• Anasayfa
  • Yolun Kaderi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Aksiyon insanları ve ilim ehli

Fethullah Gülen: Aksiyon insanları ve ilim ehli

Soru: Tevbe sûre-i celilesinde yer alan, “Mü’minler toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve geri döndüklerinde milletlerini uyarmak üzere geri kalmaları gerekmez mi ki, böylece, yanlışlıklara düşmekten sakınmış olsunlar.” (Tevbe sûresi, 9/122) âyetinin günümüz mü’minlerine verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Yüce Allah bu âyet-i kerimede ilk olarak, وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَآفَّةًkelâmıyla mü’minlerin hepsinin aynı anda sefere çıkmalarının, cepheye koşmalarının ve savaşa iştirak etmelerinin doğru olmadığını beyan buyurmuştur. Daha sonra, فَلَوْلاَ نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِifadeleriyle onlardan bir grubun dinin ruhuna nüfuz etmek için arkada kalması gerektiğini ifade buyurmuş ve وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَkavl-i kerimiyle de bu ilim sahiplerinin değişik cephelerden dönen kavimlerini eğri yolun encamından sakındırmaları, din adına onları beslemeleri ve bilmeleri gerekli olan ilimleri onlara talim etmeleri gerektiğini beyan etmiştir. Çünkü harıl harıl bir cepheden diğerine koşan ve düşmanla yaka paça olan mücahitler bu konudaki ihtiyaçlarını tam karşılayamamış, çok önemli bir vazife yaparken ilim adına eksik kalmış, dinlerini öğrenememiş olabilirler.

İlmî kıvam ve başarı

İslâm’ın ilk intişar ettiği dönemde, müminler, hak ve hakikati anlattıklarından, adaleti temsil ve ifade ettiklerinden dolayı din ve diyanet düşmanları tarafından hücum ve saldırıya maruz kalıyorlardı. Böyle bir durumda mü’minler, işlerini bitirmek için üzerlerine gelen düşmanlara, “Gelin hele bir camide oturup konuşalım.” diyemezlerdi. Deseler bile kin ve tahribe kilitli o düşmanlar gelir o camiyi mü’minlerin başlarına yıkmaya çalışırlardı. İşte inananlar böyle bir yıkıma fırsat vermemek için, yani ırzlarını, namuslarını, din ve diyanetlerini, vatanlarını, bayraklarını korumak için, saldırıya geçen düşmanlara karşı koymuş ve kendilerini müdafaa etmişlerdi.

Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra Hulefa-i Raşidin döneminde de benzer problemlerle karşılaşılmış ve Müslümanlar değişik yerlerde düşmanlarla yaka paça olmak zorunda kalmışlardı. Mesela Hazreti Ebu Bekir döneminde, ortaya çıkan irtidat hâdiselerini bastırmak için tam sekiz farklı cephede mücadele edilmişti. Bunların yanı sıra o dönemin süper güçleri olan Sasaniler ile Roma İmparatorluğu’nun gözleri de Müslümanların üzerindeydi. Bunlar da her fırsatta bir problem halinde Müslümanların karşısına çıktığından Müslümanlar dünyanın değişik yerlerinde müdafaa savaşı yapmak zorunda kalmışlardı.

Şimdi böyle bir durumda eğer herkes savaşa iştirak edecek olursa, eğitim alanında ciddî bir boşluk ortaya çıkacaktı. İşte yukarıda geçen âyet-i kerimede Cenâb-ı Hak, bir zümrenin geride kalarak ilimle meşgul olmasını ve savaşlardan dönen insanlardaki bu boşluğu doldurmalarını emretmiş ve böylece Müslümanların mutlaka ilmî kıvamlarını korumaları ve yaşadıkları çağın şartlarına göre ulaşılması lazım olan ufka ulaşmaları gerektiğine işaret etmiştir. Zaten böyle bir kıvam ve ufuk yakalanamadığı takdirde, farklı cephelerde hücumlara karşı koyup başarılı olmak da mümkün değildir.

Kültür elçileri

İlim ve beyan gücünün öne çıktığı günümüz şartlarına gelince; bugün kendimiz olarak mevcudiyetimizi devam ettirebilmemiz ilmin, kalemin, beyanın gücüyle mümkün olacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin yaklaşımıyla günümüzde medenilere galebe ikna iledir. Dolayısıyla günümüzün kültür elçileri olan adanmış ruhlar, kendi değerlerini maddî kılıçla, tankla, topla, tüfekle, silahla ve kaba kuvvetle değil; ilimle, irfanla, sevgiyle, hoşgörüyle, esenlikle dünyanın değişik coğrafyalarına götürmelidirler. Çünkü sevgi ve sulh yolu gönüllere giden yolu açar; kaba kuvvet ise, kin ve nefretlerin hortlamasına sebebiyet verir. Bunun için, başka devletler gelip tepenize binmedikçe, mecbur kalınmadıkça maddi kuvvetle meseleleri çözme yoluna başvurulmamalıdır. Maddi gücün kullanımına gelince o, müdafaada bulunma veya vukuu muhakkak olan bir tehlikeyi bertaraf etme noktasında ele alınmalıdır.

Bu itibarladır ki hem dinimiz, hem insanlık adına günümüzde yapılması gereken en önemli vazife, dünyanın dört bir yanına açılarak kendi kültür değerlerimizi oralara götürmek ve bu arada temel disiplinlerimize aykırı olmaması kaydıyla gidilen yerlerdeki farklı desen ve renkleri almaktır. Evet, adanmış ruhlar gittikleri yerlerde farklı insanlarla temasa geçerek hem kendi kültür değerlerimizin fahrî temsilciliğini yapacak, hem de alınması gereken güzellikleri alıp kendi insanının istifadesine sunacak. Fakat onlar bu önemli vazifeyi yerine getirirken daha çok aksiyon ağırlıklı bir meşguliyet içinde olacaklarından ilmî ve manevî açıdan gerektiği ölçüde beslenemeyebilirler. Öyleyse mânâ köklerimizden süzülüp gelen değerlerimize vâkıf bulunan, temel kaynaklarımızı daha iyi bilen fertler yetiştirilmeli ve böylece onların eliyle aksiyon sahasında koşturup duran insanların gerektiği ölçüde beslenmesi sağlanmalıdır. İlim ve fıkıhta derinleşme için omuzları üzerine sorumluluk yüklenenler tıpkı bir “menhelü’l-azbi’l-mevrud” (tatlı su kaynağı) gibi sürekli akmalı, sahada koşturan fedakâr ruhları beslemeli; onlar da o kaynaktan alacağını almalı, ilmî donanımlarını tamamlamalı ve böylece kendilerini sürekli yenileyebilmelidirler.

Hem maddi hem manevi ilimlere açık fakihler

Âyet-i kerime, لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِifadesiyle Allah yolunda seferden geride kalacak kişilerin ilk olarak imana, İslâm’a ve bir yönüyle bunların tabiata mâl edilmesinin bir ünvanı olan ihsana müteallik meseleleri öğrenmeleri gerektiğine işaret etmektedir. Bununla birlikte bu değerlerin sağlam işlemesi, bir toplum tarafından rahat kabul edilmesi, dünyadaki farklı kültür ortamlarında yetişen insanların bunlara alâka göstermesi, sempati duyması ve değer atfetmesi şer’î ilimlerin yanında tekvinî emirlerin de doğru okunmasına bağlıdır. Dolayısıyla dinin yanında, fünûn-u medeniyenin menbaı, laboratuvarı ve aynı zamanda araştırma merkezi sayılabilecek olan tabiat ilimlerinin çok iyi öğrenilmesi, bu konuda araştırmaların yapılması, tabiat meşherinde teşhir edilen varlığın temaşa edilmesi çok önem arz etmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle bir taraftan ulum-u diniye öğrenilirken diğer yandan fünûn-u medeniye ihmal edilmemelidir. O, talebenin himmetinin ancak bu ikisinin bir araya gelmesiyle pervaz edeceğini ifade etmiştir. Bunlardan birisini dışladığınız zaman, diğerini kolsuz ve kanatsız bırakmış olursunuz. Evet, ne kalbin ziyası olan dinî ilimlerden fedakârlıkta bulunmalı, ne de akıl, mantık ve muhakemenin ziyası olan müspet ilimler ihmal edilmelidir.

Ayrıca bu âyet-i kerime mü’minlere ilim ve araştırma aşkının önemini vurgulamaktadır. Dolayısıyla insan gerek dinî ilimleri gerekse pozitif bilimleri elde etme istikametinde ciddî bir gayret sarf etmeli ve bu konuda hayatının sonuna kadar hep talebe kalmalıdır. Çünkü talebe, bir şeyin peşinde olan ve onu talep eden kişi demektir. İnsan, ister şer’î ilimleri talep etsin isterse pozitif bilimleri, eğer o, araştırmalardan süzülüp gelen usareleri Allah’ı bilme ve aynı zamanda sağlam bir muvazene temin etme adına değerlendiriyorsa, talebe muamelesi görecektir. Peki, ne olur talebe muamelesi görünce? Allah Resûlü’nün beyanları içinde Allah (celle celâluhû), ilim talebiyle yola çıkan kimseye Cennet’e giden yolu kolaylaştırır. (Müslim, Zikir, 38)

İlim talep etmek bu kadar önemli ve âlimin topluma sağlayacağı faydalar bu kadar büyük olunca, toplum da ilim talebelerine sahip çıkma ve bakma adına elinden geleni yapmakla mükelleftir. Zira kendisini ilme adayan bir insanın başka bir işle meşgul olması çok zordur. Binaenaleyh fukahadan bazıları, atlastan elbiseler giyse ve kapısının eşiği altından olsa bile yine de talebe-i ulûma zekât ve sadaka düşeceğini ifade etmiştir. Çünkü bir milletin hayatı, böyle bir ilim tahsiline bağlıdır. Bu yapılmadığı takdirde millet de çöker ve dağılır. Nitekim bu konudaki duraklamayla birlikte beşinci asırda çatlamalar olmuş; on üç ve on dördüncü asırlardaki gerilemeyle birlikte ise tam bir kırılma ve çözülme kendini göstermiştir. O günden bugüne bir daha da belimizi doğrultamadık.

İstiğna ve diyet

Halkın görüp gözetmesi karşısında ilim talebeleri de halkın bu hüsn-ü teveccühünü rantabl olarak değerlendirme adına ellerinden geleni yapmalı, zamanlarının saniyesini zayi etmemeli, çok ciddî bir mesai tanzimi, amel taksimi ve yardımlaşma disipliniyle himmetlerini tamamen bu işe yoğunlaştırmalıdırlar. Onlar milletin kendilerine olan teveccühünü hak etme adına bütün enerjilerini ortaya koymalı, icabında dört saat uyku uyumalı ve günün yirmi saatini çalışmaya tahsis etmelidirler. Kim bilir onlar böyle bir çalışma temposuyla hareket edince, Allah da (celle celaluhu) bir insanın on senede elde edeceği neticeyi, iki senede onlara lütfeder.

Yeri gelmişken bir hissimi ifade edeyim: Ben doktora yapmak üzere yurt dışına çıkıp on senede bunu bitiremeyen insanlara gönül koyuyor ve onlara karşı içimde bir kırılma hissediyorum. Ülkemiz ve milletimizin yetişmiş insana ihtiyacı ortada iken, bunca zamanı israf etmenin hesabını Allah sorar. Zaman insan için en büyük sermayedir. Eğer bir insan böyle bir yola girdiyse, dişini sıkmalı, beynini zonklatmalı, değerlendirebileceği bütün argümanları değerlendirmeli, istifade edebileceği bütün kaynaklardan istifade etmeli ve imkânı varsa süreyi uzatma bir yana, kendisi için takdir edilen süreden önce doktorasını bitirmelidir.

İlim ehli için son bir husus olarak şunu ifade etmek istiyorum: İstiğna, ilim ve ilim ehlinin izzeti için olmazsa olmaz, çok önemli bir disiplindir. Esasında enbiya-i izamın mesleği de buna dayanır. Kur’ân-ı Kerim’in pek çok âyet-i kerimesinde onların, “Sizden bu (tebliğ vazifesi)ne karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim yalnız Âlemlerin Rabbi’ne aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/127) dedikleri ifade ediliyor. Bu açıdan ilim adamları hayatlarının hiçbir safhasında, ne talebeliklerinde ne hocalıklarında ne de hocalar hocası olduklarında, ellerinden geliyorsa hiç kimseye diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar.

Allah korusun, eğer bir insanda istiğna duygusu yoksa ve o, yaptığı bir kısım işleri müdür, genel müdür, vekil, bakan, başbakan olma gibi bir kısım beklentilere bağlamışsa, böyle birisi diyet ödemekten başını kurtaramaz. Ve maalesef ödediği diyetler sadece kendisine değil, mensup olduğu millete de çok pahalıya mâl olur. Bu açıdan ilim talep eden insanlar, hayatlarını istiğna prensibine göre tanzim etmeli, yeri geldiğinde şayet babalarının imkânları varsa bunu kullanmalı, yapabiliyorsa kendi imkânlarıyla üç beş kuruş kazanarak maişetlerini temin etmeli, kıt kanaat geçinmeli ama asla diyet ödeme mecburiyetinde kalmamalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Aşk, cesaret ve stratejik akıl

Fethullah Gülen: Aşk, cesaret ve stratejik akıl

Soru: Çözülmez gibi görülen devasa problemlerin çözümü adına başvurulması gereken dinamikler nelerdir?

Cevap: Kalbleri ölmüş, hissiyatı sönmüş ve Allah’la münasebetlerini şekle emanet etmiş insanların, büyük problemlerin altından kalkması düşünülemez. Bu sebeple maruz kalınan problemlerin çözümünde en başta mefkûre aşk ve heyecanının olması gerekir. Evet, insan dinme bilmez bir aşk u iştiyakla hedefine kilitlenmeli, baskı ve zulümler karşısında yılgınlık göstermeden sürekli mücadele azmi içinde olmalı ve elli defa bozguna uğrasa, yine de hiçbir şey olmamış gibi doğrulup yoluna devam etme kararlılığı sergilemelidir ki, aşılmaz gibi görülen tepeleri aşsın; mağlubiyet yaşasa bile, hezimetten dahi zaferler çıkarmasını bilsin.

Sadakatle aşkın birleşik noktası

Bu konuda Seyyidina Hazreti Âdem (aleyhisselâm) bizim için ne güzel bir misaldir. Allah (celle celâluhu) onun genlerine mukarrabine göre bir hata yüklemiş, o da nezd-i ulûhiyet ile kendi arasındaki münasebet açısından safiyyullah ufkunda hata sayılabilecek bir “zelle”de bulunmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/121) Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle kendisine bir şey hatırlatıldığında o, bunu unutmuştu. (Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/115) Fakat önemli olan hata ettikten veya unuttuktan sonra ümitsizliğe kapılmadan hemen O’na yönelip, “Bana bir daha bu hatayı yaptırma Allah’ım!” diyebilmektir. Hazreti Âdem, işte bunu yapmıştı. Sıhhatli hadis kitaplarında yer almasa bile, yine de itimat edilebilecek kaynaklarda, onun, işlediği hatadan dolayı kırk sene başını semaya kaldırmadan hicap içinde Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakardığı rivayet edilir. (Bkz.: es-Suyûtî, ed-Dürru’l-mensûr1/141-142) Hata eden bir insanın asâ gibi iki büklüm olması; “Ben O’nu bildiğim, her şeyimle O’ndan olduğum hâlde O’na karşı böyle bir hatayı nasıl yaparım! Neden her şeyimi O’na emanet etmedim!” deyip hatasını kabul etmesi ve daha sonra gözünün ağyara kaymasından dolayı Mahbub-u Hakikî’nin kapısında bağışlanma dileyip kendini affettirmeye çalışması çok önemlidir.

İnsanın gönlünde aşk ateşi tutuşmuş, benliğini de aşk bürümüşse, yaşanan çok değişik imtihan ve meşakkatlere rağmen o, maşukunun kapısından ayrılmayı asla düşünmeyecektir. Aşk, insanın Allah’la irtibatının unvanıdır; kalbinin sürekli O’nunla ittisalidir; vuslat arzusuyla burnunun kemiklerinin sızlamasıdır. Hele sadakatle taçlandırılan bir aşkta, insan, vuslat arzusuyla içten içe yanıp kavrulsa da her şeye rağmen emre itaatteki inceliği kavrayarak bir adım geriye atıp, “Sen, gel demediğin için ben şimdi gelmeyi talep etmiyorum. Senin yolunda Sana karşı olan sorumluluklarımı yerine getirmek istiyorum.” der ki, böyle bir ufuk aynı zamanda sadakatle aşkın birleşik noktasıdır.

Hezimetten zafer çıkarmanın yolu

Aşkın yanında, onun farklı bir buudunu veya açılımını ifade eden cesaret de aşılmaz gibi görülen problemleri aşma adına önemli bir faktördür. Uhud’da baş döndüren bir cesaret örneği sergileyen Mus’ab İbn Umeyr Hazretleri, bir kolunun kesilmesi karşısında “Bir kolum daha var ya o bana yeter!” demiş, ona da bir darbe vurulduğunda, “Hâlâ boynum yerinde duruyor ya, şimdi de bir kalkan olarak onu kullanırım.” (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/121) diyerek ölümün ekşi yüzünü bile güldürmüştür. İşte cesaret timsali böyle bir zatın çözemeyeceği hiçbir problem yoktur. Evet, elbette ki ölümün yüzü ekşidir. Fakat siz ona gülerseniz o da size güler. Öyle ki Allah (celle celâluhû) alacağı emaneti aradaki vasıtalara bile vermeden doğrudan kendisi alır. Nitekim Şah-ı Geylânî ve Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî gibi büyük zatlar, “Allah’ım canımı kendi elinle al!” dileğinde bulunmuşlardır. (el-Kulûbu’d-dâria s.308)

Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) en önemli vasıflarından birisi de şecaat ve cesaretiydi. Meselâ Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), stratejide hiçbir hata yapmamasına rağmen Uhud’da muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdafaa savaşı yapmak istemesi, okçular tepesine okçuları yerleştirmesi, uyguladığı taktikle düşmanı yanıltması, belki onları birbirine düşürmesi gibi stratejiler tastamam yerindeydi. Fakat Kur’ân-ı Kerim’in, إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا “Yaptıkları bazı şeylerden dolayı şeytan onların ayağını kaydırdı.” (Âl-i İmrân sûresi, 3/155) ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, Efendimiz’in çevresindeki o seçkin sahabî topluluğu yaptıkları içtihatta hata etmişlerdi. Âyet-i kerimede, yapılan hata için “iktisap” değil de, “kesp” tabirinin kullanılması da, hatanın bir içtihat hatası olduğunu göstermektedir. Evet, sahabe efendilerimiz, emre itaatteki inceliği kavrayamamışlardı ve neticede muvakkat bir hezimet yaşanmıştı. Fakat Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yaşanan bu muvakkat hezimeti zafere çevirmişti. Düşünün ki, Uhud’un hemen akabinde Ebû Süfyan, ordusunu toplamış ve Mekke’ye doğru yola koyulmuştu. Fakat bir ara müşrik ordusu içerisinde Müslümanları tamamen yok etmek için Medine’ye yeniden hücum fikri ortaya atılmıştı. Ancak bu arada Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Uhud’a katılan ashabıyla müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Arkadan yara-bere içinde Müslümanların geldiğini gören Ebû Süfyan ise, “Geriye dönüp de yeniden başımıza iş açmayalım. Elde ettiğimiz bu zafer gibi bir şeyle gidip Mekkelileri sevindirelim.” diyerek tekrar Müslümanların karşısına çıkmaya cesaret edememişti de Mekke’nin yolunu tutmuştu. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/54-55) İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun güzide ashabı, cesaret isteyen bu önemli hamleyle yaşanan hezimeti yeniden zafere çevirmişti.

