yollarla edinmişlerdi. Dolayısıyla onlar, -hâşâ- Peygamberlerini de kendileri gibi görebilir ve onun hakkında da suizanlara girebilirlerdi. Zira Hz. Şuayb onların içinde neş’et etmişti. İşte böyle bir suizannın önünü alma adına o, sahip olduğu malları meşru yollarla elde ettiğini belirtiyordu. Sahip olduğu malların, Allah tarafından kendisine ihsan edildiğini ve bunların helal, temiz ve güzel rızıklar olduğunu ifade etmek suretiyle onların zihnine gelebilecek muhtemel şüpheleri bertaraf ediyordu. Bir açıdan onun bu tavrını, milletine hesap verme olarak görmek de mümkündür.

Evet, her mürşid, içinde yaşadığı topluma karşı hayatının hesabını vermeye hazır olmalıdır. Çünkü onun, toplum nazarında güvenilen ve itimat edilen bir insan hâline gelmesi buna bağlıdır. Hz. Pir’in hayatına bakacak olursak, onun, giydiği elbiselerden yediği yemeklere kadar her şeyinin hesabını verdiğini görürüz. Zira insanların zihinlerinde size karşı “milletin malını çarçur ettiğinize veya milletin malından kendinize de bir şeyler apardığınıza” dair herhangi bir şüphe hâsıl olduğunda güvenilirliğinizi kaybedersiniz.

Dün gecekondudan çıktıkları ve “vatan”, “millet” diyerek ortaya atıldıkları hâlde, bugün yatlarda, yalılarda yaşayan, değişik şirketlere ortak olan, hatta kendilerinin yanında oğullarını, kızlarını, damatlarını da zengin eden insanlar katiyen inandırıcı olamazlar. Bugün farklı ayak oyunlarıyla gerçek yüzlerini perdelese ve sahip oldukları gerçek zenginliği kimseye hissettirmeseler bile, bir gün gelir ve her şey ayan beyan ortaya çıkar. İşte o gün onlar elde ettikleri bütün itibarlarını yitirirler; hiçbir kıymet-i harbiyeleri kalmaz. Hatta lanet ile yâd edilen birer melun haline gelirler. İşte bu sebepledir ki hakiki bir mürşid bütün bir hayatını iffetle, ismetle yaşamalı, her türlü töhmetten uzak durmalı ve bunu da insanlara ihsas etmelidir.

Evet, koca Peygamber, “Rabbim, nezdinden bana güzel bir rızk nasip etti.” demek suretiyle, elindeki imkânları meşru yollarla elde ettiğini ifade ediyor, onlar gibi olmadığını ortaya koyuyordu. O, spekülasyonlara girmemiş, milletin malını hortumlamamış, rüşvetle iş yapmamış, alışverişine hile karıştırmamıştı. Kazandığını helalinden kazanmıştı. Hz. Şuayb, bütün bunlara işaret etmek suretiyle emin ve güvenilir bir insan olduğunu vurguluyordu. Aynı zamanda o, daha sonra kavmine yapacağı nasihatlere de zemin hazırlıyordu.

Özü Sözü Bir Olma

Hz. Şuayb, âyetin devamında, وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَىٰ مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ “Sizi menettiğim konularda (sözlerime) muhalif hareket etmeyi düşünmüyorum.” sözleriyle irşad ve tebliğ adına önemli bir prensibe daha dikkat çekmiştir. Başka bir âyet-i kerimede, أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ “Halka iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz yoksa? Hâlbuki siz Kitab’ı okuyup duruyorsunuz. Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?” (Bakara Sûresi, 2/44) buyrulmak suretiyle Benî İsrail, söyledikleri sözleri yapmadıklarından ötürü kınanmışlardır.

Şu âyet-i kerimede ise Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا لِمَ تَقُولُونَ مَا لَا تَفْعَلُونَ “Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız/yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saff Sûresi, 61/2) Bu âyetin manası, “Yapmıyorsanız, söylemeyin” demek değildir. Bilakis, “Madem söylüyorsunuz, söylediğiniz şeyleri kendiniz de yapın.” demektir. Çünkü müessiriyetin yolu budur. Söylenilen sözlerin muhataplar tarafından hüsnükabul görmesi buna bağlıdır.

Islah Peşinde Olma

Hz. Şuayb, kavmini uyardığı hususlarda, fiillerinin, sözlerine muhalif olmasını istemediğini belirttikten sonra, asıl isteğini şöyle ifade etmiştir: إِنْ أُرِيدُ إِلَّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ “Benim istediğim bir tek şey var, o da, gücüm yettiğince ıslahta bulunmak; kendim ve başkalarının ıslahı, sulh ve selamet yolunda çalışmaktır.”Burada peygamber sözündeki temkini de görmek mümkündür. O, insanlar arasında salahın, barışın, esenliğin hâkim olması için uğraşıyordu. Bunun için de öncelikle onları kalb, ruh, düşünce ve duygu selametine ulaştırmaya çalışıyordu. Zira iç dünyalarını ıslah edemeyen insanların, toplumsal barışı sağlamaları ve içtimai düzeni kurabilmeleri mümkün değildir. Fakat bunu, gücü yettiği ölçüde yapabileceğini belirtiyordu.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: إِنَّ الدِّينَ بَدَأَ غَرِيبًا وَيَرْجِعُ غَرِيبًا، فَطُوبَى لِلْغُرَبَاءِ الَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَ النَّاسُ مِنْ بَعْدِي مِنْ سُنَّتِي “İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Benden sonra insanların sünnetimi bozdukları bir dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!” (Tirmizî, iman 13) Efendimiz, çarşının pazarın kirlendiği, evin cehalet içinde yüzdüğü, mektebin kendisinden bekleneni veremediği, camide aşk u heyecanın söndüğü ve Müslümanların garipçe yaşadığı bir dönemde ıslah peşinde koşan insanları müjdelemiştir. Bazı kimselerin toplumu ifsat etmelerine mukabil onlar, canlarını dişlerine takıp hep salah peşinde koşacaklardır.

Bu sebepledir ki mürşidin tek derdi ıslah olmalıdır. O, kendi dünyasını değil, halkı ıslah etme derdinde olmalıdır. Halk ıslah edilince, yeryüzünde problem de kalmayacaktır. Yeryüzü, problemi insanla tanımıştır. Problemi insanda çözeceğiniz ana kadar, problemlerin hakkından gelemezsiniz.

İnsanî acz ve zaafının farkında olan bu kutlu Nebi, وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُMuvaffak kılacak yalnız Allah’tır. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.” diyerek sınırlı gücünden tecerrüt ediyor ve Allah’ın sınırsız gücüne sığınıyordu. Zira o çok iyi biliyordu ki, elde edilen başarıların arkasında Allah’ın inayeti vardır. Ona dayanıp Ona sığınmadıktan sonra hakiki ve kalıcı muvaffakiyetler elde edebilmek mümkün değildir. O halde, bize düşen vazife, yazmamızda, çizmemizde, konuşmamızda, hatta attığımız her adımda bütün benliğimizle O’na güvenmek, O’na dayanmak, O’na yönelmek ve O’na sığınmaktır.

Rol Model Olarak Sahabe

Soru: Eğitimde ihtiyaç duyulan en önemli hususlardan birinin, muhataplara gösterilecek “rol modeller” olması göz önünde bulundurulacak olursa, sahabe efendilerimiz bu ihtiyaç ekseninde insanlara nasıl arz edilmelidir?

Cevap: Sahabe-i kiram, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinledikleri, O’nun huzurunun boyasıyla boyandıkları ve O’nun fırçasıyla şekillendikleri için ayrı bir hususiyet kazanmışlardır. Onlar, mükemmel bir dinin kusursuz bir temsilcisi olan İnsan-ı Kâmil’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) gördükleri ve dinledikleri için İslâm’ı doğrudan doğruya bu saf ve duru kaynaktan öğrenmişlerdir. Dolayısıyla da Kur’ân ve Sünnet’i çok iyi kavramış, makâsıd-ı İlâhiyeye vâkıf olmuş ve ömürlerini hep marzî-i ilâhîye müteveccih yaşamışlardır. Bu sebepledir ki Allah Resûlü, birçok hadis-i şeriflerinde sahabe-i kiramın mümtaz ve müstesna konumuna dikkat çekmiş ve kendi sünnetinin yanı sıra onların yoluna tâbi olunması gerektiğini de ifade etmiştir. Çünkü onlar hakikaten örnek alınacak insanlardır.