Huneyn’de yaşananlar da bundan farklı değildir. Ok atmada çok başarılı olan Sakîf ve Hevâzin kabileleri, Müslümanları bir vadi girişinde ok yağmuruna tutmuş bunun sonucunda da Müslüman saflarında bir kısım kırılmalar olmuştu. Fakat böyle bir anda İnsanlığın İftihar Tablosu, atını düşman saflarına doğru mahmuzlamış ve O’nun أَنَا النَّبِيُّ لَا كَذِبْ أَنَا ابْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ “Ben Allah’ın Resûlü’yüm, bunda şüphe yok. Ben Abdülmuttalib’in torunuyum!” sesi duyulmuştu. Hazreti Abbas (radıyallâhu anh), o anda O’nun bineğinin zimamını zor tuttuğunu ifade etmiştir. (Buhârî, cihâd 52; Müslim, cihâd 78-80) Daha sonra Efendimiz’in emrine binaen Hazreti Abbas, Huneyn’de sesini, yükseltebildiği kadar yükseltip o gür sesiyle “Ey Semure ağacının altında biat etmiş sahabiler! Neredesiniz?!” diyerek nida etmiş. Allah Resûlü’nün sesini ve çağrısını duyan bütün ashap da Allah Resûlü’nün etrafında toplanarak, düşman üzerine yürümüşlerdi. Netice itibarıyla mağlubiyet aşılmış ve zafere ulaşılmıştı. (İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/326 vd.)

Bu açıdan bir mü’minin yaşanan sıkıntılar karşısında asla yılgınlık göstermemesi, şecaat ve cesaretle problemlerin üzerine gitmesi çok önemlidir. Mü’min öyle bir metafizik gerilim içinde olmalıdır ki, “Murad-ı sübhanî tecelli ederse, Allah’ın izni ve inayetiyle, ben arzın yörüngesini bile değiştirebilirim.” diyebilmelidir. Evet, Allah’ın havl ve kuvvetini arkasına aldıktan sonra yüreği cesaretle dopdolu bir mü’minin üstesinden gelemeyeceği hiçbir problem yoktur.

Aşk ve cesaret, ortak aklın teminatı altına alınmalı

Aşk u iştiyak, şecaat ve cesaret gibi duygular devasa problemlerin hallinde çok önemli olsa da, bu ulvi duyguların daha baştan çok ciddî bir mantıkla stratejik bir zemine oturtulması, yerli yerinde kullanılması ve sağlam bir projeye bağlanması gerekir. Siz, yüreğinizden kopup gelen sımsıcak ve samimî nefesinizle, karşınıza çıkan buzdan dağları bile eritebilecek bir gerilime sahip olabilirsiniz. Fakat problemlerin çözülmesinde sadece bu da yeterli değildir. Bunun yanında karşı tarafı iyi tanımanız, onun sahip olduğu güç ve imkânları hesaba katmanız ve ona göre projeler üretmeniz de gerekir. Aksi takdirde, bütün zihnî, kalbî ve fikrî emeğiniz heba olur gider.

Hele bir de sizin etrafınızda mütedahil daireler şeklinde düşmanlıkla gümleyip duran insanlar varsa, siz, koskocaman hasım bir cephe ile karşı karşıya bulunuyorsunuz demektir. Her bir düşmanlık cephesinin kendilerine göre çok ciddî hesapları ve size karşı mahvedici projeleri varsa, bunların bazısı bazısıyla anlaşıyor, bu projelerin bir kısmı diğeriyle örtüşüyorsa, sizin çok daha temkinli olmanız ve teyakkuzla hareket etmeniz gerekecektir. Çünkü kendi aralarında bir saff-ı vahid teşkil eden iç içe geçmiş düşmanlık daireleri, siz farkına varmadan hiç beklenmedik şekilde balyoz gibi tepenize inebilir.

Bu açıdan aşk, heyecan, metafizik gerilim, şecaat ve cesaret, mutlaka muhakeme-i umumiye ile teminat altına alınmalıdır. Siz bunu bir binanın statiği gibi düşünebilirsiniz. Şayet siz inşa edeceğiniz bir binayı sağlam bir blokaj üzerine oturtmazsanız, çok küçük bir fay kırılması karşısında her şeyiniz altüst olur ve siz de yaptığınız şeylerin altında kalır ezilirsiniz. İşte bütün bu emeklerin zayi olmaması için, heyecan ve dinamizminizi mantık, muhakeme ve en önemlisi ortak akla müracaat ile teminat altına almalısınız. İki, üç veya dört tane mantık ve muhakemeleriyle dünyanın coğrafyasını değiştirecek dâhinin bulunmasındansa, meseleleri beş on kişi ile istişare eden insanların bulunması onun çok daha üstündedir.

Bir kere Cenâb-ı Hak, insanlara olan teveccühünü istişareye bağlamışsa, bunu değiştirmeye sizin gücünüz yetmez. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), istişare eden insanın pişmanlık yaşamayacağını ifade buyurmuştur. (et-Taberânî, el-Mu‘cemü’l-kebîr 6/365) Kaldı ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun, belki de istişare etmediği hiçbir vak’a yoktur. Öyle ki gökteki meleklerden bile daha nezîh ve daha afif olan Hazreti Âişe Validemiz’e bir kısım şom ağızlar tarafından iftira atıldığında, hayatında paniğin rüyasını bile görmeyen İnsanlığın İftihar Tablosu bu meseleyi bile ashabından bazı kimselerle istişare etmiştir. Evet, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) eşiyle alâkalı mahrem bir meseleyi bile, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali ve daha başkalarıyla görüşmüştü. Onların tamamı da iffet ve ismet abidesi Validemiz hakkında Allah Resûlü’nün temiz ve nezih mülâhazalarını takviye edici güzel beyanlarda bulunmuşlardı.

Aslında vahiyle müeyyed olan Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyük küçük hiçbir meseleyi başkaları ile istişare etmesine ihtiyacı yoktu. Eğer bunun aksini düşünürseniz, O’na karşı saygısızlık yapmış ve vahiy esprisini kavramadığınızı göstermiş olursunuz. Allah (celle celâluhu), hayatı boyunca hiçbir zaman O’na boşluk yaşatmamıştı. Hâşâ ve kellâ, fiyasko diyebileceğimiz bir duruma hiçbir zaman O’nu maruz bırakmamış, sürekli O’nun yanında olmuştu. لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللهَ مَعَنَا “Tasalanma, şüphesiz Allah bizimle beraberdir.” (Tevbe sûresi, 9/40) âyetinden de anlaşılacağı üzere Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), sürekli bir teminat atmosferi içinde hayatını sürdürdü -O hayata canlarımız kurban olsun-. Buna rağmen O, en küçük meselelerini bile, hep istişare ederek çözmüş ve ümmetine de nasıl hareket etmeleri gerektiği konusunda rehberlik yapmıştır. Bu açıdan diyoruz ki, özellikle umumu alâkadar eden meseleleri ortak akla müracaat ederek çözüme bağlamak, dâhi olmanın kat kat üstündedir.

Bazen de siz üzerinize düşen her şeyi yaparsınız. Bir tek problem karşısında bile A’dan Z’ye alternatif planlar geliştirirsiniz. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen Z’nin ötesinde hiç hesaba katmadığınız problemler karşınıza çıkabilir ve kısmen kırılmalar yaşanabilir. İşte böyle bir durumda da asla ye’se düşülmemelidir. Şu an itibarıyla Müslümanların yaşadığı coğrafyada, maalesef hazımsızlık ve çekememezlikten kaynaklanan, her an kırılmaya müheyya bulunan faylar bulunmaktadır. Bu açıdan bazı durumlarda siz hesabınızı ne kadar sağlam yaparsanız yapın, yine de bir kısım beklenmedik olumsuzluklarla karşılaşabilirsiniz. İşte bu durumlarda asla ye’se düşmemeli, “Bundan öte yapılacak bir şey yok. Biz bittik artık.” gibi iradeyi felç eden menfi mülâhazalara girilmemelidir. Zira Hazreti Pîr’in ifadesiyle ye’s, mâni-i her kemâldir. (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.54 (İlk Hayatı))

Mehmet Akif de;

Ye’s öyle bataktır ki düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yus olanın ruhunu, vicdanını bağlar,
Lâ’netleme bir ukde-i hâtır ki: Çözülmez…
En korkulu cânî gibi ye’sin yüzü gülmez!

ifadeleriyle bu hakikate dikkatleri çektiği şiirinin başında ümitsizliğe düşene şöyle hitap ediyor:

Ey dipdiri meyyit! ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?

Hâsılı, başı dönmüş, bakışı bulanmış bazı kimseler sizin en masumane hizmetlerinize engel olmak isteyebilir ve tekerleğe çomak sokabilirler. Fakat elli türlü komplo kurulsa da, Allah’ın izni ve inayetiyle, katiyen ümitsizlik yaşamamalı, sarsılmamalı ve hep elif gibi dimdik durmalıdır. Uhud’u, Huneyn’i yeniden zafere çevirmenin yolları aranmalı ve fevç fevç dehâletlere vesile olabilecek inanç Kâbe’sine, inanç Mekke’sine doğru yürümeye devam edilmelidir. Maruz kalınan komplolar karşısında yılmamalı; çıkan engeller, tıkanan yollar karşısında “Vira bismillâh!” deyip meselenin farklı alternatifleri aranmalıdır. Hak yolunda bulunuyor olsa ve samimiyetle talep etse de, insanın her istediği, her arzuladığı kendisine hemen verilmeyebilir. Yaşanan sıkıntıların hikmetini bilemeyiz. Fakat kim bilir belki de çekilen bu sıkıntılar neticesinde, Cenâb-ı Hak, bu necip Anadolu milletine daha önce lütfettiği güzelliklerin kat katını lütfedecektir. Gün doğmadan gecenin bereketli döl yatağında neler doğar, aktif sabır içinde bekleyip görelim!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Basiret Yâ Hû!

Fethullah Gülen: Basiret Yâ Hû!

Sohbet ve yazılarda sıklıkla üzerinde durulan basiretle hareket etme meselesini nasıl anlamalı ve hayatımıza nasıl tatbik etmeliyiz?

Cevap:: Basiret; ilim ve tecrübe yanında meseleleri kalbin kadirşinas kıstaslarıyla ele alma, analiz ve senteze tâbi tutma ve böylece onları başı ve sonuyla, önü ve arkasıyla değerlendirebilecek idrak genişliğine ulaşma demektir. Basar, maddî gözle eşya ve hâdiseleri okumak ise, basiret kalb gözüyle eşya ve hâdiseleri kavrayıştır. Bu açıdan basiret, insanın hem hak ve hakikati bulmasında, hem de başkalarını hak ve hakikatle buluşturmasında ışıktan bir rehber konumundadır. Onun nurundan mahrum olan bir insanın, sağlıklı bir şekilde eşya ve hâdiseleri değerlendirebilmesi, terkip ve tahlillerde bulunması ve onlar hakkında doğru kararlara varabilmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle böylelerinin kalbleri vardır ama onlarla idrak edemezler, gözleri vardır ama onlarla göremezler, kulakları vardır ama onlarla duyamazlar. (Bkz.: A’râf sûresi, 7/179) Hâlbuki her uzuv “mâ hulika leh’inde/ne için yaratılmışsa o istikamette” kullanılmalıdır. Göz, görmesi gerekli olan şeyleri görmesi, kulak işitmesi gerekli olan şeyleri işitmesi ve akıl da idrak etmesi gerekli olan şeyleri anlaması için yaratılmıştır. Fakat basireti olmayan insanlar kalb kapılarını vahiy nuruna ve peygamber mesajına kapattıklarından dolayı varlık içinde yokluk yaşarlar. Evet, onların gözleri, ağızları, kulakları, akılları, elleri, ayakları vardır fakat bunları yaratıldıkları istikamette kullanamazlar. Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet, varlığın bağrındaki muammaları çözebilecek sırlı birer anahtardır. Fakat onlar, bu iki anahtarı ellerinde bulundurmadıklarından, ne kâinatın sırlı kapılarını açabilir ne de fert ve toplum hayatındaki problemleri çözebilirler.

Çok alternatifli çözüm projeleri

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerindeki, كُلُّكُمْ رَاعٍ وَكُلُّكُمْ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ“Her birerleriniz râî (çoban) ve hepiniz elinizin altındakinden sorumlusunuz.” (Buhârî, cuma 11; Müslim, imâret 20) sözleriyle, insanların sorumluluklarına dikkat çekmiştir. Herkesin, şahsî, ailevî ve içtimaî hayatı itibarıyla farklı farklı vazifeleri vardır. Birisi aile, birisi mahalle, birisi nahiye, birisi şehir, bir diğeri de kocaman bir ülke genişliğinde sorumluluğa sahip olabilir. Bu açıdan her bir fert, derecesine göre farklı alanlarda sorumlu olduğu insanları idare etme, yönlendirme, onlara rehberlikte bulunma vazifesiyle karşı karşıyadır. Üstlenilen mesuliyetin hakkıyla yerine getirilmesi ise yukarıda bir nebze izah etmeye çalıştığımız basiret ışığını yanına alarak hareket etmeye bağlıdır.

Biraz daha açacak olursak, belli bir konumda bulunan insanlar, sahip oldukları bu konumun hakkını vermek ve işlerinde başarılı olmak istiyorlarsa, aldıkları bütün kararları akıl, mantık ve muhakemenin yanında, kalb ve vicdan süzgecinden geçirmelidirler. Onlar, düşüncenin hakkını vermekle beraber çevrelerine merhamet ve muhabbet nazarıyla bakmalı, hiçbir canlıyı şefkatten mahrum bırakmamalı, hiç kimsenin hakkını yememeli, insaf ve adaletten de asla ayrılmamalıdırlar.

Bizim için numune-i imtisal olan Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) hayat-ı seniyyeleri gözden geçirilecek olursa, O’nun tavır ve davranışlarında basar ve basirete aykırı hiçbir hususun bulunmadığı görülecektir. Hem bu hakikati bize bildirme, hem de bizim O Rehber-i Ekmel’i örnek almamız adına Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle demesini emrediyor: قُلْ هٰذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللهِ عَلٰى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي“De ki: İşte benim yolum! Ben, Allah’a –körü körüne değil– basiret üzere davet ediyorum.. bana tâbi olanlar da öyle…” (Yûsuf sûresi, 12/108)

Burada Allah (celle celâluhu), hem Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem de adım adım O’nun yolunu takip edenlerin davetlerini basiret üzerine yaptıklarını/yapmaları gerektiğini ifade buyurmuştur. Bunun anlamı ise, yapılacak çağrının bilerek, görerek, duyarak yapılması ve karşılaşılması ihtimal dâhilinde olan problemlerin hesaba katılarak bunların her birisi için alternatif çözümler oluşturulması demektir. Öyle ki ortaya çıkan bir problem için sadece bir çözüm üretmekle iktifa edilmemeli, duruma göre iki, üç, dört ve daha fazla alternatif çözümler bulunmalıdır. Zira çözüm yolları ne kadar çoğaltılırsa, mesele o ölçüde selâmetle ele alınmış, yani akl-ı selim, kalb-i selim, ruh-u selim ve hiss-i selimin gereğine göre hareket edilmiş olur.

Sahabenin basiret ufku

Bu âyet-i kerime, Nebiler Serveri’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanı sıra O’na ittiba edenlerin de, çağrısını basiret üzere yaptığını, yapması gerektiğini ifade buyurmaktadır. İttiba, birine uyma, adım adım onu izleme ve takip etme demektir. Efendimiz’e hakkıyla tâbi olanların başında ise Hulefa-i Râşidin efendilerimiz gelir. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onların bu müstesna konumuna dikkat çekme adına şöyle buyurmuştur: فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيِّينَ عَضُّوا عَلَيْهَا بالنَّوَاجِذِ“Siz, Benim ve doğru yolda olan Râşid Halifeler’in yolunu yol edinin. Bu yolu, azı dişlerinizle tutar gibi sımsıkı tutun.” (Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6)

Ancak şunu da ifade edelim ki, yaşadıkları hayat itibarıyla Hulefa-i Râşidin ile diğer sahabe-i kiram arasında ciddî bir benzerlik vardır. Zaten onlar arasında uyum olmayacak şekilde ciddî bir farklılık olsaydı, içinde yaşadıkları heyet-i umumiye bünyesi Hulefa-i Râşidin’i hazmedemezdi. Demek ki, Hulefa-i Râşidin’le, aşere-i mübeşşere arasında olsun, onlarla ilk safı teşkil edenler arasında olsun ve sırasıyla diğer sahabe-i kiram arasında olsun ciddî bir gen uyumu söz konusuydu. Bu uyum da temelde, Allah’la irtibata, O’nun Peygamberini kabule, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’in emirlerini içe sindirmeye dayanıyordu.

Bu açıdan bakıldığında başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere daha sonra da ona ittiba eden sahabe-i kiram efendilerimizin hayatlarını ciddî bir basiret içinde geçirdiklerini söyleyebiliriz. Öyle olmasaydı gerek Asr-ı Saadet’te gerekse Hulefa-i Râşidin’in hilâfetleri döneminde ortaya çıkan onca problemin üstesinden gelmek mümkün olmazdı.