Bu açıdan sahabe-i kiramın günümüz insanları tarafından iyi tanınıp bilinmesi çok önemlidir. Zira onlar tanındıkça daha çok sevilecek, sevildikçe örnek alınacak ve hayat tarzları benimsenecektir. Onlara ittiba etmek ve adım adım yollarını takip etmek sahil-i selamete ulaşmaya vesile olacak; onlardan ayrı düşmek de çok ciddi kopuklukların yaşanmasına sebebiyet verecektir. Zira onların yolunu takip etmek Allah Resûlü’ne ittiba adına çok önemli bir vesile olduğu gibi, Allah Resûlü’ne uyma da Allah’ın emirlerine ittiba etme demektir.

Eğer insanlar sahabeyi tanır, sever ve onların yolunda yürümeye başlarlarsa bir süre sonra onların ahlâkıyla ahlâklanırlar. Zamanla sahabe sevgisi onların içinde neşv ü nema bulacağı, filizleneceği ve boy atıp gelişeceği için, onlar da hâl, tavır ve davranışlarıyla sahabeye benzemeye çalışacaklardır. Hiç şüphesiz bu ölçüde sahabe sevgisiyle dolu olan bir insanın, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) sevmemesi, Allah aşkıyla yanıp tutuşmaması düşünülemez.

Esasında bir insanın gerçek insanlığı duyması da bunlara bağlıdır. Kalbinde Allah’ın, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve O’nun sadık temsilcilerinin sevgisi olmayan bir insanın insan-ı kâmil ufkuna kanatlanması çok zordur. Gerçek insanlığa yükselmenin yolu, o Zat’ın ahlâkıyla ahlâklanmaktan geçer. Çünkü O’nun ahlâkı, Kur’ân ahlâkıdır.

Sahabenin Fazilet ve Hususiyeti

Öte yandan sahabe-i kiram iyi bilinmez, onların dini yaşama ve yorumlama tarzlarına vâkıf olunmazsa, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı da tam olarak kavranamaz. Zira sahabe-i kiram Resûlullah’a ulaşma adına bir köprü gibidir. Hatta onların marziyat-ı ilâhiyeye, rü’yete ve rıdvana ulaşma adına birer köprü oldukları da söylenebilir. Onlar tanınmadan siyerin, Kur’ân ve Sünnet’in, dinin maksatlarının doğru anlaşılması çok zordur.

Eğer biz günümüzde özellikle genç nesillerin önüne takip edilmesi ve örnek alınması gereken rol modeller çıkarmak istiyorsak, peygamberlerden sonra bunu en başta hak edenler sahabe-i kiram efendilerimizdir. Dolayısıyla biz, ele aldığımız konuları misallendirirken sürekli onların hayatlarına atıf yapmalı ve onları nazara vermeliyiz.

Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) irşat etme, O’na yürüdüğü yolun realitelerini gösterme, çektiği sıkıntılar karşısında O’nu teselli etme gibi hikmetlere mebni olarak pek çok sûrede peygamber kıssalarına yer vermiştir. Her ne kadar tarihi tekerrürler devr-i daimi içerisinde insanlık çok farkı dönemler yaşamış olsa da bütün zamanları bütün hususiyetleriyle bilen Allah Teâlâ, geçmiş peygamberlere ait bir kısım hâdiseleri Makam-ı Cem’in Sahibi’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) anlatmıştır. Zira bu kıssalardan alınacak öz ve usare bütün zamanların insanları için yol gösterici olacaktır.

Aynen bunun gibi biz de bir kısım dinî ve ahlâkî meseleleri anlatırken, sürekli sahabenin hayatından kesitler arz etmeliyiz. Zira onlar, İslâmî hakikatleri tabiatlarının bir derinliği hâline getirdikleri ve Efendimiz’den öğrendikleri her bir dinî meseleyi realize etmeye çalıştıkları için geride örnek alınması gereken bir hayat bırakmışlardır. Mesela Hz. Ebu Bekir’in hayatına baktığımızda şunu görürüz: O, iki küsur yıllık halifeliği döneminde her birisi günümüzdeki terör örgütleri nispetinde on bir tane irtidat hadisesinin üstesinden gelmiştir. Bu kısa halifelik döneminde çok büyük işler başarmıştır. Fakat buna rağmen o, vefat ettiğinde arkada hiçbir mal varlığı bırakmamıştır. Öyle ki kendisine takdir edilen maaşın bile tamamını harcamamıştır. Kendisine orta dereceli bir insanın hayatını ölçü alan Hz. Ebu Bekir, ihtiyacı olan miktarı aldıktan sonra maaşının geri kalanını bir testiye koyup bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini vasiyet etmiştir. Zira ona göre maaşının ihtiyaç fazlası, tekrar devlet hazinesine iade edilmelidir.