Basiretle üstesinden gelinen 11 irtidat hâdisesi

O dönemde ortaya çıkan problemlerin büyüklüğünü ve bunlarla nasıl başa çıkıldığını anlayabilmek için, günümüzle mukayeseler yapmak gerekir. Biz, bugün yılların ihmal ve gafletiyle ortaya çıkan bir terör hâdisesinin üstesinden gelemiyoruz. Fakat o gün, üç tanesi Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında, sekiz tanesi de Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) döneminde olmak üzere tam on bir tane irtidat hâdisesinin üstesinden gelinmiştir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğünde hayatta olan yüz bin sahabî olduğu ifade ediliyor. Fakat bunların da bir kısmını, çocuklar, hastalar, yaşlılar ve henüz İslâm’la yeni tanışmış insanlar oluşturuyordu. Nitekim en çok sahabî ismi zikredilen İbn Hacer’in el-İsâbe’sinde, on bin sahabîden bahsedilmektedir. O dönemin insanları, günümüzün terör problemi gibi tam on bir tane büyük problemi halletmişlerdir. Bu hakikati göremeyen kör gözler, işitemeyen sağır kulaklar, meselenin analiz ve sentezini yapamayan kalbsizler kendi idraksizliklerine yansınlar!

Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) ortaya koyduğu işlere bakıldığında, bunların yapılmasının en azından on beş, yirmi sene isteyeceği muhakkaktır. Fakat onun hilâfeti iki seneden biraz fazla sürmüş, bütün bu işleri de bu kısa zamana sıkıştırmıştır. Bu ne firasettir, bu ne basirettir ve bu ne kiyasettir Allah aşkına! Evet sahabe efendilerimiz, yüksek basiret erbabı olduklarından, hâdiseleri doğru görmüş, doğru değerlendirmiş ve -Allah’ın izniyle- onlar hakkında doğru karar vermişlerdir. Muhtemel bir problem karşısında bile on tane alternatif çözüm yolu oluşturmuşlardır. Dolayısıyla da sorumlu oldukları vazifelerini arızasız kusursuz yerine getirmişlerdir.

Ah basiret! Nerdesin?

Elbette ki Efendimiz’e tâbi olanlar sadece sahabe ile sınırlı olmadığından, arkadan gelen ümmet-i Muhammed’in de, -âyet-i kerimede ifade buyrulduğu üzere- insanları basiretle Allah yoluna çağırmaları ve bütün işlerini basiretle ele almaları gerekmektedir. Zira meseleler, akl-ı selim, kalb-i selim ve hiss-i selim ile ele alınmadığı takdirde, problemlerin üstesinden gelmek mümkün değildir. Nitekim günümüzde, pek çoğumuz basiret nurundan mahrum bulunduğundan, çoğu zaman karşı karşıya kaldığımız problemlerin üstesinden gelemiyoruz. Çözüm diye yola çıkıyoruz fakat ele aldığımız meseleleri problemler yumağı hâline getiriyor ve âdeta çok bilinmezli bir denkleme dönüştürüyoruz. Mesela, fitne ve kaos ateşinin düştüğü bir bölgede, problemin üzerine balyoz gibi indiğimiz zaman insanları hizaya getireceğimizi zannetmiş ve aldanmışız. Zira biz onları balyozladıkça onlar daha da sertleşmiş. Bugün de iç içe girmiş, giriftleşmiş pek çok mesele üstesinden gelinmez, altından kalkılmaz noktaya doğru kaymaktadır.

Evet, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk ittiba edenler, bu ittibayı hakikî mânâsıyla realize etmişlerdir. Arkadan gelen bizlere de aynı hedef gösterildiğine göre, ferdî, ailevî, içtimaî problemleri halletmek istiyorsak, mutlaka basiretle hareket etmek zorundayız. Eğer biz, mütemadi basirete, mütemadi hassasiyete ve mütemadi teyakkuza sahip olursak, karşımıza çıkan problemler granitten bile olsa, Allah’ın izni ve inayetiyle, bunları yumuşatıp çözer ve yolumuza devam ederiz.

Hâsılı, Kur’ân-ı Kerim, bizi her bir hâdisede basiretle harekete davet ettiğine göre, bizler insanların tabiatlarını okuyarak, karakterlerinin tahlilini yaparak, bir yönüyle jeopolitik durumlarını iyi tespit ederek otuz sene sonra zuhur edebilecek hâdiseleri şimdiden görmeye çalışmalıyız. Gerekirse meseleleri think-tank kuruluşlarında, strateji merkezlerinde analiz ettirmeli ve onların bu mevzuda ortaya koydukları neticeleri mukayeseli okumaya tâbi tutmalıyız. Eğer biz, bu konuda beyin sancısıyla şakaklarımızı zonk zonk zonklatırsak, Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle öz beynimizi burnumuzdan kusarsak, Allah da bizim bu gayretlerimizi karşılıksız bırakmayacak, bize en isabetli ve en doğru yolu gösterecektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Bir kez daha vifak ve ittifak

Fethullah Gülen: Bir kez daha vifak ve ittifak

Soru: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin umumî bir felâkete uğramaması ve mütemadi olarak başkalarının hâkimiyeti altında kalmaması için yaptığı duaların kabul edildiğini fakat ümmetinin ihtilâf ve iftiraka düşmemesi ile alâkalı duasının kabul buyrulmadığını ifade etmiştir. (Tirmizî, fiten 14; İbn Mâce, fiten, 9) Zikredilen hususlar arasındaki ortak nokta ve bunların verdiği mesajlar nelerdir?

Cevap: Kur’ân-ı Kerim, mü’minlerin ibret almaları adına pek çok peygamber kıssasına yer vermiştir. Bu kıssalarda ifade edilen önemli hususlardan birisi de irşat için gönderilmiş olan peygamberlere iman etmeyen kavimlerin helâk edilmiş olmalarıdır. İnkârda ve zulümde temerrüt gösterdiklerinden dolayı Hazreti Nuh’un kavmi umumî bir tufanla (Bkz.: Ankebût sûresi, 29/14), Hazreti Hûd’un kavmi uğursuz bir kasırgayla (Bkz.: A’râf sûresi, 7/71), Hazreti Salih’in kavmi korkunç bir sayha ile helâk edilmiş (Bkz.: Kamer sûresi, 54/31), Sodom ve Gomore halkının ise altı üstüne getirilmiştir.

Zikredilen bu kavimlere gelen ilâhî afetler belli bir coğrafyaya münhasır olarak mı geliyordu yoksa helâk, yeryüzündeki bütün insanlığı içine alacak şekilde mi gerçekleşiyordu, bilemiyoruz. Fakat Allah Resûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) önce gelen peygamberlerin sadece belirli bir kavme gönderildikleri göz önünde bulundurulduğunda her bir kavme gelen helâkın onların yaşamış olduğu coğrafyayla sınırlı kalmış olabileceğini söyleyebiliriz. Eğer böyle ise, kendilerine gönderilen peygambere inanmayıp küfür ve zulümde ısrar eden insanların tamamı helâk edilmiş olsa da, gelen helâk o kavme münhasır olacaktır. Fakat Hâtemü’l-Enbiya Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bütün insanlığa gönderildiğinden dolayı (Bkz.: Sebe sûresi, 34/28), O’nun davetine icabet etmeyip inkâr ve zulümde inat edenlerin umumu -sünnetullah gereğince- helâka maruz kalacaktı.

Kabul görmüş dua

İşte bu sebepledir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’in böyle umumî bir felâket ve helâka uğramaması adına Allah’a dua etmiştir. “Sen, onların içlerinde olduğun sürece, Allah onları helâk etmeyecektir. Onlar istiğfar ettikleri sürece de Allah onları helâk etmeyecektir.” (Enfâl sûresi, 8/33) âyet-i kerimesi O’nun duasının kabul edildiğini göstermektedir.

Malûm olduğu üzere Efendimiz’e ait olan nebevî hususiyetlere hususiyet-i Muhammediye denilmektedir. Buna göre Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek hayatlarını ümmet-i Muhammed’in içinde geçirdiği ve onların başında bulunduğu sürece, geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen helâk onlara gelmeyecektir. Âyetin zâhirî mânâsına göre bu hakikat müsellemdir. İşarî tefsir açısından âyetten şöyle bir mânâ da anlaşılabilir: Nebiler Sultanı (sallallâhu aleyhi ve sellem), mü’minlerin gönüllerinde yaşadığı sürece, Allah (celle celâluhu), onları geçmiş kavimleri cezalandırdığı gibi cezalandırmayacak, altlarını üstlerine getirmeyecektir. Eğer mü’minlerin arasında sağlam bir Muhammedî ruh varsa, Allah Teâlâ, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hayat-ı seniyyelerinde ümmet-i Muhammedi bağışladığı gibi, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdükten sonra da kıyamet gününe kadar ümmet-i Muhammedi bağışlayacak, sıyanet, riayet ve hıfz buyuracaktır.

Âyetin devamında ayrıca mü’minlerin helâktan muhafaza buyrulmalarının bir vesilesinin de istiğfar etmeleriyle gerçekleşeceği beyan buyrulmuştur. Ümmet-i Muhammed, hata ve günahlarından sonra hemen doğrulup istiğfar ediyorlarsa, Allah (celle celâluhu) onları yukarıdan, aşağıdan, sağdan ve soldan gelecek musibetlerden muhafaza buyuracak, onların altlarını üstlerine getirmeyecektir. Hâsılı, Allah (celle celâluhu), Efendimiz’in ümmet-i Muhammed hakkındaki umumî helâk edilmemesi duasına icabet buyurmuş, Kur’ân, bu hakikati dile getirmiş, tarih de bunu açık bir şekilde göz önüne sermiştir.

Tarihî devr-i daimlerde geçici esaretler

İkinci olarak; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanların ilelebet sömürücü bir devletin işgali altında kalmaması adına duası kabul edilmiştir. Demek ki O (sallallâhu aleyhi ve sellem) gaybbîn gözüyle bazen mü’minlerin işgal altında kalacaklarını fakat bunun ilelebet devam etmeyeceğini görmüştür. Nitekim hayat-ı seniyyelerinden dört beş asır sonra Müslümanlar peşi peşine Haçlı seferlerine maruz kalmış, ardından da Moğollar gelmiş, hilâfet pay-i tahtının bulunduğu Bağdat’ı işgal etmişlerdir. Fakat bunların hiçbirisi kalıcı olmamıştır. Ne Haçlıların, ne Moğolların, ne de daha sonraki zalim ve mütecavizlerin işgalleri kalıcı olmuş, bir gün gelmiş Allah’ın izni ve inayetiyle hepsi sona ermiştir.

Âlem-i İslâm’ı çok ciddî meşgul eden Haçlıların kimisi Alparslan’a, kimisi Melikşah’a, kimisi Kılıçarslan’a, kimisi de Selahaddin’e toslamış, tersyüz olmuş ve geldikleri gibi gitmişlerdir. Daha sonra Allah (celle celâluhu), Selçukluları güçlendirmiş, onlara iki asra yakın İslâm’ın kaderiyle alâkalı çok önemli bir misyonu eda etme fırsatı vermiştir.

Selçukluların tesirsiz hâle geldikleri, Babaî isyanlarıyla bütün bütün felç oldukları, güneşlerinin gurup etmeye yaklaştığı dönemde ise, Söğüt’ün bağrında âdeta bir tırtılın metamorfoz yaşayarak kelebeğe dönüşmesi gibi yeni bir oluşum bütün âfâk-ı âlemde arz-ı endam etmiştir. Evet Osmanlı, âlem-i İslâm’ın kuzeyinde İslâm dünyasının karakolculuğunu yapmış, onu korumuştur. Mâlik bin Nebi’nin ifadesiyle, eğer İslâm dünyasının şimalinde Osmanlı olmasaydı, bugün İslâm dünyası da olmazdı. İnsanlık tarihinde dört asır boyunca bir devleti kıvamında götürme, ne Romalılara, ne Çinlilere, ne Hintlilere, ne de başka bir millete nasip olmuştur.

Günümüzde ise İslâm dünyası daha farklı bir çerçevede yine işgaller yaşamaktadır. Eskiden kaba kuvvet kullanarak gerçekleştirilen işgaller, bugün İslâm dünyasının içindeki piyonlar vasıtasıyla yapılıyor. Müslüman coğrafyası, bu piyonlar eliyle sevk ve idare ediliyor. Müslümanlar arasından karakter itibarıyla başkalarının emeline hizmet etmeye müsait tiranlar seçiliyor, onlar sayesinde İslâm dünyası vesayet altında tutuluyor.

Ama şimdiye kadar tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde hep aynı şeyler yaşandığı gibi, inşaallah, bundan sonra da millet her yönüyle bağımsızlığını elde edecek, tiranlar dönemi bitecektir. Kim bilir hangi karıncalar yeniden bir kere daha firavunların saraylarını yerle bir edecek, hangi sivri sinekler nemrutları yerlere serecektir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mevzuda Cenâb-ı Hak’tan dilekte bulunmuş, Cenâb-ı Hak da O’nun bu dileğine icabet etmiş, “Senin ümmetini ebedî olarak işgale maruz bırakmayacağım.” müjdesini vermiştir.

İftirakın kaynağı: Beşerî boşluklar

Son olarak İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), gaybbîn gözüyle, engin ufku ve fetanetiyle insanlardaki hırs, tama, haset, rekâbet, şöhret hissi, makam sevgisi, kendisinden bahsedilme, parmakla gösterilme arzusu gibi duyguların onları bölüp parçalayacağını ve birbiriyle yaka paça hâline getireceğini görmüş, ümmetini böyle bir tehlikeden koruması adına Cenâb-ı Hakk’a yalvarmıştır. Fakat O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duasına olumlu cevap verilmemiştir.

Çünkü bu husus, doğrudan doğruya insanların iradeleriyle üstesinden gelmeleri gereken bir meseledir. Cenâb-ı Hak, Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasını bütün bütün reddetmese de, “Hayır! Onları birbirine düşürecek, birbirleriyle yaka paça hâline getireceğim.” buyurmasa da onların birlik içinde yaşamalarını iradelerine havale etmiştir. Zira Allah (celle celâluhu), insanları -bağışlayın- hayvan yaratmamış, yan yana koyduğunuzda olduğu yerde duracak ağaç yaratmamış, bilâkis insan yaratmak suretiyle onlara irade bahşetmiştir. Dolayısıyla insan, iradesinin hakkını vererek sahip olduğu haset, kin, nefret, gayz ve çekememezlik gibi menfi duygularla sürekli mücadele etmelidir ki terakki edebilsin. Farklı bir ifadeyle, vifak ve ittifakın sağlanması meselesi ümmet-i Muhammed’e ekstradan bir armağan olarak verilmemiştir. Bilâkis Yüce Allah bu konudaki tevfikini, şart-ı âdi planında onların iradelerini ortaya koymalarına bağlamıştır.

Bu itibarla eğer mü’minler, birbirleriyle anlaşmak, uzlaşmak ve kucaklaşmak istiyorlarsa, Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Hazreti Mevlâna, Yunus Emre ve Hazreti Pîr gibi herkese kucak açmalı, şahsî hakları itibarıyla dövene elsiz, sövene dilsiz olmalı, gönüllerini kıranlara da gönülsüz davranmalı; vifak ve ittifaka giden yolu her zaman açık tutmalıdırlar. Onlar, iradelerinin hakkını vererek buna muvaffak oldukları takdirde bu dünyada birlik ve beraberlik tesis etmiş olacaklar; ahirette ise Cenâb-ı Hakk’ın sürpriz lütuflarıyla karşılaşacaklardır. Onların burada ortaya koydukları böyle bir cehd ve gayretin ötede geriye dönüşü çok farklı olacaktır.

Rampadaki füze gibi…

Nasıl ki gayrimeşru şehvet hisleri karşısında insanın, iradesinin hakkını vermesi onu bir iffet abidesine dönüştürüyor; başkalarına verilen güzellikler karşısında kişinin hasede düşmemesi, hırs göstermemesi onu bir istiğna kahramanı hâline getiriyor; aynen öyle de vifak ve ittifakın sağlanması için insanın, iradesinin hakkını verip kendisine rağmen yaşaması onu bir fazilet âbidesi hâline getirecektir.

Evet birileri, mü’min olduklarını iddia etmelerine rağmen size akıl almaz kötülükler yapabilirler. Yürüdüğünüz yollara taşlar, dikenler atabilirler. Yollarınızı yürünmez hâle getirip, yürüdüğünüz istikametteki köprüleri yıkabilirler. Sizi toplumdan bütün bütün tecrit etmek isteyebilirler. Ama eğer siz, vifak ve ittifak hatırına birer fazilet âbidesi olmaya namzetseniz, bütün bunları görmezden gelmeli, “Bu da geçer yâ Hû!” deyip yolunuza devam etmelisiniz. Yürüdüğünüz yollardaki köprüler yıkıldığında, başka bir yerde kendinize ipten tahtadan yeni köprüler kurmalı; ayrılığı kendilerine şiar edinmişlere rağmen ayrılığa düşmeden Allah’ın izni ve inayetiyle yürüyüşünüze devam etmelisiniz.

Bir gün gelecek size bütün bu kötülükleri yapanlardan bazıları, pişman olacaklardır. Pişman olarak geldikleri zaman onların, sizi durduğunuz yerde bulmaları çok önemlidir. Hatta onlar, itizarda bulunduklarında size düşen orada ayrı bir centilmenlik sergilemek, “Estağfirullah! Bizim bunlardan haberimiz yok. Biz, sizi hep yanımızda hissettik.” demektir.

Hâlbuki onlar, kıskançlık ve hasetle sizden kilometrelerce uzağa savrulmuşlardı. Hakkınızda, “Hareketin önünü kesin. Hayat hakkı tanımayın. Onların hakkından gelin.” gibi laflar ediyorlardı. Hem de bütün bu zulümleri irtikâp ederken onların ciddî ve makul hiçbir gerekçeleri yoktu. Bilâkis onları buna sevk eden saik, rekâbet hissiydi, kıskançlıktı, hasetti. En masumlarında bile bir hiss-i tenâfüs vardı. Kendilerine göre alan bölmeye, bölüşmeye çalışıyorlardı. İşte bir hak yolcusunun bütün bunları görmezlikten gelerek, sanki yokmuş gibi kabul ederek hep durduğu yerde durması onun adına çok büyük bir fazilettir.

Beşer tabiatını doğru okuma

Öte yandan vifak ve ittifakın her zaman muhafaza edilemeyeceği, insanlar arasında bir kısım ihtilâfların her zaman için söz konusu olabileceği unutulmamalıdır. Çünkü insan, tabiatı itibarıyla buna açık yaratılmıştır. Dolayısıyla biz, şahsımız adına vifak ve ittifakın temini için sürekli en yüce gaye peşinde koşsak da içinde bulunduğumuz şartlar itibarıyla hiç beklemediğimiz tavır ve davranışlarla karşılaşabileceğimiz bir realite olarak kabul edilmelidir ki ciğersuz hâdiselerle karşı karşıya geldiğimizde derin hayal kırıklıklarıyla ümidimizi kaybetmeyelim.

Bazıları birlik ve beraberlik ruhunun korunması adına, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali efendilerimiz gibi hareket ederek çevresiyle sımsıkı kardeşlik bağları kurabilir; kurşun gibi sapasağlam bir yapı hâline gelebilirler. Nitekim Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) etrafında yer alan sahabe-i kiram efendilerimiz arasında böyle bir vifak ve ittifak oluşmuştu. Hazreti Pîr’in etrafında ilk safı teşkil eden talebelerinde de zılliyet planında bunu görebilirsiniz. Fakat daha sonraki dönemlerde farklı anlayışlar, farklı felsefî telakkiler işin içine karıştığından dolayı aynı saffetin korunduğu söylenemez.

Evet, her insanda bir kısım zaaflar olabilir. Bazıları, içinde bulundukları heyetin genel ahengini bozacak bir kısım tavır ve davranışlara girebilirler. Bazıları, umumî ahengi zedeleyecek bir kısım hata ve günahlar irtikâp edebilirler. Bazıları, bir buz parçası gibi olan enaniyetlerini eritip bir ve bütün olma şuurunu yakalayamayabilirler. Bütün bunlar karşısında bize düşen de vicdan enginliğiyle meseleleri değerlendirmek, şahısların hata ve kusurlarına öfkelenip onları kendimizden uzaklaştırmamak, aksine onları kazanmaya çalışmak, ıslah gayreti içinde bulunmak ve böylece emanetimize aldığımız bu işi güven içinde götürebildiğimiz yere kadar götürmektir.

Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de birçok âyet-i kerimede, mü’minlere kötülüğü iyilikle savmaları, affedici ve müsamahakâr olmaları emredilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ın bize telkin buyurduğu bu disiplinlere bağlı hareket etmeli, elden geldiğince kusurları görmemeliyiz. Aksi takdirde çoklarını ürkütür ve kaçırırız. Bu da Hak rızası yolunda yapmaya çalıştığımız güzel faaliyetlere zarar verir. Evet, eğer vifak ve ittifakı korumak istiyorsak, hiç kimseyi hata ve kusurlarından dolayı hemen kaldırıp bir kenara atmamalı, bilâkis herkesin kalbine ulaşacak yollar aramalı, bulmalı ve şefkatle bağrımıza basıp ıslahlarına çalışmalıyız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Cahiliye dönemine ait dört özellik

Fethullah Gülen: Cahiliye dönemine ait dört özellik

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إِنَّ فِي أُمَّتِي أَرْبَعًا مِنْ أَمْرِ الْجَاهِلِيَّةِ لَيْسُوا بِتَارِكِيهِنَّ الْفَخْرُ فِي الْأَحْسَابِ وَالطَّعْنُ فِي الْأَنْسَابِ وَالِاسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِ وَالنِّيَاحَةُ عَلَى الْمَيِّتِ

(Hâkim, el-Müstedrek, 1/539) sözleriyle, soyla övünme, neseplerinden ötürü başkalarını ta’n etme, yıldızlardan yağmur bekleme ve ölünün arkasından ağıt yakma şeklindeki dört cahiliye âdetinin ümmeti arasında bâki kalacağını ifade etmiştir. Bu hadisten çıkarılması gereken dersler nelerdir?

Cevap: Öncelikle şunu ifade edeyim ki, cahiliye dönemine ait bu vasıfların ümmet-i Muhammed’in fertleri arasında aynen baki kaldığını/kalacağını düşünmek doğru olmaz. Çünkü cahiliye dönemi insanlarının sahih bir itikatları yoktu. Ümmet-i Muhammed ise sahih bir inanca sahiptir. Dolayısıyla cahiliye dönemine ait bu vasıflar daha sonra bazı Müslümanlar arasında görülse de, bu özelliklerin keyfiyet olarak birbirinden farklı olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Başka bir ifadeyle cahiliye insanlarının demine-damarına işlemiş bu özellikler onlarda hakikî mânâsıyla bulunmaktaydı. Bu vasıfların, bir kısım Müslümanlar arasında varlığını sürdürmesi ise mecâzî veya zıllî mânâda anlaşılmalıdır. Bu itibarla hadis-i şerifte yer alan, لَيْسُوا بِتَارِكِيهِنَّ“Onlar bu vasıfları terk etmeyecekler.” ifadesini, bu vasıfların bire bir cahiliyedeki şekliyle devam edecekleri şeklinde değil de; şöyle böyle değiştirilerek, tadil edilerek devam edecekleri şeklinde anlamak daha doğru olacaktır.

Neseple övünme boş bir teselli ve aldanmışlıktır

Dört vasıftan ilki olarak zikredilen الْفَخْرُ فِي الْأَحْسَابِifadesi, neseplerle övünme ve fahirlenme demektir. Esasında insan makam, mansıp, ilim, servet, güzellik, zeka vb. hangi husus ile fahirlenirse fahirlensin bu, Allah’a karşı saygısızlığın ifadesidir. Üstad Hazretleri’nin yaklaşımıyla Allah’ın lütuf ve ihsanlarını görmezlikten gelmek nankörlük; onları kendinden bilmek ise fahirdir. O halde insan, nankörlükten de, fahirden de uzak kalmak istiyorsa, öncelikle mazhar olduğu ilim, irfan, akıl, muhakeme, servet, sıhhat vb. bütün nimetlerin O’ndan olduğunu bilmeli, “Bütün bu güzellikler Güzeller Güzeli’ne ait.” demeli, daha sonra o nimetlerin zikredilmesini gerektiren bir durum olduğunda da, onları sadece bir “tahdis-i nimet” olarak zikretmelidir.

Biraz daha açacak olursak; insanın fahirlenmesi ve kendini beğenmesi Allah’ın sevmediği çok kötü bir vasıftır. Fahirlenen ve kibirlenen insanları Allah tepetaklak eder. İşte hadis-i şerifte insanı baş aşağı getirecek bu âfetin özel bir çeşidinden bahsediliyor ki, o da haseple, neseple, soyla, sopla, şecereyle iftihar etmektir. Bu açıdan insan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tertemiz şeceresinden gelmiş olsa bile, “Allah’ım böyle mübarek bir silsile-i zehebten (altın silsile) gelmek benim elimde olan bir şey değil. Biliyorum ki bunu bana nasip eden Sen’sin, bu güzellik Sana aittir ve bu durum aynı zamanda benim için ağır bir sorumluluktur. Ya Rab, bu güzelliği bahşettiğinden dolayı hem Sana hamd u senada bulunuyor, hem de bu sorumluluğun hakkını verebilmem için Senin yardımını diliyorum” demeli ama asla belli bir soydan gelmiş olmayı başkalarına karşı bir faikıyet (üstünlük) unsuru olarak kullanmamalıdır.

İnsanın, “Ben şöyle bir paşadan geliyorum; atalarım şöyle zengindi; bizim Boğaziçi’nde şöyle şöyle yalılarımız, villalarımız vardı.” türünden ifadeleri de soyla sopla fahirlenme kategorisi içine girer. Aynı şekilde bir insanın bakanın, başbakanın, cumhurbaşkanının oğlu olması fahirlenmesine, caka yapmasına sebep olabilir. Hâlbuki bunların hiçbiri nezd-i ulûhiyette bir kıymet ifade etmez; aksine bunlarla fahirlenmek Allah katında merduttur. Bu tür mülâhazalara giren insanın imanı varsa, dünyada bunun cezasını görür; imanı yoksa onun cezası mahkeme-i kübraya kalır ki, bu, çok daha ağırdır.

Bu itibarla insan ne seviyede olursa olsun, soyuyla sopuyla kendisini ifade etme gibi bir seviyesizliğe düşmemeli ve bunları bir üstünlük vesilesi olarak görmemelidir. Çünkü atalarının sahip olduğu meziyet ve üstünlüklerin insana hiçbir faydası yoktur. Asıl olan, insanın zatî kıymete sahip bulunmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ“Nezd-i ulûhiyette sizin en keriminiz, en muttaki olanınızdır.” (Hucurât sûresi, 49/13) yüce beyanıyla bu hususa dikkat çekmiştir.

Evet, insanın Allah katındaki kıymetinin ölçüsü; ibadet ü taatte nerede durduğu, Allah’la nasıl bir münasebet içinde bulunduğu, hayatını ihsan şuuru içinde sürdürüp sürdürmediği, yaptığı her işi Allah tarafından görülüyor, dahası Allah’ı görüyor olma mülâhazasıyla yapıp yapmadığıyla irtibatlıdır. Bu konularda durması gerekli olan yerde durmayan bir insan, kimin torunu olursa olsun ve hangi soydan gelirse gelsin, bunun ona hiçbir faydası olmayacaktır. Nitekim Hazreti Ömer,إِنَّا قَوْمٌ أَعَزَّنَا اللَّهُ بِالْإِسْلَامِ فَلَنْ نَلْتَمِس الْعِزَّ بِغَيْرِهِ“Şüphesiz ki biz, Allah’ın İslâm’la aziz kılmış olduğu bir kavimiz. Bu yüzden asla İslâm’ın dışında bir izzet vesilesi aramayacağız.” (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/10; Hâkim, el-Müstedrek, 1/130) sözleriyle, İslâm’ın dışında fazilet ve üstünlük vesileleri aramanın beyhude olduğunu ifade etmiştir.

İnsanlığın kurtulamadığı kast sistemi

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ikinci olarak, وَالطَّعْنُ فِي الْأَنْسَابِlafzıyla, neseplerinden ötürü başkalarının tan u teşniye tâbi tutulmasını zikretmiştir. Hâlbuki bir insanın fakir bir ailede neş’et etmesi, babasının koyun güden bir çoban olması ona bir şey kaybettirmeyeceği gibi, -yukarıda ifade edildiği üzere- onun falanın filanın soyundan gelmesi de ona bir şey kazandırmayacaktır. Önemli olan, insanın zatî değere sahip olmasıdır. İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu beyitleri bu durumu ne güzel özetler:

Hakkı gel sırrını eyleme zâhir
Olayım der isen bu yolda mâhir;
Harâbat ehline hor bakma Şâkir
Defineye mâlik vîrâneler var.

Evet, sizin çok virane gördüğünüz öyle insanlar vardır ki o viranelerin bağrında defineler yatıyordur.

Bu açıdan yetiştiği kültür ortamına, maddî durumuna, içinde bulunduğu muhite, aile çevresine vs. bakarak insanları ta’n u teşniye tâbi tutmak kesinlikle doğru değildir. Esasında kendini üstün görme ve başkalarını hafife alma duygusu, çok daha eski dönemlere dayanmaktadır. Hint dinlerinden kaynaklandığı ve Hindistan’da doğduğu söylenen “kast sistemi” inancı aslında, enbiyâ-i izâmın mesajıyla iyi bir terbiyeden geçmeyen pek çok toplumda varlığını sürdürmüştür. Günümüzde de böyle bir anlayışın açık-kapalı farklı tezahürleriyle, ülkemiz de dâhil, dünyanın pek çok yerinde olduğunu söyleyebiliriz. Eğer insanlık günümüzde bu kadar medenileşme, demokratikleşme ve insan haklarında ilerleme iddiasına rağmen, farklı şekil ve tezahürleriyle hâlâ kast sistemini devam ettiriyorsa, insanlık âlemi olarak durumumuzun yeniden gözden geçirilmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bu konunun hususiyle bizim toplumumuza bakan yanı ise şudur: Anadolu, memerr-i akdam’dır; yani pek çok kavmin gelip geçtiği, konup göçtüğü bir uğrak yeri olmuştur. Tarihin değişik dönemlerinde dünyanın muhtelif yerlerinden farklı ırklara, dinlere, kültürlere sahip olan kavimler Anadolu’ya yerleşmiş ve bunların birçoğu da Müslüman olmuştur. Bu açıdan herhangi bir insanın soyunu araştırmaya kalktığınızda birkaç kuşak sonra dedesinin, Yahudî, Ermenî, Musevî, Rum vs. olduğunu görebilirsiniz. İşte buradan yola çıkarak insanları ta’n etmeye hakkınız yoktur. Sahabe-i kiramın bile pek çoğunun babası Müslüman olamadan ahirete gitmiştir. Dolayısıyla insanları geçmişleriyle ve ait oldukları neseplerle değil de kendi durumları itibarıyla değerlendirmek gerekir.

Yıldız falı ve kalbteki derin boşluklar

Cahiliye işlerinden olduğu hâlde ümmet arasında mevcudiyetini devam ettirecek olan âdetlerden bir diğeri de وَالِاسْتِسْقَاءُ بِالنُّجُومِşeklinde ifade edilen yıldızlardan yağmur bekleme ve yağan yağmuru yıldızlardan bilmedir. Hususiyle Mezopotamya’da yıldızlara hususî kutsiyet atfediliyordu. Oranın ahalisi, yıldızların insanların kaderi üzerinde doğrudan doğruya tesirli olacağına inanıyorlardı. Günümüzde bu tür inançlar yıkılmış olsa da onun birer gölgesi olan yıldız falına ve burçlara inanma devam etmektedir. Demek ki bu cahiliye âdeti hâlâ farklı şekillerde varlığını sürdürmektedir.

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) konuyla ilgili bir hadis-i şerifte Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu ifade etmiştir: “Kullarımdan bazıları Bana iman etmiş bazıları da Beni inkâr etmiş olarak sabahladı. ‘Allah’ın fazlı ve rahmeti sayesinde yağmura kavuştuk.’ diyenler Bana iman etmiş, yıldızları inkâr etmiş olanlardır. Yağmuru herhangi bir yıldızdan bilenler ise beni inkâr etmiş, yıldıza iman etmiş olanlardır.” (Buhârî, megâzî 37; Müslim, îmân 125)

Demek ki yağan yağmuru Allah’tan gelmiş bir rahmet eseri olarak görmek ve hamd u sena ile ona mukabelede bulunmak bir iman alâmeti iken, onu yıldızlar gibi basit sebeplere nispet etmek şirk alâmetidir. Eğer Cenâb-ı Hak yağmurun yağması adına yıldızları izzet ve azametine birer perde yapsaydı, onların bu konuda birer sebep olarak görülmelerinde bir mahzur olmayabilirdi. Fakat pozitif ilimlerin de ortaya koyduğu üzere yıldızlarla yağmurun yağması arasında sebepler dairesinde doğrudan bir münasebet dahi bulunmamaktadır.

Maalesef insanlar inanılması gerekli olan hakikatlere inanmayınca, yani Allah’a, peygamberlere, Kur’ân’a, ahirete sağlam bir iman bulunmayınca, insanların içinde bulunan inanma duygusu bu sefer onları bâtıla inanmaya sürüklüyor. Kimi gidiyor yogizmden medet umuyor, bir başkası meditasyondan keramet bekliyor, öbürü de yıldız fallarıyla tatmin olmaya çalışıyor. İşte bütün bunların sebebi insanın ruhundaki inanma kabiliyet ve istidadının inanılması gerekli olan hakikatlere kapalı tutulmasıdır. Evet, insan tabiatı, yaratılışı itibarıyla hakikat peşinde koşar, fakat bazen hakikati ararken bâtıl külâhı başına geçer de imana muhtaç kalbini gider aklı, şuuru dahi olmayan taşla, ağaçla, yıldızla tatmin etmeye çalışır.

Kadere iman ve yas kültürü

Hadiste وَالنِّيَاحَةُ عَلَى الْمَيِّتِ lafzıyla ifade edilen son husus ise ölen kimseler arkasından ağıt yakmaktır. Hâlâ ülkemizin bazı yörelerinde Kur’an ve Sünnet’in temel disiplinleriyle telif edemeyeceğimiz ağıt yakmalara şahit olmak mümkündür. Ölen kimse arkasından insanlar bir araya gelerek onun iyilik ve faziletlerini sayıp döker, hakkında, “kaşı şöyleydi”, “bakışı böyleydi” şeklinde methiyeler düzerken bilhassa kadınlar ellerini yüzlerine, dizlerine vurur, aktörlerin yaptığı gibi sun’î ağlamaya dururlar.

Hâlbuki abartı ve uydurma ifadeler katılarak dile getirilen bütün bu tazim, tebcil ve takdirlerin ölüye hiçbir faydası yoktur. Faydası olmak bir yana hadis-i şeriflerde ifade edildiği üzere onlar ölü üzerine ağıtlar yakarken melekler “Sen gerçekten böyle miydin?” diye onu hesaba çeker ve böylece o, ağıt yakanların eliyle bir çeşit azap çekmiş olur.

Evet, eğer insan dünyada iken ibadet ü taatle Allah’a yaklaşamamış, iyi bir kulluk ortaya koyamamışsa ne cenazesinin kalabalık olmasının, ne hakkında dile getirilen methiyelerin, ne de cemaatin “iyi biliriz” demesinin kendisine bir faydası olmayacaktır. Ayrıca ifade etmek gerekir ki bile bile fâsık bir insan hakkında “iyi biliriz” demek yalan yere şahitlik etmek demektir. Dolayısıyla Allah, insana söylediği bu yalanın hesabını sorar. Elbette ki camiye gelen, namaz kılan, ahlaklı ve faziletli görünen bir insan hakkında hüsn-ü şehadette bulunabiliriz. Çünkü biz, zahire göre hükmederiz. Kalbleri bilen yalnız Allah’tır. Fakat apaçık din ve diyanet düşmanlığı yapan veya lafta dindarlığı kimseye bırakmadığı halde âdeta mübah görürcesine açıktan hırsızlık, yolsuzluk yapan, iftira ve tezvirde bulunan kişiler hakkında “iyi biliriz” demek hem korkunç bir yalan, hem Allah’a karşı büyük bir saygısızlıktır.

Ayrıca meseleye dinî nasslar açısından bakıldığında imamın, “Bu meyyiti nasıl bilirsiniz?” şeklindeki sorusuna karşılık cemaatin “İyi biliriz.” mukabelesinde bulunmasının Sünnet-i Sahiha’da bir yerinin olmadığını, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir uygulamasının bulunmadığını, bunun toplumumuzun bir icadı olduğunu görürüz. Hatta bazıları bu bid’ate yeni ilâvelerde bulunarak soruyu üç defa tekrar ediyor, sonra da buna, “Hakkınızı helâl ettiniz mi?” sorusunu ekliyor. Fakat bunların hiçbirisinin ne Kitab’ta ve Sünnet’te ne de kütüb-i fıkhiyede yeri yoktur. Dolayısıyla da bid’attir, ne ölüye, ne diriye faydası vardır.