Hz. Ebu Bekir’den sonra halife olan Hz. Ömer, bu testiyi görünce gözyaşlarını tutamamış ve “Senden sonra senin gibi yaşama adına bize imkân bırakmadın.” demiştir. Ne var ki onun yaşayışı da Hz. Ebu Bekir’den farklı olmamıştır. O da oldukça sade, mütevazı ve müstağni bir hayat sürmüştür. Mesela kıtlık olduğu bir dönemde halk ne yiyorsa o da onu yiyip içmiş, zeytinyağına bandığı ekmekle karnını doyurmuştur. Bir seferinde önüne et yemeği getirildiğinde, halkın bunu yiyip yiyemediğini sormuş, yiyemediğini öğrendiğinde de yemeği geri göndermiştir.

Aynı şekilde bir Mus’ab İbn Umeyr’in hayatına baktığımızda, ders alınması gereken örnek bir yaşayış görürüz. Müslüman olmadan önce lüks içerisinde yaşayan ve oldukça rahat bir hayatı olan Hz. Mus’ab, Müslüman olduktan sonra sahip olduğu bütün imkânları ve nimetleri elinin tersiyle itmesini bilmiş ve Uhud’da şahadet şerbeti içeceği âna kadar dini adına büyük kahramanlıklar ve fedakârlıklar ortaya koymuştur. Öyle ki o, Uhud’da Allah Resûlü’nü koruyabilme adına kendisine yönelen oklar ve kılıç darbeleri önünde son nefesine kadar siper olmuştur. Üzerini örtebilecekleri bir kefen bile bırakmadan da bu dünyadan göç etmiştir.

Esasında Allah Resûlü’nün etrafındaki hangi sahabeyi ele alsak, onun ayrı hususiyet ve faziletinin olduğunu görürüz. Zira onlar canları pahasına İslâm davasına sahip çıkmışlar, i’la-i kelimetullah’ı hayatlarının en yüce gayesi hâline getirmişler ve bu yolda olağanüstü fedakârlıklar sergilemişlerdir. Bu fedakârlıklar karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişlerdir. Sadece Allah rızasını hedeflemiş ve ömürlerini çok ciddi bir istiğna ve adanmışlık duygusuyla geçirmişlerdir. Bu açıdan onların her biri, ümmet için birer örnektir.

Dolayısıyla onların mutlaka günümüz insanlarına kendi enginlik ve derinlikleri içerisinde tanıtılmaları gerekir. Zira insan, bildiğini sever; bilmediğine karşı da alâkasız kalır. Eğer günümüz insanları Allah’ı delice sevmiyor, O’nu andıklarında burunlarının kemikleri sızlamıyorsa, O’nu yeterince tanımadıklarındandır. Aynı şekilde Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı çok ciddi bir aşk u alâka duymuyor, O’nu andıklarında dizlerinin bağı çözülüp yere yığılmıyorlarsa, O’nu iyi bilmediklerindendir. Aynen bunun gibi eğer insanlarda bir Ebu Bekir olma, Ömer’e benzeme duygusu oluşmuyorsa, bunun sebebi onların bu şanlı sahabileri yeterince tanımamalarıdır.

O halde yapılması gereken, insanlarda “Ben de onlar gibi olayım!” duygusunu uyaracak şekilde bu büyük sahabîlerin kendi büyüklükleri içerisinde anlatılması ve sevdirilmesidir. Müslümanlar, sahabileri yeterince tanımadıklarından kimin arkasından gideceklerini de bilemiyorlar.

Bu yolda, ashâb-ı kiram efendilerimizden bahsederken kullanılacak üslup da çok önemlidir. Onlar sadece tarihin belli bir diliminde yaşayıp gitmiş insanlar olarak anlatılmamalıdır. Yoksa muhataplar sadece onların kahramanlıklarıyla teselli bulacak fakat onlara benzeme ve onlar gibi olma azm u cehdine sahip olmayacaklardır. Bu açıdan sahabe, her zaman içlerde yaşatılması ve hayatları örnek alınması gereken birer rol model olarak takdim edilmelidir.