Bilinmesi gerekir ki, insan imanıyla, salih ameliyle öbür tarafa gitmişse isterse onun cenazesini iki insan kılmış olsun, bunun ona bir zararı yoktur. Nitekim benim de çok sevip takdir ettiğim bir insan olan Ahmed Naim’in cenazesini beş-on insan kılmıştır. Bir gün Yaşar Hoca’ya bu hadiseyi zikrettiğimde, “Allah bu günahkâr insanlara nasip eder mi Ahmet Naim’in cenaze namazını kılmayı!” demişti. Keza millet, Mehmet Akif’e karşı da vefasızlık yapmış ve onun cenazesine gitmemişti. Camide namaz kılındıktan sonra üniversiteli talebeler bayrakları alıp gelmişlerdi. Tarihte kıymet-i harbiyelerine göre muamele görmeyen daha nice insan vardır.

Firavun ve tiranların cenaze merasimi

Diğer taraftan Huzur-ı Kibriya’ya giderken gerekli olan donanımı burada kazanamamış, öteye salih ve güzel amellerle gidememiş bir insanın cenazesinin kalabalık olmasının da ona bir faydası dokunmayacaktır. Nice firavunun, nemrutun, şeddadın cenazesini milyonlarca insan teşyi etmiştir; fakat bu durum onları, yaptıkları cinayet ve zulümlerin vebalinden kurtaramaz. Dolayısıyla onların cenazelerini milyonlarca insan teşyi etse, yer yerinden oynasa, bütün insanlık onların cenazesinin başında toplanıp hepsi birden avaz birliği yaparak “Biz, bundan razıyız.” deseler, bütün bunlar o kişi için hiçbir şey ifade etmeyecektir. Böyle birinin gideceği yer yine gayyadır, yine gayyadır, yine gayyadır.

Vakıa, hadis-i şeriflerde vefat eden bir insanın arkasından kırk kişinin hüsn-ü şehadetini ifade etmesiyle onun affolunacağı ifade edilmiştir. Fakat yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi bu şehadet, bile bile yalan söylemek suretiyle yapılan yalancı şahitlik değildir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ölüm ve ölüm ötesiyle alakalı hatırlatmada bulunduğu bir yerde Ebû Zerr’e hitaben şöyle buyurmuştur: “Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten ve hakkıyla değerlendiren Rabb’in senin yapıp ettiklerinden de haberdardır.” (ed-Deylemî, el-Müsned 5/339)

İşte Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerinde durup değer verdiği hususlar bunlardır. Eğer böyle salih bir daire içinde kalarak Allah’a yürümüşseniz, tertemiz olan ruhunuzun ufkuna yürümüş sayılır ve إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ “Biz hepimiz Allah’a aidiz ve mutlaka O’na döneceğiz.” (Bakara sûresi, 2/156) hakikatiyle serfiraz olursunuz. Aksi takdirde yakılan ağıtların, düzülen methiyelerin, -milyonlarca insan dahi olsa- cenazeye gelen kalabalıkların size hiçbir faydası olmayacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Engellemeler karşısında hakka hizmet yolu

Fethullah Gülen: Kur’an ve Sünnet çizgisinde ilm-i siyaset

Soru: Zan ve vehimlerle, algı operasyonlarıyla insanların karalandığı ve ciddî bir keşmekeşliğin yaşandığı günümüz şartlarında gönüllüler topluluğunun aksiyon anlayışı ve hareket felsefesi nasıl olmalıdır?

Cevap: Hakka hizmet yolunda bulunan insanların öncelikle şu realiteyi kabul etmeleri gerekir. Dün olduğu gibi bugün de kin, nefret, haset ve çekememezlik gibi kötü hasletlere sahip insanlar, paranoyak ruh haliyle, kendileri gibi düşünmeyen kesimleri düşman ilân edecek, sürekli sağa sola saldıracak ve çıkarlarını koruma adına çeşit çeşit şenaat ve denaetleri işleyeceklerdir. Fakat adanmış ruhlar, tam bir tevekkül ve teslimiyet içinde sürekli Hakk’a sığınmalı, bütün faaliyetlerini O’na bağlı götürmeli, daima Güller Gülü’ne müteveccih bulunmalı ve her türlü kötülük ve engellemeye rağmen bütün insanlığı kucaklayacak şekilde engin bir vicdanla hak bildikleri yolda yürümeye devam etmelidirler.

Vakıa bu yolda siz bazen vefa umduğunuz kimselerden cefa görebilir, bugüne kadar aynı kaderi paylaştığınız ve beraber yürüdüğünüz kimselerce yalnız bırakılabilir ve hiç ummadığınız kişilerce arkadan hançerlenebilirsiniz. Fakat yine de hiç yılmadan, bıkmadan, usanmadan ve bu gibi olumsuzluklara takılmadan vicdanlarınızda yeni yeni kapılar açarak doğru bildiğiniz yolda yürümeye devam etmeli; yeni bir kısım dinamikleri değerlendirerek vicdan ufkunuz ve ruh enginliğiniz itibarıyla sürekli çıtayı yükseltmeye çalışmalısınız.

Yanıltmayan rehberler

Hususiyle ciddî bir keşmekeşliğin başını alıp gittiği, hadis kitaplarının “Kitâbü’l-Fiten ve’l-Melâhim” bölümlerinde anlatılan büyük ve korkunç fitnelerin yaşandığı, herc ü merclerin birbirini takip ettiği ve aldatmanın marifet zannedildiği bir dönemde, aldatmayan, yanıltmayan ve çevresine her zaman güven telkin eden rehberlere ihtiyaç vardır. İşte siz, söz, hal ve tavırlarınızla kimseyi aldatmayarak insanlığa güvenilir olma dersi vermelisiniz. El-âlem sizi elli sene takip etse, nabzınızın atışında ve kalbinizin ritimlerinde aldatmaya matuf tek bir atışa dahi rastlamamalıdır.

Vakıa günümüzde pek çokları dünyaya ve dünyalıklara talip olduğundan, konumuna göre şu veya bu derecede dünyanın bir yerinden yakalayarak ondan bir şey koparma ve kotarma sevdasına tutulduğundan başkalarına kendinizi doğru anlatmada biraz zorlanabilirsiniz. “Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!” fehvasınca sizi de kendileri gibi bilebilirler. Dünyaya açılmanızın, her yerde okullar ve kültür lokalleri açmanızın, bütün insanlığı sevgiyle kucaklamanızın, farklı farklı kültür ortamlarında neşet etmiş insanları uzlaştırma ve bir araya getirme gayretlerinizin arkasında farklı maksatlar arayabilirler. Kendileri yaptıkları her işi bir beklentiye bağladıklarından sizin de bu tür dünyevî bir kısım beklentiler arkasında koştuğunuzu düşünebilirler. Hatta size yakın duran ve sizin de kendilerine sevgi ve değer atfettiğiniz insanlar arasından bile bu tür vehim ve endişelere kapılan kimseler çıkabilir. Onlar sizin tavır ve davranışlarınızı kendi duygu ve düşüncelerine göre yorumlayarak bundan farklı mânâlar çıkarabilir ve sizi kendileri adına tehdit olarak algılayabilirler. Fakat siz bunların hiçbirine aldırmadan her fırsatta Allah rızasından başka bir hedefinizin olmadığını anlatmalı, tavır ve davranışlarınızla da bunu ortaya koymalısınız.

Niyette istikamet

Ortaya koydukları faaliyetlerde sadece Allah rızasını hedefleyenlerin; dünyanın farklı yerlerindeki açılımlarıyla bir sevgi dünyası oluşturmaya ve insanları uzlaştırmaya çalışan ve bununla da Allah’ın hoşnutluğunu kazanmayı düşünen insanların, dünyevî bir beklentilerinin olması düşünülemez. İşte rıza-i ilâhiye kilitlenmiş ve dünyanın çehresini değiştirmeye azm u ikdam etmiş bu karasevdalıların, sevgi ve barış planlarını tam olarak gerçekleştirmeye güçleri yetmese bile, onlar kendi niyetlerinin kahramanı olacak ve niyetlerinin mükâfatını alacaklardır. Zira bir hadis-i şerifte de ifade edildiği üzere, ameller niyetlere göredir ve herkese niyet ettiği verilecektir. Dolayısıyla insana fayda sağlayacak asıl faktör, niyetindeki istikamettir. Bir insanın, niyeti ve vicdan enginliği ne ise Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin ona dönüşü de buna göre olacaktır.

Meselâ siz, Allah’ın izni ve inayetiyle bütün dünyayı huzura kavuşturma niyetiyle yola çıkarsınız. İmkânlar elverdikçe, şartlar müsait oldukça, gittiğiniz beldelerde uygun bir ortam oluştukça siz de yürüdüğünüz yolda ahesterevlik etmez, bilâkis hızınızı daha da arttırırsınız. Fakat öyle bir zaman gelir ki yürüdüğünüz yolda bir kısım engeller önünüze çıkar ve kat’etmeyi hedeflediğiniz yolun ancak onda birine ulaşabilirsiniz. Fakat sizin niyetiniz onda on olduğu için, Allah’ın mükâfatı buna göre olacaktır.

Fakat böyle güzel bir akıbete mazhar olabilmek için hak yolunda hedeflediğiniz işi gerçekleştirmede öyle samimi ve içten olmalısınız ki, “Acaba bir gün gelir de yaptığımız işler karşılığında bize de küçük çapta bir idarecilik düşer mi?” gibi düşünceler aklınızın köşesinden dahi geçmemeli. Bilâkis aklınıza bu tür mülâhazalar geldiğinde bunları şeytanî birer dürtü saymalı ve hemen onlardan uzaklaşmalısınız.

Bu demek değildir ki bazı kimseler hak ettikleri ve lâyık oldukları bazı makamları ihraz etmesinler. Elbette belirli makamlara liyakat kazanan insanların kimisi müdür, kimisi amir, kimisi müşavir, kimisi müsteşar, kimisi vekil, kimisi de bakan olacaktır. Fakat kendilerini insanlığın huzur soluklaması için hizmet etmeye adamış olan ve rıza-i ilahiden başka bir şey düşünmeyen insanlar dünyalık adına dünyevî hiçbir makama talip olmamalıdırlar. Hatta bakanlık, başbakanlık gibi imkânlar onların ayaklarının dibine kadar geldiğinde hemen kabul etme gibi bir aceleciliğe girmemeli, böyle bir teklifin mefkûrelerine hizmet etme adına bir yararının olup olmayacağını düşünmeli ve kararlarını buna göre vermelidirler. Yoksa hak rızasını elde etmek için çıktıkları yolda rıza-i ilahî mülahazalarını kirletmiş, muhataplarının gönlünde oluşabilecek tesirleri kendi elleriyle kırmış, kredilerini tüketmiş ve insanlar nezdindeki güvenlerini kaybetmiş olurlar.

Bana göre, yüce bir mefkûreye dilbeste olmuş insanlar için, değil bu tür idarî makam ve mansıplara talip olma, topyekûn dünyanın fethini gerçekleştirmeyi isteme bile, bulundukları makamdan birkaç adım geriye gelme demektir. Evet, bir insanın ebedî hayatını kurtarma gibi bir mefkûre yanında dünya fatihliği bile deryada damla kalır. Bu itibarla günümüzün mefkûre muhacirleri hak ve hakikat sevgisinin gönüllerde neşv u nema bulmasını, ahlak ve faziletin ruhlarda çimlenmesini, insanların birbiriyle sarmaş dolaş olmasını hayatlarının en büyük gayesi bilmeli ve santimini zayi etmeksizin ömürlerini bu yüce gayeye göre dizayn etmelidirler.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Fitne ateşi ve Dua

Fethullah Gülen: Fitne ateşi ve Dua

Soru: Mümtehine Sûresi'nde yer alan,

رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ "Rabbimiz, bizi inkâr edenlerin elinde bir fitne, bir imtihan unsuru yapma (bizi onların baskı ve işkencesi altına düşürme), bizi bağışla. Rabbimiz, yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!" (Mümtehine sûresi, 60/5) âyetinden almamız gereken dersler nelerdir?

Cevap:: Bir önceki âyet-i kerimede Hazreti İbrahim'in isminin açıkça zikredilmesinden bu duanın Hazreti İbrahim'e (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) ait olduğunu anlıyoruz. Önceki âyette Cenâb-ı Hak, Hazreti İbrahim ve onunla beraber olan mü'minler hakkında şöyle buyurur:

قَدْ كَانَتْ لَكُمْ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ فِي إِبْرَاهِيمَ وَالَّذِينَ مَعَهُ
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda size güzel bir örnek vardır." (Mümtehine sûresi, 60/4)

Meallerle, hele düz, basit ve sathî şekilde verilen meallerle Kur'ân-ı Kerim'in gerçek derinlik ve enginliğinin anlaşılması mümkün değildir. Bu sebeple meseleyi biraz daha açarak âyetin muhtevasını şu şekilde idrak aynamıza yansıtmaya çalışalım: "Hazreti İbrahim ve onunla birlikte olanların sözleri, hâlleri, tavırları ve davranışları itibarıyla yaşadıkları o mükemmel hayatları içinde, yaşama adına arayabileceğiniz örneklerin hepsini bulabilirsiniz. Zira onlar, âdeta mücessem birer örnektirler."

İşte Cenâb-ı Hak, önce Hazreti İbrahim'in müstesna konumunu vurguladıktan sonra, onun hayat-ı seniyyelerinden örnek alınabilecek davranışlardan bir tanesi olarak da sonraki âyette bu duayı nazara vermiştir.

Hazreti İbrahim'in duasının anlaşılması biraz da "fitne" kelimesinin iyi anlaşılmasına bağlıdır. Bu sebeple öncelikle "fitne" kelimesi üzerinde bir nebze durmak gerekmektedir. Arapların "altını taştan-topraktan ayırma" ameliyesi için kullandığı "fitne" kelimesi genel anlamı itibarıyla "deneme, test etme, potadan geçirme, hası hamdan tefrik etme" (Bkz.: İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab 13/317) manalarına gelmektedir. Ancak dinî literatürde fitne kelimesinin bu aslî manayla irtibatlı geniş bir kullanım sahası vardır. Meselâ kargaşa çıkarma, bozgunculuk yapma, hercümerce sebebiyet verme ve insanları birbirine düşürmeye fitne dendiği gibi, insanın ahiret hayatını kaybetmesine yol açabilecek bedenî ve cismanî arzuları, mal-mülk, evlâd ü iyal, sıhhat, gençlik, makam-mansıp gibi imtihan vesileleri de fitne olarak isimlendirilmiştir. Ayrıca inanan insanların, inandıkları değerlerden dolayı zulüm, işkence ve baskılara maruz kalması; değişik dayatmalarla dine-diyanete aykırı şeylere zorlanması; Müslümanca yaşamadan ötürü mahkemelerde süründürülmesi, zindanlara atılması, sürgünlere gönderilmesi de birer fitnedir. Söz konusu âyette geçen fitne kelimesinden anlaşılan işte bu son tarif çerçevesinde ifade edilen fitnedir.

Zaman zaman fitne kelimesinin yerine kullanılan "imtihan" kavramı da fitne mefhumunun anlaşılması adına önemlidir. Bilindiği üzere imtihan "mihnet"ten gelir. O da gümüşün ateşte eritilip saflaştırılması ameliyesi için kullanılmaktadır. (Bkz.: ez-Zebîdî, Tâcü'l-arûs 36/153) Bu açıdan meseleye bakıldığında, yüce bir mefkûreyi omuzlarına alan insanlar çeşit çeşit fitne ve mihnetlere maruz kalacak; din, diyanet, ahlâk ve fazilete savaş açanlar, onların kendi değerlerine bağlı bir hayat yaşamalarını istemeyecek, onları inandıkları yoldan geri döndürmeye ve kendileri gibi bir hayat yaşamaya zorlayacaklardır. Hazreti İbrahim ve onunla beraber olanlar da, ihlâs, samimiyet ve kararlı duruşlarından dolayı kâfir ve fâcirler tarafından zulüm ve işkencelere maruz kalmış, yurtlarından yuvalarından sürülmüş, ateşlere atılma gibi ağır tazyiklere uğramışlardır. Bütün bunlar karşısında Hazreti İbrahim, rehberliğinin bir gereği olarak ellerini açmış ve yanındaki mü'minlerle beraber رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ "Rabbimiz, bizi kâfirler için bir imtihan yapma (bizi onların elinde ateşe sokulan, dövülen, ardından örsler üzerine konulan ve sonra da üzerinde çekiçlerin inip kalktığı bir şey hâline getirme!). Rabbimiz bağışla bizi! Yegâne galip ve hikmet sahibi ancak Sensin, Sen!" diyerek Cenâb-ı Hak'tan zalimlerin zulmünden selâmet ve kurtuluş talebinde bulunmuştur. Böyle bir duayla esasen insanın fıtrat ve cibilliyetindeki âcizlik ve zayıflık dile getirilmektedir. Zira imtihan çok zordur. İnsan, örs üzerinde durmaya, çekiçler altında ezilmeye ve ateşin içinde kalmaya dayanamayabilir. Bu açıdan Hazreti İbrahim yüksek firasetiyle böyle bir belâ ve musibetten Allah'a sığınmıştır.

Hak yolunun cilvesi

Esasında hak yolunda bulunuyor olmanın değişmez kaderidir belâ ve musibetler, fitne ve mihnetler. Zira bir insan, Allah karşısındaki duruşunun sağlamlığı ve ciddiyeti ölçüsünde ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrün hedefi hâline gelir. Şayet siz, sahip olduğunuz iman, dava düşüncesi ve ortaya koyduğunuz kıvam ile karşı taraf için endişe verici bir insan hâline gelmişseniz, onlar sizin yakanızı hiçbir zaman bırakmazlar.

Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ أَشَدُّ النَّاسِ بَلاءً "Yâ Resûlallâh! Belânın en şiddetlisine maruz kalan insanlar kimlerdir?" diye sorulduğunda O (aleyhissalâtü vesselâm), şöyle cevap vermişti: اَلْأَنْبِيَاءُ ثُمَّ الْأَمْثَلُ فَالْأَمْثَلُ "Peygamberler, ondan sonra da derecesine göre diğer insanlardır." (Bkz.: Tirmizî, zühd 57; İbn Mâce, fiten 23) Bu hadis-i şeriften de açıkça anlaşılacağı üzere, belânın en şiddetlisi, en çetini, en altından kalkılmazı peygamberlere gelir. Ondan sonra da derecesine göre diğer mü'minlere. Bu açıdan diyebiliriz ki, eğer biz peygamberlerin maruz kaldığı imtihanların aynısına maruz kalsaydık, bunların altından kalkabilmemiz mümkün değildi.

İmtihanları doğru okuma

Hazreti İbrahim (aleyhisselâm) fitneden kurtuluş ve selâmet talebinin hemen akabinde وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا "Rabbimiz bağışla bizi!" diyerek mağfiret talebinde bulunmuştur. Zira mü'min, sırf hak yolunda bulunuyor olduğundan dolayı hedef hâline gelse, belâ ve fitnelere maruz kalsa da, o, her türlü belâ ve musibet karşısında bunun kendi hata ve günahlarından kaynaklanma ihtimalini düşünür, bundan dolayı da Allah'tan (celle celâluhu) af ve mağfiret talebinde bulunur/bulunmalıdır.

Evet, insan, başına gelen belâ ve musibetlere bir Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) felsefesiyle yaklaşmalıdır. Bilindiği üzere o, yaşanan kıtlığı kendi günahlarına bağlamış, başını yere koymuş ve "Allah'ım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammedi mahvetme!" demiştir. İşte bu, kâmil mü'min tavrıdır. Bir yere bir yıldırım düşse veya bir yeri sel bassa insan, "Acaba benim günahlarım yüzünden mi bu oldu?" demelidir. Evet mü'min, maruz kaldığı bütün belâ ve musibetleri kendi günahlarından bilmeli, aynı zamanda bunların kendisi için bir keffâretü'z-zünûb (günahlardan arınma) vesilesi olduğunu düşünmelidir.

Diğer yandan mü'minlerin, Allah'ın ihsan etmiş olduğu bir kısım nimetleri kendilerinden bilme ve meydana gelen bir kısım güzellikleri kendilerine bağlama şirkine girmeleri de onların başına bir kısım musibetlerin gelmesine sebep olabilir. Zira Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yapılan hizmetlerin içine şirkin girmesini asla istemez. Tevhid adına yapılan işlerin içine şirkin girmesi kadar nezd-i ulûhiyette ağır bir günah ve çirkin olan başka bir davranış yoktur.

Şirk dediğimizde sadece taştan, odundan yapılan bir kısım putlara, totemlere Allah'ı ortak koşma; Lât, Menat veya Uzza'ya kulluk yapma aklımıza gelmemelidir. Bu açık olan bir şirktir. Bunun yanında bir de şirkin gizlisi vardır. Konuyla ilgili hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِنَّ أَخْوَفَ مَا أَخَافُ عَلَيْكُمْ اَلشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ "Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey, küçük şirktir." demiş, sahabe-i kiram efendilerimizin وَمَا الشِّرْكُ اْلأَصْغَرُ "Küçük şirk ne demektir?" sorusuna da اَلرِّيَاءُ "O, riyadır." cevabını vermiştir. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 5/428, 429; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 4/253)

Böyle bir şirk, başka bir hadiste ise şöyle bir benzetmeyle açıklanmıştır: "Şirk, karanlık bir gecede karıncanın taşın üzerinde gezinmesinden daha gizlidir." (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/403; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 6/70) Demek ki riya o kadar sinsi ve gizli bir şirktir ki, çoğu zaman insan onun farkına varamamakta, varamadığından dolayı da ibadet ü taati ve hak yolundaki hizmetleri berheva olup gitmektedir.

Allah (celle celâluhu) yolunda koşturan insanlar yaptıkları işlere şirk bulaştırdığı zaman Cenâb-ı Hak, cebr-i lutfî olarak onlara yer yer ehl-i dalâleti musallat edip kulaklarını çekebilir. Eserlere baktığımızda Hazreti Üstad'ın gerek "Şefkat Tokatları" bahsinde gerekse de Lâhikalarda bu konuyla alakalı çok sayıda misal serdettiğini görmekteyiz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, maruz kalınan belâlar, işlenen cinayet ve cürmün büyüklüğüyle doğru orantılıdır. Hata ve günahın büyüklüğüne göre gelen tokatlar, şefkat tokadı olabileceği gibi, nıkmet/azap tokadı da olabilir.

Kader adalet eder

Bu itibarla yapılan işlere egosantristçe mülâhazalar karıştırılması, meselâ yazılan bir yazının beğenilmesi veya bânisi olunan bir inşaat karşısında takdir beklentilerine girilmesi tokat yenilmesine sebebiyet verebileceği gibi, onca emeğin, semeğin, terlemenin, yorulmanın hepsini uçurup götürebilir. Üstelik bütün bunlar neticesinde Allah, mü'minleri fitneye tâbi tutarak onları kâfirlerle te'dip edebilir. Her ne kadar ehl-i dalâlet zulüm işlese de, kader adalet eder. Böyle bir sıkıntıya maruz kalmak günahlara keffarettir. Fakat bilinmesi gerekir ki bu tür fitne ve imtihanların günahlara keffaret olması da belli şartlara bağlıdır.

Eğer mü'minler, maruz kaldıkları sıkıntıların kendi hatalarından kaynaklandığının farkına varır, tevbe ve istiğfarla Allah'a yönelir, "Tevbeler tevbesi yâ Rabbi! Milyon kere milyon estağfirullah!" diyerek ciddî bir pişmanlıkla O'na yalvarıp yakarırlarsa başlarına gelen fitneyi kendileri hakkında yararlı hâle getirebilir ve günahlarının affına vesile kılabilirler.

Nitekim Hazreti Pîr, ehl-i dalâlet ve ehl-i dünyanın kendisine yapmış olduğu zulümlerin sebebini anladığını ifade etmiş ve bunu, iman ve Kur'ân hizmetini, maddî ve mânevî terakkisine âlet etmesine bağlamıştır. (Bkz.: Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2, s.73-74) (Aslında onun, iman ve Kur'ân hizmetini maddî-mânevî terakkisine âlet ettiğine dair en ufak bir şey bilmiyorum. Ama o, kendi muhasebe ufku açısından meseleyi böyle değerlendirmiştir.) Demek ki insan, Allah yolunda yapmış olduğu hizmetler karşılığında ne dünyevî ne de uhrevî herhangi bir beklentiye girmemelidir. Evet o, ne takdir ve alkış beklentilerine, ne de "Ben şu işleri yapayım ki, seyr ü sülûk-i ruhânîde mertebe kat edeyim; bir basamak daha yukarıya çıkayım; Cennet'e gireyim; Firdevs'e nail olayım." gibi uhrevî beklentilere bile girmemelidir.

Aksi takdirde çekilen çile, sıkıntı ve meşakkatler günahlara keffaret olmayabilir. Mesela fitneye maruz kalan bir insan, "Ben, Allah yolunda koşturup duruyorum. Ne yaptım ki bunlar başıma geldi." der, bir taraftan kendisinde eksik ve kusur görmez, diğer yandan da hâlinden şikâyet ederse, bu defa çektiği sıkıntıları beyhude çekmiş olur. Üstelik böyle bir kişi –hafizanallah– kadere taş atma ve Allah'ın kazasına rıza göstermeme günahına girmiş olur.

Rabbim, son nefesimize kadar Kendi yolunda hizmet etmeyi, tevbe ve istiğfar şuuruyla hayatımızı nurlandırmayı, arınmış ve tertemiz bir hâlde ötelere yürümeyi hepimize nasip eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gizli ajanda ithamı ve cinnet psikolojisi

Fethullah Gülen: Gizli ajanda ithamı ve cinnet psikolojisi

Soru: Ne kadar şeffaf hareket edilirse edilsin, koyu bir önyargı ve şartlanmışlık içinde bulunan kimseler, gönüllüler hareketi hakkında “gizli ajandaları var” türünden iddiaları sürekli tekrar edip duruyorlar. Bu mevzudaki görüşünüzü ve adanmış ruhlara bu konuda düşen sorumlulukları lütfeder misiniz?

Cevap: Esasında sadece Türkiye’de değil, umumî mânâda bütün yeryüzünde çok ciddî seviyede bir paranoya yaşandığı, hemen her şeyden, herkesten şüphe ve endişe duyulduğu görülmektedir. Ancak şu an ülkemizde yaşanan paranoya, tarihte eşine az rastlanır bir seviyede. Bugün ülkemizde, Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla diyecek olursak, çok rahatlıkla imkânât, vukuat yerine konuyor, sonra da bu imkânât üzerinden insanlar hakkında en ağır hükümler kesilip biçiliyor. Hatırlanacağı üzere, Üstad Hazretleri, mahkemede karşısına çıkarılan asılsız isnat ve ithamlara mukabil bu hususa dikkat çekiyor; mahkeme hâkimi ve savcısının da bir cinayet işlemelerinin ihtimal dâhilinde olduğunu ve eğer ihtimallere göre insanlar derdest edilip istintaka tâbi tutulacaklarsa, onların da mahkemeye çıkarılmaları gerektiğini ifade ediyor. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.73 (Onuncu Söz, On İkinci Hakikat); Lem’alar s.440 (Otuzuncu Lem’a, Beşinci Şuâ, Beşinci Mesele))

İhtimaller üzerine hüküm bina edip insanların geleceklerine dair bir kısım kurgular oluşturmak ve hâlihazırdaki durumları itibarıyla onları potansiyel suçlu gibi göstermek ancak bir cinnet ifadesi olabilir. Fakat neylersiniz ki, bütün dünyada, özellikle de şimdilerde ülkemizde bir cinnet hâli yaşanıyor. Dolayısıyla böylesine cinnet yaşayan insanlara, kendinizi anlatabilmeniz bir hayli zordur. Bu sebeple, öncelikle bu realiteyi kabul etmek gerekir. Daha sonra da ümitsizliğe kapılmadan, bıkkınlık göstermeden hüsnüniyetinizi, ileriye matuf hiçbir hesabınızın ve gizli ajandanızın bulunmadığını söz ve beyanlarınızla, tavır ve davranışlarınızla her fırsatta ifade edip ortaya koymalısınız. Evet, bizim ajandalarımızda ne gizli hesaplarımız, ne de ileriye matuf herhangi bir planımız yoktur, olamaz da. Şuna buna müdahale etme, bir şeyleri değiştirme gibi heva ve heves peşinde koşma bizim duygu ve düşünce dünyamızdan fersah fersah uzaktır. Ben öyle zannediyorum ki, değil hayatını bu işe vakfetmiş, onun göbeğinde bulunan insanların rüyalarına, kenarından köşesinden gönüllüler hareketiyle münasebet tesis etmiş bulunan insanların dahi rüyalarına böyle bir arzu misafir olmamıştır. Bundan dolayıdır ki adanmış ruhlara, kendilerine isnat edilen şeyleri söylediğinizde, “Allah Allah! Siz neden bahsediyorsunuz ki!?” deyip, şaşkınlıkla yüzünüze bakacaklardır. Evet, onların hayal ve rüyalarında dahi, bu tür kurgular söz konusu değildir.

Makam beklentisi Allah’a karşı en büyük vefasızlık

Hakk’ın rızasını en büyük hedef bilenler daha başta dünyanın en pahalı şeyine talip olmuşlardır. Onlar bu gaye-i hayali peyleme istikametinde bütün ömürlerini tüketseler yine de bunu az görürler. Bu gaye-i hayale ulaşabilmek için de i’lâ-i kelimetullah yolunda koşturup durmayı, Nâm-ı Celîl-i İlâhî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açmasını sağlama istikametinde çalışıp çabalamayı en büyük bir vesile bilirler. Bilhassa günümüzde dinin doğru şekilde anlaşılmasını sağlama, yanlış ve çarpık yorumların önüne geçme, onları tashih etme, ayrı bir önem arz etmektedir. Din adına hayırlı bir iş yaptığını zannedip de şiddete başvuran ve kan döken insanların tavır ve davranışlarının yanlış olduğunu anlatma, silm u selâmet kökünden gelen İslâm’ın gerçek hüviyetini ortaya koyma Allah rızasını tahsil etmenin en elverişli, en kestirme yollarından biridir. İşte günümüzde inanan gönüller olarak bizler, Rabbimiz’in rızasına ulaşmak için karınca kararınca böyle bir güzergâhı kullanma niyet ve gayretinde bulunuyoruz. Doğruluk emriyle gelen ve doğruluğu telkin eden İslâmiyet’in doğru anlaşılması istikametinde gayret sarf ediyor; onun evrenselliğini, bütün insanlığı kucaklayıcılığını gönüllere duyurmaya çalışıyoruz. Aynı zamanda, değişik anlayış, dünya görüşü ve hayat felsefesine sahip insanlar arasında bir uzlaşı ortamı oluşturma, farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla da paylaşabileceğimiz müşterek hususların bulunduğunu ortaya koyma gayreti içindeyiz.

Şimdi siz ifade etmeye çalıştığımız bu yüce hakikatlere teşneyseniz, hayatınızı buna vakfetmişseniz, bunu bir adanmışlık şeklinde yerine getiriyorsanız, “şuna talipler, buna talipler” diye ileri sürülen şeyler karşısında şaşırır kalır ve onların dediklerine talip olmayı tenezzül sayarsınız. Hatta kanaatimce günümüzde, adanmış ruhların samimî gayretlerle –Allah’ın inâyetiyle– ortaya koydukları bu kıymetli hizmet, doğrudan doğruya iman hizmeti olması ve gönüllerin Allah’la buluşmasını hedeflemesi itibarıyla beldeler fethinin dahi on katı üstünde bir vazifedir. Bana deseler ki, “Eğer bu arkadaşlar içinde bugünkü hizmet anlayışından, duygu ve düşüncelerinden sıyrılırsan, sana Kanuni Sultan Süleyman’ın bile gidip geriye döndüğü Viyana’nın anahtarlarını vereceğiz.” Ben onlara karşı, “Allah aşkına siz, bende Rabbim’e karşı ne vefasızlık gördünüz ki, beni böyle bir tenezzüle çağırıyorsunuz?” derim. Evet, biz Allah’ın rızasına talip olmuşuz. Bundandır ki, bizim için önemli birer sermaye olan aklımızı, fikrimizi, düşüncelerimizi, hissiyatımızı, muhakememizi, mantığımızı Allah’ın bir kereliğine vermiş olduğu hayatı değerlendirme mevzuunda kullanmaya çalışıyoruz. Sadece bir kereliğine verilmiş olan ve her şeyiyle hesabı sorulacak olan bu değerli sermayelerimizi yersiz ithamlarda dile getirilen değersiz ve abes şeylere sarf etmeyi Rabbimize karşı bir saygısızlık sayıyoruz. İşte bu düşünceler kanaat-i âcizanemce, bu yola gönül koymuş herkesin vird-i zebanı olmalıdır. Bize düşen, her fırsatta, her yerde kapalı bir yanımızın olmadığını vurgulamak, tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymak, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce samimi bir şekilde bu konuları sorup öğrenmek isteyenlere izahını yapmaktır. Kalblerin sahibi Allah (celle celâluhu) olduğu gibi, hakikatin kalblere girmesini temin edecek olan da O’dur (celle celâluhu). Biz vazifemizi yapar, neticeyi O’na havale ederiz.

Kıskançlık ve hazımsızlıkla mukabele görmek bu yolun cilvesi

Bu mevzuda önemli diğer bir husus da, insan tabiatını nazar-ı itibara alarak bazılarının kıskançlık ve hazımsızlığını normal karşılamak gerekir. Unutulmamalıdır ki, Cenâb-ı Hak, Anadolu’nun bağrından çıkmış bu gönüllüler hareketine tarihte eşine az rastlanır pek çok lütuf ve ihsanda bulundu. Tarihimizde en güçlü olduğumuz dönem, Osmanlı dönemi içerisindeki hususiyle ilk üç asırlık dönemdir. Bu zaman dilimi içinde, Devlet-i Aliyye, yeryüzü muvazenesinde tam bir hâkim unsur olmuştur. Şu an ise, ülkemizin ekonomik imkân ve şartları ortadadır. Fakat Rabbimiz’e hamdolsun ki, o dönemde dahi ulaşılamayan coğrafyalara gidilmiş, Allah’ın izniyle, dünyanın yüz yetmiş ülkesinde, bu ülkelerin farklı şehirlerinde eğitim faaliyetlerinde bulunulmuştur. Böyle bir netice, yüz yetmiş küsur yerde Türkiye’nin güzel bir şekilde tanıtılıp anlatılması demektir. Medyaya da yansıdığı üzere bu eğitim müesseselerinden mezun olanlar, birer Türkiye dostu olarak, üniversite ve daha sonraki kariyerlerini ülkemizde yapmayı tercih etmektedirler. Bütün bunlara Allah’ın hususî teveccühü nazarıyla bakılmalı, bir kısım hazımsızlıkların olabileceği tabiî ve normal kabul edilmelidir.

Şeytan Hazreti Âdem’i (aleyhisselâm) kıskandığından dolayı mahvolup gitmiştir. (Bkz.: A’râf sûresi, 7/12-18) Tabiatına hâkim olan düşmanlıktan ve tabiatı tamamen kıskançlık ve hasede kilitlendiğinden dolayı o, gördüğü güzellikleri artık duyamaz ve değerlendiremez hâle gelmiştir. Şeytanın bu hâli, tıpkı kin ve düşmanlığa kilitlenip yumruk yumruğa birbirine girmiş veya bıçaklarını çekip birbirinin üzerlerine yürümüş insanların o kavga ortamındaki hâlet-i ruhiyelerine benzer. Siz, kendini kaybetmiş bu insanların yanına varıp, “Yahu siz Allah’ın kullarısınız; birbirinizin kardeşisiniz; kardeş kardeşe böyle yapar mı?” diye ikazda bulunsanız, dönüp bir bıçak da size saplayabilirler. Dolayısıyla o esnada o insanlara laf anlatabilmeniz mümkün değildir.

İşte her şeye karşı çıkan bazı kesimlerin ruh hâli bundan farklı değildir. Bu sebeple olumsuz ve negatif bir hissiyatla böylesine gerilmiş ve vücudunun kimyası bozulmuş insanların sizi hazmedemeyeceğini kabul etmelisiniz. Alabildiğine şeffafiyet içinde hareket etmenin yanında, elden geldiğince gıpta ve haset damarlarını tahrik edebilecek tavır ve davranışlardan uzak durmalısınız. Zaten temelde cüz’î iradeye bakan yönüyle yapılanlar küçücük şeylerdir. Fakat biz, o küçücük şeyleri dahi başkalarına mâl etmenin yollarını aramalıyız. Meselâ Cenâb-ı Hakk’ın sizi muvaffak kıldığı bir hizmet karşısında, “Bu, demokrasinin bir sonucudur.” diyerek yapılan o işi, zemin ve şartlara vermelisiniz. Başka bir muvaffakiyet karşısında da, “Cenâb-ı Hak, herkesin gösterdiği faaliyetlere semere ihsan ediyor. Eğer böyle bir hoşgörü ortamı olmasaydı ve umumî atmosfer bu şekilde muhafaza edilmeseydi biz bu faaliyetlerde bulunamazdık.” demelisiniz. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, Allah yolunda koşturanlar için bu üslûp ve tavır, kendilerini şirk ve kibir uçurumuna düşmekten koruyacak en selâmetli bir yoldur.