Öte yandan, tarihî hâdiselerin tekerrürü ayniyet değil misliyet ölçüsünde gerçekleşmektedir. Bu açıdan sahabe-i kiramın hayatları nazara verilirken mutlaka günümüz şartlarının da göz önünde bulundurulması gerekir. Farklı bir tabirle insanlara, “Böyle bir hayat yaşanmaz.” dedirtmeme ve aynı zamanda onları tenakuza düşürmeme adına sahabenin hayatları anlatılırken konjonktürün dikkate alınması çok önemlidir. İnsanların, sahabe hayatlarının yaşanabilir olduğuna inandırılması gerekir. Bunun için de Siyer’in temel felsefesiyle ve arka plânıyla bilinmesine ihtiyaç vardır. Maalesef bugüne kadar siyer felsefesi üzerinde yeterince durulmamıştır. Hz. Pir’in Kur’ân tefsiri mevzuunda ortak akla işaret etmesi gibi, Peygamber Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerinin de temel mantık örgüsü ve kendi derinlikleriyle ele alınıp günümüz insanlarının nazarına, istifade edilebilir ve yaşanabilir bir bilgi muhassalası olarak takdim edilmesi için böyle bir ortak aklın çalışmasına ihtiyaç vardır.

Yaşamayı Yaşatmaya Bağlamış Sahabe Temsilcileri

Babam, iki şeye âşıktı; Osmanlı ve sahabe. Yanında sahabeden bahsedilince gözleri dolar, âdeta başı dönerdi. Bu sebeple çocukluğumdan itibaren babamın kütüphanesindeki Osmanlıca yazılmış eserlerden sahabe hayatlarını okuyarak büyüdüm. Henüz yedi sekiz yaşında olmama rağmen onların hayatları beni derinden etkiliyordu. Âdeta onlarla oturup onlarla kalkıyordum. Yaşım ilerledikçe bir taraftan sahabeye duyduğum hayranlık artıyor, diğer yandan da gözlerim yaşadığım çağda onların hayatlarını temsil eden insanlar arıyordu. Sürekli kendi kendime, “Yok mu bunların bu çağda bir örneği!” diyordum.

Nihayet medrese talebesi olduğum yıllarda Erzurum’a Bediüzzaman’ın talebelerinden birisi gelince aradığımı buldum. Hz. Pir, talebesi olan Muzaffer Arslan’ı irşat için buraya göndermişti. Bu zat, oturuşu kalkışı, giyim kuşamı, tavır ve davranışlarıyla beni çok etkiledi. Kendi kendime, “Demek ki sahabe sadece kitap sayfaları arasında kalmamış. Bu asırda da onların temsilcileri varmış.” dedim. Zira o, sinesi dolu, gözü yaşlı tam bir aşk ve heyecan insanıydı. Daha sonra da Erzurum’da bulunduğu süre içerisinde onun sohbetlerini hiç kaçırmadım.

Evet, günümüz nesillerine sahabeyi anlatmanın yanında mutlaka onların karşısına sahabe gibi yaşayan insanları da çıkarmak gerekir. Ta ki kendilerine anlatılanların tarihin bir döneminde kalmadığını, aynı fedakârlık ve diğerkâmlık duygularıyla dine hizmet eden insanların kendi yaşadıkları devirde de bulunduğunu görsünler. Eğer sahabe ruhunu temsil eden bu tür insanlar genç nesillerin karşısına çıkar ve gönüllerinin ilhamlarını onlara boşaltabilirlerse Allah’ın izni ve inayetiyle yeni bir sahabe nesli oluşacaktır.

İşte böyle bir neslin yetişebilmesi adına, yaşatmak için yaşayan fedakâr insanlara ihtiyaç vardır. Öyle ki onlar, “Yaşatmıyorsam, yaşamamın da bir anlamı kalmamıştır.” diyecek ölçüde kendilerini insanlığa hizmete adamalıdırlar. Onlar, başkalarının boy atıp gelişmesi adına su olup onların dibine akmalı, toprak olup kuvve-i imbatiyeleriyle onları omuzlarında taşımalı, güneş olup şualarını onların başından aşağı boşaltmalıdırlar. Kısaca hayatlarını bütünüyle insanlığa hizmete vakfetmelidirler. Bu ölçüde samimi olunabildiği ve böyle bir fedakârlık ortaya konulabildiği takdirde peygamber âşığı, sahabe sevdalısı bir neslin yetişmesi de mümkün olacaktır.

  • 1
  • 2
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.