Cenâb-ı Hak biliyor ve milletimiz gerçekleri görüyor ya!…

Utanma, arlanma duygularını ve hayâ hislerini bütün bütün yitirdiklerinden sabah-akşam size sürekli iftira, bühtan ve hakaretlerde bulunanların yaptıklarından elbette ki bir insan olarak müteessir olup üzülürsünüz. Ama ne gam! Her şeye nigehbân, her şeyi gören, her şeyi bilen Allah var! Hem bu dünyanın bir de âhireti var. Mahşer var, hesap var, kitap var, mizan var!

Aslında baştan beri mü’min karakterinin bir gereği olarak elimden geldiği kadar Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) yol ve usûlünü takip etmeye çalışıyorum. Hani hatırlarsınız, bir gün adamın biri Hazreti Ebû Bekir’e gelip bir sürü itham ve hakaretler savurmuş. Hazreti Ebû Bekir sükût etmiş, uzun bir süre hiçbir şey söylememiş, karşılık vermemiş. İftiraların sonu gelmeyince dayanamayıp kendisini savunacak birkaç söz söylemiş. Onları seyreden Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ebû Bekir! O adamın sana söylediği her kötü sözde sen sabrederken, bir melek seni müdafaa ediyordu. Sen söze başlayınca artık melek ayrıldı.” buyurmuştu. (Ebû Dâvûd, edeb 96; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/189) Bundandır ki, sükûtun çığlıkları hep sesimin önünde uğulduyor… Bundandır ki, derûnî bir sükût murakabesine dalarak âdeta kendi his dünyamın dışına kaçıyorum… Bundandır ki çığlıklarımı içime gömüyor ve duygularımı sükûtun nevhalarıyla dillendiriyorum…

Allah her şeyin aslını biliyor ve insanlar da olup bitenleri, gerçekleri görüyor ya… Öyleyse ehl-i insaf kararını verir ve zaten veriyor da… Bakın bütün tehditlere, baskılara rağmen doğru bildiği yolda halkımız yürümeye, dur durak demeden Allah yolunda koşmaya, koşturmaya devam ediyor. Kendilerini ifade edebilecek imkân ve fırsatları bulan entelektüellerimiz de bütün engellemelere rağmen hak ve hakikate tercüman olmaya çalışıyor.

Vâkıa, doğruları yazan, Hizmet Hareketi’nin yolunu, yöntemini, duruşunu müdafaa eden insanları hemen ademe mahkûm etmek için elli türlü yola başvuruyorlar. Bir yazar, fakir hakkında veya hareket hakkında iyi ve lehte bir yazı yazsa hemen hışımla üzerine gidiliyor ve yeni bir yalanla o şahıs da bana nisbet ediliyor; hattâ o şahıs suç işlemiş kabul edilip, istintaka tâbi tutuluyor, tutuklanıyor da. Dahası, nerede dürüst ve milliyetperver bir insan varsa onu da harcamak için hemen bana nisbet ediyor, “bu da ondan” deyip bir yaygara koparıyorlar. Çalmamak, çırpmamak, ahlâklı olmak suçmuş, cürümmüş gibi muameleye tâbi tutuyor; namaz kılan, cumaya giden, infakta bulunan, sadaka ve zekât veren, fakir talebelere burs temin eden insanı bile benimle irtibatlandırıp bir teşkilât, bir örgüt yapısı arıyorlar.

Bir kez daha ifade edeyim ki, her türlü despotluğa, baskıya, zulme rağmen yine de insanımız bu güzelliklere sahip çıkıyor; kanun ve kurallar çerçevesinde kendilerini ülkesine, ülküsüne, insanlığa adamış ruhlar hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam ediyor. Onlar, başlarına gelen belâ ve musibetleri hak yolunun bir cilvesi kabul ediyor, bütün bunları birer imtihan olarak görüyor, inanç ve ümitle dopdolu bir hâlde neticesi şeker şerbet böyle bir imtihanın hakkını vermeye çalışıyorlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gönül kapılarının sırlı anahtarı: Muhatabı tanıma

Fethullah Gülen: Gönül kapılarının sırlı anahtarı: Muhatabı tanıma

Soru: Sevgi ve diyalog düşüncesiyle dünyanın dört bir yanına açılım gerçekleştiren mefkûre muhacirleri çok farklı kültür ortamlarıyla karşılaşıyorlar. Bu konuda dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: İnsanlığın huzur ve sulhuna kendini adamış ve bu uğurda gayret gösteren insanların, duygu ve düşüncelerini muhataplarına rahatça anlatabilmeleri için, öncelikle gittikleri yeri doğru okumaları, yöre halkı ve kültür ortamını çok iyi tanımaları gerekir. Denilebilir ki bu durum, temsil edilen duygu ve düşüncenin kutsiyeti ölçüsünde mühim bir vazifedir. Zira mefkûre insanı, içinde yaşadığı çevreyi ne kadar iyi tanıyabilirse, ruhuna ait ilhamları çevresindeki insanlara aktarması da o kadar kolay olacaktır.

Maalesef günümüzde bazı insanlar, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet’e bağlı olduklarını, nübüvvet davasının mümtaz ve muallâ mirasçılarını örnek aldıklarını ifade ve iddia etmelerine rağmen bir kısım üslûp hatalarından dolayı değişik olumsuz tepki ve reaksiyonlara sebebiyet vermekte, İslâm’a karşı da şer cephelerinin teşekkülüne sebep olmaktadırlar. Hâlbuki en güzel yemekleri takdim ederken dahi, girilen bir kısım üslûp hatalarından dolayı, insanların midelerinin bulandığı bir gerçektir. Elbette ki vahye, din ve diyanete ait hakikatlerin hiçbir çirkin yanı yoktur, -hâşâ- onlarda mide bulandıracak en ufak bir şey bulunamaz. Aksine Kur’ân’ın her disiplini, her düsturu ilâhîdir. O ilâhîliğin hiçbir yanıltıcı ve insanların zihinlerinde şüphe uyandırıcı yanı yoktur. Aynı şekilde bu esasların birer açıklaması olan Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait sözler, selef-i sâlihînin temsil adına ortaya koyduğu tavır ve davranışlar da çok mükemmeldir. Fakat her yönüyle mükemmel olan bu esaslar, insanlara takdim edilirken muhataplar iyi tanınmaz, hissiyatları tam olarak anlaşılmaz ve empati yapılamazsa ciddî tepkilere sebebiyet verilebilir. Evet, doğrunun doğruluğu müsellemdir ve onun gökten inmiş semavî bir mesaj olduğunda şüphe yoktur. Fakat muhatapların hâl, tavır ve davranışlarının, yetiştikleri ortam ve kültürün o semavî hakikatleri dinleyip anlamaya ve onları kabullenmeye uygun olup olmadığının çok iyi hesap edilmesi gerekir. Unutulmamalıdır ki, ilaç, hastaya göre verilir. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Her dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir.” (Bediüzzaman, Mektubât, s. 300 (Yirmi İkinci Mektup (Dördüncü Vecih) Olur ki o yörenin insanları, dile getirilen ve temsil adına ortaya konan yüce hakikatleri yetiştikleri ortam ve kültüre bağlı olarak yanlış algılayabilir, onları kendi başlarına inmiş birer balyoz gibi hissedebilirler.

Esasında bu durum, sadece gidilen ülkelerin insanları için değil, kendi insanımız için de geçerlidir. Bugün, bir makuliyet çizgisinde buluşan insanların, -tanıma konumunda olmayan ve tanımak istemeyen insanlar müstesna- kendi ülke insanları tarafından bile çok iyi tanındıkları kanaatinde değilim. Zira onlar, zaten görmüyor ve bir yönüyle “uzak körlüğü” yaşıyorlar. Ancak aynı safta onlarla birlikte omuz omuza namaz kılan ve aynı seccadeye baş koyan insanların da onları yeterince tanımadıkları kanaatindeyim. Bazen sanki yapılan onca güzellikleri hiç görmemiş, onlara dair yazılan eserleri hiç okumamış, anlatılan hikâyeleri hiç dinlememiş ve onların arka planını analiz edip bir sonuca varmamış gibi davranıyorlar. Yapılan güzelliklerin, dünya insanının gündemi hâline geldiği, farklı millet ve halkları bir araya getirmeye başladığı bir dönemde, kendi ülke insanımızın da bu güzelliklerden yeterince haberdar edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunu yaparken de kırıp incitmeden, ürkütüp kaçırmadan, “hizmetimiz, câmiamız” deyip âidiyet mülahazasına girmeden, tıpkı camiye gidişteki duygu ve düşüncelerde olduğu gibi, sadece fasl-ı müşterekler, ortak noktalar göz önünde bulundurularak karşılıklı güzelliklerin paylaşımı sağlanmalıdır. Nitekim her anlayış ve düşünceden insan, camiye büyük bir coşkuyla gelir, imamın arkasında saf bağlar ve kemerbeste-i ubûdiyet içinde Allah’a (celle celâluhu) kulluğunu arz eder.

İnsanı tanımada bazı ölçüler

Hak ve hakikatin gönüllerle buluşturulmasında bu kadar önem arz eden “Muhatabı tanıma hususunda ölçü ve kıstas nedir?”, denilecek olursa, insanı tanımada Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) isnat edilen şu hâdise bize bir bakış açısı verebilir:

Şöyle ki, yaşanılan hâdiseye göre, şâhitlikte bulunan bir kişiye Hazreti Ömer: “Ben seni tanımıyorum. Fakat benim seni tanımamam sana zarar vermez. Dolayısıyla seni tanıyan birisini getir.” der. Orada bulunanlardan birisi: “Ben onu tanıyorum ya Emîre’l-mü’minîn!” deyince, Hazreti Ömer: “Onu neyiyle tanıyorsun?” diye sorar. O da, “Onu adalet ve faziletiyle biliyorum.” cevabını verir. Bunun üzerine Hazreti Ömer, adama üç soru daha sorar: “O adam, gecesini-gündüzünü bildiğin ve girip-çıktığı yerden haberdar olduğun çok yakın bir komşun mudur? O adam, kişinin takvâsını ortaya koyan, dinar ve dirhemle alış-veriş yaptığın bir kimse midir? O adam, insanın güzel ahlâkını anlamayı sağlayan bir yolculukta arkadaşlık ettiğin biri mi?” Bütün sorularına, “Hayır.” cevabını alan Hazreti Ömer: “Sen onu tanımıyorsun.” der ve adama dönerek: “Git, seni tanıyan birisini getir.” buyurur. (el-Mâverdî, el-Hâvi’l-Kebîr 16/180)

Bu hâdiseden de anlaşılacağı üzere birinci olarak, bir insanı tanıdığını söyleyebilmek için evvelâ onun gündüzleri ne işle meşgul olduğunu, gecelerini nasıl değerlendirdiğini; her gün yaptığı işlerin muhasebesi adına nasıl yanıp tutuştuğunu, hayaline gelip bulaşan ve hakikatte öyle olmasa bile onun “olumsuz” saydığı şeyler karşısında dahi bin kez “estağfirullah” deyip inlediğini bilebilecek kadar beraber bulunmak lazımdır.

İkinci olarak, onunla birlikte yolculuğa çıkmalı, yolculuğun meşakkatine beraber katlanılmalıdır. Bir mefkûre uğruna dünyanın çeşitli yerlerine birlikte seyahat etme ve haccın zorluklarına birlikte göğüs germe de bu çerçeve içinde değerlendirilebilir. Zira insanların ne kadar halim selim davranabildikleri ya da zorluklara dayanamayıp öfkeye kapıldıkları, muvazenelerini kaybedip bir kısım depresyonlara girdikleri veya metanetlerini korudukları ancak böylesi yolculuklarda ortaya çıkabilir. Aksi hâlde, söz konusu meşakkatlere birlikte göğüs germeden, o insanların yeterince tanındığı söylenemez.

Üçüncü olarak, alış-veriş yapma ki insanlar, kılı kırk yararcasına ihkâk-ı hak etmeye matuf müspet veya menfi düşüncelerini ancak ticarette gösterebilirler. Dolayısıyla insanlarla bu anlamda bir ticaret yapılmamışsa, onların bu husustaki hassasiyetleri bilinmiyor ve yeterince tanınmıyorlar demektir.

Bir insanı tanıma adına burada sayılanlara ilâve olarak, hapishane gibi kapalı alanlarda hayatı  paylaşma hususu da zikredilebilir. Zira insanların küçücük meselelerde dahi nasıl birbirleriyle tartıştıkları, en akıllı ve ağırbaşlı insanların bile yapılan muameleler karşısında nasıl depresyonlara girip âdeta felç hâline geldiklerinin açıkça görülebileceği yerlerden birisi hapishane ortamıdır. Bunu, o ortamı yaşama tecrübesi olanlar iyi bilir. Dolayısıyla böyle bir ortamı paylaşmadan insanları yeterince tanımak mümkün değildir.

Söz konusu kriterler olmadan, insanlar hakkında, “Biz onları tanıyoruz, iyi insanlardır.” türünden sözler, en hafif ifadesiyle hilâf-ı vâki beyandır. Çünkü insanları tanımak ve onlarla ilgili bir hüküm verebilmek, mücerret sözden ziyade, ancak yukarıda sayılan disiplinler çerçevesinde mümkün olacaktır. Dolayısıyla bu prensiplere riayet edildiğinde onlara karşı nasıl davranılacağı, hangi lâl ü güher sözlerin onları reaksiyona sevk edip etmeyeceği, hangi tavır ve davranışların onların duygularını okşayacağı bilinebilir. Aksi hâlde, insanların önüne âdeta semâvî sofralar kurarken bile hiç farkına varılmadan onlar nefret ettirilmiş ve o değerlere karşı antipati uyarılmış olabilir.

Âzami gayret ve merdiven basamakları

Dine ait esasları hayata hayat kılma noktasında, tıpkı Nebiler Serveri’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem), فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ“Artık Sana emrolunanı (başlarını çatlatırcasına) anlat.”(Hicr sûresi, 15/94) âyetiyle emir buyurulduğu ve O’nun da bu emri yerine getirmek için gecesiyle gündüzüyle ölesiye bir gayret sarfettiği gibi, fedâkârâne bir gayret sergilenmelidir. Ancak o hakikatler başkalarına anlatılırken Kur’ân’ın indirilişindeki tedriciliğe uygun hareket edilmelidir. Dolayısıyla konuyla alakalı sürekli tefekkür, tedebbür ve tezekkür yörüngeli belirli disiplinler geliştirilerek neyin, kime, nerede, ne kadar, nasıl söyleneceği iyi belirlenmeli ve ona göre hareket edilmelidir. Bu açıdan bir kez daha ifade etmek isterim ki, çevreyi ve muhataplarımızı tanımak, mesajın kudsiyeti ölçüsünde mukaddes bir vazifedir. Zira ruhumuzun ilhamlarını sinelerine boşaltmak, onları tanıyabildiğimiz nispette kolay olacaktır. Aksi durumda ise insanların rencide edilebileceği, semavî hakikat ve yüce değerlere karşı onlarda antipati uyandırılabileceği hiçbir zaman unutulmamalıdır.

Sevdirmek maksadıyla Allah ve Resûlü’nü anlatırken üslûba dikkat edilmediğinden dolayı insanları Onlara düşman hâline getirmek ne acı! Dini, imanı yeni öğrenen insanlara, ilk önce Cehennem’in dehşetinden bahsederek onların dimağlarında tamir edilmez yaralar açmak, böylelikle onları dinden-diyanetten uzaklaştırıp bir daha da gönüllerini kazanılamaz hâle getirmek ne hazin bir durum! Allah (celle celâluhu), hak ve hakikatleri anlatırken üslûpsuzluğumuzdan dolayı rencide ettiğimiz ve kaçırdığımız insanlardan ötürü bizleri muaheze etmesin! Bizleri, affetsin ve mağfiret eylesin!

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Gönüllüler Hareketi ve ithamlar

Fethullah Gülen: Gönüllüler Hareketi ve ithamlar

Soru: Bazı kesimler her fırsatta gönüllüler hareketiyle ilgili bir kısım şüpheler ortaya atıyor, genel havayı bulandırıyor, itham ve iftiralarda bulunuyorlar. Bu tür hâdiseler karşısında nasıl bir tavır takınılmalıdır?

Cevap: Öncelikle bu konudaki genel bir mülâhazamı arz edeyim. Ben, hizmet hareketiyle ilgili olarak ortaya atılan pek çok iftiraya cevap vermenin gereksiz olduğunu düşünüyorum. Niye? Çünkü verilen her bir cevap bir yönüyle o iftiraları ilk defa duyanların zihinlerinde söz konusu ihtimallere kapı aralama demektir. Öyle ki sizin verdiğiniz cevaplar bazılarını, “Acaba bunlar kendilerini hakikaten bir töhmet altında mı hissediyorlar?” şeklinde bir düşünceye sevk edebilir. Bu açıdan belli çevreler tarafından belli maksatlarla sürekli üretilip durduğu aşikâr olan ve sizinle hiçbir münasebeti bulunmadığına dair akıl ve vicdanın hemen hükmünü yapıştıracağı söz konusu itham ve iftiraların asılsız olduğunu anlatmaya çalışmanız doğru olmayabilir.

İspat, iddiada bulunana düşer

Ayrıca hukukta, “Müddeiye ispat, inkâr edene ise yemin düşer.” şeklinde temel bir kural vardır. Eğer birileri bizim hakkımızda bir kısım iddialarda bulunuyorlarsa, bunları ispat etmekle mükelleftirler. Biz, bütün bu iftiraların doğru olmadığını söylüyoruz. Eğer birileri bu konuda yemin etmemizi isterlerse, hangi mukaddesat üzerine yemin etmemizi istiyorlarsa, çok rahatlıkla, “Vallahi, billahi, tallahi isnat ettiğiniz bu hususlarla bizim hiçbir alâkamız yok.” diye yemin ederiz.

Üstelik kendilerini Allah’ın dinini ilâ etmeye adamış olan ve O’nun rızasını kazanmanın dışında hiçbir gayeleri bulunmayan hizmet gönüllüleri hakkında ulu orta konuşan kimselerin seviyelerini muhafaza edemediklerini düşünüyor; her ne kadar kendimi herkesten hakir görsem de Allah’ın kulu olma şerefiyle şerefyab olmuş bir insan olarak, iftiralarına cevap verirken onların seviyesine inmeyi Allah’a karşı bir saygısızlık sayıyorum. Aynı şekilde Hazreti Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmeti olmam hasebiyle, akıl-mantık dışı, vicdanın isyan edeceği ulu orta yapılan iftiralara cevap vermek, bana göre bu tür kimselerin seviyesine inme tehlikesi oluşturduğundan, bunu da Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı bir saygısızlık addediyorum.

Diğer taraftan aleyhinizde konuşan herkese cevap yetiştirmeye kalktığınız zaman, bununla ciddi meşgul olur, her anı altın kıymetinde olan vaktinizi bu işe harcar; dolayısıyla yapmanız gerekli olan çok kıymetli işleri yapamazsınız. Dahası, müfteriler demagoji ve diyalektiği yol edindiklerinden, verdiğiniz cevapları çarpıtırlar ki, bu da zihinlerde yeni bir kısım soruların oluşmasına sebebiyet verebilir. Bütün bu sebeplerden ötürü aleyhimizde ulu orta bir kısım sözler sarf eden müfterilere cevap vermeyi gereksiz sayıyor ve yeni ifadesiyle bütün bunları “es” geçmeyi şahsen tercih ediyorum.

Kaba kuvvetin çılgınlığı

Ne var ki ortaya atılan iftiralar geniş kitlelerin zihninin bulanmasına sebebiyet verdiği takdirde ve çokça, sürekli tekrar edildiğinden dolayı zamanla sağduyulu olan bazı kimselerin bile bu tür asılsız iddialara meyletmeleri gibi bir durum ortaya çıktığında üslup muhafaza edilerek tavzih ve tasrihte bulunulması, iftiralara cevap verilmesi gerektiğini düşünüyorum. İşte bu perspektiften hareketle müsaadenizle ana hatlarıyla sadece bir iki hususa kısaca değinmek istiyorum.

Şimdiye kadar hizmet hareketi gibi, milleti için bir şeyler yapmak isteyen, çırpınıp duran insanların oluşturduğu topluluklara pek çok defa taarruzlar yapılmış, meyveli ağaçlar sürekli taşlanmıştır. Hususiyle şahsî ve siyasî menfaat ve çıkar düşüncesiyle hareket edenler istedikleri gibi yönlendiremedikleri toplulukları kendilerine tabi kılmak için ellerinden gelen gayreti ortaya koymuşlardır. Gün gelmiş, hak ve adalet duygusuyla tadil edilemeyen kaba kuvvet milletin kaderine hâkim olunca “Madem güçlüyüm, her ne yaparsam yapayım o benim hakkımdır. Kimse bu mevzuda bana itiraz edemez.” şeklindeki kâfirce düşünce biricik ölçü kabul edilmiştir. Öyle ki milletin kanaatine saygının ifade edildiği ve meclisin alnına, “Hâkimiyet bilâ kayd u şart milletindir.” ifadesinin kaydedildiği bir dönemde bile, millet tarafından seçilerek oraya gönderilen insanlar defaatle engellenmiş, hatta bertaraf edilmişlerdir.

İşte bütün bu hâdiselere yol açan temel düşünceyi arka planıyla birlikte iyi kavramak gerekir. Kaba kuvvete dayanan bir kesim, “Madem ben güçlüyüm, öyleyse ne yaparsam yapayım, millet bunu haksızlık ve adaletsizlik olarak görmemelidir. Hatta ben icabında kelleler bile alabilirim. Aldığım bu kelleler de kendi düşünce dünyama göre kurmak istediğim sisteme feda olsun.” şeklinde düşünebilir. Nitekim bazıları tarafından bu tür düşünceler telaffuz da edildi. Darwinizm’in dile getirdiği natürel seleksiyona karşı, bunlarınkine de, “idarî veya iradî seleksiyon” diyebilirsiniz.

Aslında bütün bunların temelinde, kadimden bu yana devam edip giden iman-küfür/iman-nifak mücadelesi yatmaktadır. Şeytanî vesveseyle peygamberâne ilham; Allah yoluyla şeytan yolu her zaman birbiriyle rekabet içinde olmuştur. Şeytan yardakçıları, her zaman peygamber yolunda yürüyenlere karşı farklı şekil ve kalıplar altında düşmanlıklarını izhar etmişlerdir. Ne var ki birileri, bu Faust-Mefisto mücadelesini doğrudan doğruya dini ve dindarları hedef alarak yürütürken, bazıları da dindar görünmek suretiyle aynı şeyi yapmışlardır. Evet, bu iki kesimin yol ve yöntemleri farklı olsa da mücadeleleri, mücadeleleriyle ulaşmak istedikleri hedef aynıdır.

Cennet’e merdiven dayasanız dahi…

Günümüzde Allah’ın izni ve inayetiyle dünyanın dört bir yanına açılan adanmış ruhların eliyle çok önemli hizmetler yapılıyor. Anadolu insanının ektiği tohumlar inşallah on sene yirmi sene sonra toprağa ekilen tohumların filizlenmesi gibi neşv ü nema bulacak. Evet, bugün, Rabbimin inayet ve lütfuyla, birbiriyle anlaşan insanların bulunduğu, sevgi ve barışın hâkim olduğu huzur adacıkları oluşuyor.

İşte bütün bu gelişmeler hazım problemi yaşayan, kavga yanlısı olan, haset, kin ve nefrete kilitli insanları rahatsız eder/etmiştir/edecektir. Onlar, bütün imkânlarını, hayır yolunda değil de, yeni bir baharın gelmesi adına seferber olan insanları yürüdükleri yoldan vazgeçirme istikametinde kullanacak, yürüttükleri psikolojik savaşla Anadolu insanının kuvve-i maneviyesini kırmaya ve onların morallerini bozmaya çalışacaklardır. “Çamur at, izi kalsın.” mülâhazasıyla hareket edecek, akl-ı selimin kabullenmesi mümkün olmayan nice iftiralar ortaya atacak ve “yığın” kategorisinde mütalaa edilebilecek insanların bakışlarını bulandırıp başlarını döndürmeye çalışacaklardır.

Onların niyet ve düşünceleri bozuk olduğundan, siz ne yaparsanız yapın, yine de onları memnun edemeyecek ve yürütecekleri karalama kampanyalarının önüne geçemeyeceksiniz. Öyle ki onlar, en masum ve en makul faaliyetleriniz hakkında bile zihinlerde şüphe uyarmaya çalışacaklardır. Hatta siz, insanları Cennet’in göbeğine çıkartacak bir helezon kursanız, böylece bazılarının Cennet’e girmesine vesile olsanız, onlar yine de demagoji ve diyalektikle sizde bir şekilde tenkit edecek bir yer bulacaklardır. Meselâ diyeceklerdir ki, “Neden merdiven kurmak suretiyle cennete girecek insanlara zahmet veriyorsunuz. Buraya bir rampa yapsaydınız ve insanları da bir rokete bindirseydiniz çok daha rahat bir şekilde onları Cennet’e gönderebilirdiniz.”

Zayıfken zelil, güçlüyken zalim

Şartların müsait olmadığı dönemlerde demokratik ve tarafsız davranıyormuş gibi görünmeye çalışan bu kişiler, gücü ellerine geçirdiklerinde kendilerine muhalif gördükleri kesimlerin iflâhlarını kesme adına ellerinden geleni yapmışlardır. Fakat unutmamak gerekir ki bugüne kadar Allah yolunda yürüyen insanlara ilişen ve “Falanların iflahlarını kesmek lazım.” diyen insanlar, öyle belâlara maruz kalmışlardır ki onların kendi iflâhları kesilmiştir. İnşallah bundan sonra da Allah, doğru yolda yürüyen, milletin manevî değerlerini yeniden ihya etmeye çalışan, ruh ve mânâ köklerinden süzülüp gelen değerleri bütün dünyaya duyurma istikametinde hareket eden insanları muhafaza buyuracak ve asıl onlara ilişenleri cezalandıracaktır.

O halde, başkaları her ne yaparsa yapsın Allah’a gönülden inanmış insanlar kendi karakterlerinden asla taviz vermemelidir. Şahsen benim Cenâb-ı Hak’tan şöyle bir niyazım var: Ya Rab! Bana kötülük yapan insanlara, iyilik yapma fırsatı ver. Yüz yüze geldiğim zaman onlara yardım edeyim. Bunun sebebini sorduklarında da, “Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler. Sen nasılsan, ona göre davrandın. Benim karakterim de böyle davranmayı gerektiriyor.” diyeyim; diyeyim de yapılan onca zulüm, haksızlık, gadir ve tahkire rağmen birlik ve beraberlik ruhunun tesisi adına Allah rızası için fedakârlıkta bulunma imkânını elde edeyim.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hakiki ve şeklî Müslümanlık

Fethullah Gülen: Hakiki ve şeklî Müslümanlık

Soru: Yazı ve sohbetlerinizde sık sık Müslümanlığın şekil ve suretten ibaret olmadığını ifade ediyorsunuz. Bu hususu biraz açabilir misiniz?

Cevap: Soruda da ifade edildiği üzere Müslümanlık sadece şekil ve suretten, görüntü ve gürültüden, lâf u güzaftan ve bir kısım formaliteleri yerine getirmekten ibaret değildir. Bilâkis Müslümanlık bir gönül işidir. Yani şeklin yanında asıl önemli olan öz ve mânâdır. Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Allah Teâlâ, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sizi ona göre kıymetlendirmez. Bilâkis sizin kalblerinize, davranışlarınızdaki samimiyete bakar ve hakkınızda buna göre hüküm verir.” (Müslim, birr 33; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/284, 539 ) sözleriyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Anadolu’nun saf ve duru sesi Yunus Emre de bir şiirinde;

Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil.
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.

mısralarıyla şekil ve görüntüden ziyade asıl üzerinde durulması gerekli olanın gönül olduğunu vurgulamıştır.

İç dışa bir çevrilse

Bu açıdan nice Müslümanlıkta önde görülen, gürül gürül onu temsil etmeye çalışan insanlar vardır ki, hakikatte onların nezd-i ulûhiyette zerre kadar kıymet-i harbiyeleri yoktur. Evet, onlar bu dünyada Müslümanlık adına ön safta görünseler de ötede perişan ve derbeder bir vaziyette olacaklardır. Buna karşılık, burada kendisine değer atfedilmeyen, arkalarda görünen öyle insanlar da vardır ki, ötede, önlerin önüne geçmiş, mânevî hayatında evliya, asfiya, ebrar ve mukarrabînle at başı giden insanlar oldukları görülecektir. Bu açıdan dış görünüşe, ağızdan çıkan laflara, şekil ve suretlere bakarak insanlar hakkında bir yargıya varmak her zaman için bizi isabetli neticelere götürmeyebilir. Bu hakikate dikkat çeken Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur: “Nice saçı başı dağınık olan, (önemsenmediğinden ötürü) kapı kapı kovulan insanlar vardır ki şayet onlar herhangi bir hususla alâkalı yemin edecek olsalar, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz.” (Buhârî, eymân 9; Müslim, birr 138, cennet 48)

Fakat sakın yanlış anlaşılmasın, bu tür yüce makam ve konumları ihraz edebilmesi için insanın ille de fakir ve hakir görülmesine gerek yoktur. Kalb selâmeti bulunduğu ve konumun hakkı verilebildiği takdirde belirli dünyevî makamlarda bulunan kimseler de Allah’ın izniyle O’nun katında kıymetler üstü kıymete ulaşabilirler. Bu konuda Hulefa-i Raşidîn efendilerimizden her biri bizim için ne güzel örnektir.

Gerçek liderlerin göz yaşartan hayatı

Bildiğiniz gibi, Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, maaşından artakalan miktarı bir testi içinde biriktirmiş ve vefatı sırasında bunun kendisinden sonraki halifeye teslim edilmesini istemiştir. Mesele Hazreti Ömer’e intikal ettiğinde o, “Öyle bir hayat yaşadın ki, Müslümanca hayatı bize yaşanmaz hâle getirdin.” demiştir. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186; et-Taberî,Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/354.) Müslüman olmadan önce büyük bir servet sahibi olan Hazreti Ebû Bekir Efendimiz, sahip olduğu bütün malı-mülkü Allah yolunda harcamış, sahip olduğu imkânların zerresini dahi kendi hesabına kullanmayı düşünmemiş, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bahşetmiş olduğu onca geniş imkâna rağmen öbür tarafa giderken dünyevî imkânlar adına elleri boş gitmiştir.

Hazreti Ömer Efendimiz’in hayatı ondan farklı değildir. O, devlet başkanı olduğu dönemde, halktan orta seviyedeki bir insan ne ile geçiniyorsa kendi maaşının da buna göre belirlenmesini istemiştir. Kıtlığın yaşandığı bir dönemde ise hizmetçisine, halkın en düşük seviyedeki bir ferdinin ne ile geçindiğini sormuş, ekmek ve zeytinyağı olduğunu öğrenince, “Bundan sonra bana da böyle yapmak düşer.” demiştir. (İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/312) O günün iki süper gücünün hakkından gelen bu büyük halife ahirete giderken ellerini silkelemiş ve dünyadan öyle ayrılmıştır. İşte dünyevî ve uhrevî muvaffakiyetin temel esası böyle bir kıvamdan geçmektedir.

Hazreti Osman Efendimiz’in de kendisine göre ayrı bir fazileti vardır. Benî Ümeyye’den gelen ve büyük bir servete sahip olan Hazreti Osman, Muktedâ-i Küll Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), infak talebi karşısında hiç tereddüt etmeden altı yüz deveyi yüküyle birlikte vermiştir. (Tirmizî, menâkıb 18; el-Buhârî, et-Târîhu’l-kebîr 5/246; et-Tayâlisî, el-Müsned s.164.) O da fevkalâde civanmertliğiyle kendinden önceki iki halifenin faziletini yakalayacak ufka ermiştir.

Keza Hazreti Ali Efendimiz, ömür boyu, eline geçen parayı, yarısını açıktan yarısını da gizli vermek suretiyle infak etmiş; sahip olabileceği onca imkâna rağmen ahirete fakir bir insan olarak yürümüştür.

Bu yüce kametler, Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine lütfettiği geniş dairedeki tasarruf haklarını, makam ve payeleriyle gelen imkânları asla kendi çıkarları istikametinde kullanmamışlardır. Onlar, kendileri adına bir menfaat peşinde koşmadıkları gibi, sahip oldukları imkânları oğulları, kızları, yakınları, tayfaları ve taraftarlarına bir şey kazandırma adına da kullanmamışlardır.

Lider müsveddeleri ve felâkete sürüklenen toplumlar

Milletin emanet verdiği imkânları kendi şahısları, eşleri, evlâtları vs. için kullanan insanlar küfre düşmüş mü olur? Elbette böyle yapan insanlar küfre düşmüş olmazlar. Fakat onların kâfir sıfatlarıyla ittisaf ettiklerinde şüphe yoktur. Hatta beş vakit namaz kılsa, her sene hacca gitse ve oruçlarını tutsalar da bu konudaki zafiyetlerini düzeltmedikleri sürece kâfir sıfatları bir mikrop gibi onların bünyelerinde barınmaya devam edecek, belki de onların tavır ve davranışlarında bir kısım inhirafların ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Evet, onlar bünyelerinde tıpkı AIDS virüsü gibi bir virüs barındırdıklarından yanlış düşünecek, yanlış konuşacak, yanlış karar verecek, yanlış icraatta bulunacaklardır. Netice itibarıyla başında bulundukları insanları yanlış politikalarla felâkete sürükleyeceklerdir.

Unutmamak gerekir ki Allah (celle celâluhu), insanlar hakkında onların sahip oldukları sıfatlara göre hüküm verir. Mesela sadakat sahibi olma, başkalarının ırz ve namusuna karşı hassas davranma, iffeti ve ismetiyle yaşama, kimsenin malına-mülküne göz dikmeme, teavün düsturunu işler hâle getirme, tembelliğe karşı ilân-ı harp etme, zamanı tanzim etme, imkânları rantabl olarak değerlendirme, araştırma ve hakikat aşkıyla varlığı didik didik etme gibi gerek tekvinî gerekse teşriî emirlere ait sıfatlar birer mü’min sıfatıdır. Kim bu sıfatlara sahip olursa, Allah onu muvaffak kılacak; bu sıfatlara sahip olmayanlar ise hem bu dünyada, hem de ötede cezalandırılacaktır.

Evet, bir insan “dindarım” dese, Müslümanlığı kimseye bırakmasa da, eğer tembel tembel kahvede oturuyor, bu tembelliğine dedikoduyu, gıybeti, iftirayı ilâve ediyor, sadece zanlarla hareket edip başka mü’minler hakkında kötülük düşünüyor, kötülük konuşuyorsa kâfir sıfatlarla muttasıf bir hayat yaşıyor demektir. Bu sıfatlara sahip olan insan ise -muhalfarz- bir hareketiyle gökteki yıldızları yere indirse, yeryüzündekilere bir maytap şenliği yaşatsa, ışık ziyafetleri çektirse bile, Allah katında bunların hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Belki geçici bir süre, bir göz bağcılıkla insanları aldatabilir. Fakat böyle birisi, Allah’la sağlam bir irtibat kurmadığı, mü’mince bir çizgide yürümediği ve peygamberlerin yürüdüğü yörüngeyi takip etmediği için yalancı bir ışık gibi parlar ama kısa bir müddet sonra söner gider ve peşinden gidenlere de hüsran yaşatır. Bugüne kadar niceleri böyle göz bağcılıkla bir süreliğine kitleleri arkalarında sürüklemişlerdir ama çok geçmeden arkada hiçbir iz bırakmadan çekip gitmişlerdir.

Doyma bilmez iştiha

Bu itibarla bir mü’min şekle aldanmamalı, asıl olanın öz ve ruh olduğunu unutmamalı, ihlâs ve samimiyetten ayrılmamalı, bütün hareket ve hamlelerini Allah rızasıyla irtibatlandırmalı, attığı her adımda murad-ı ilâhîyi takip etmeye çalışmalıdır. Çünkü hayatını Allah’ın vaz’ ettiği disiplinlere uygun olarak tanzim etmeyen bir insan, nefsinin ve şeytanın yönlendirmelerine açık hâle gelecektir. Böyle birisi fırsatını bulduğunda kendi kesesini ve banka hesaplarını dolduracak, hatta kendi ülkesinin bankaları yeterli gelmeyince yurtdışına para transferine başlayacaktır. O, akla-hayale gelmeyecek hilelerle milleti soyup soğana çevirecek, milletten gasp ettiği paralarla kendi saltanatını kurmaya çalışacaktır. Bu tür şeytanca mülâhazalarla hareket eden birisi ise mü’min görünse bile küfür yolunda yürüyor demektir.

Bir dönemde insanlar, hangi yol ve yöntemlerle belirli muvaffakiyetlere imza atmış, belirli zaferler elde etmişlerse, başka bir dönemde onun dışındaki yollarla aynı mazhariyetler elde edilemez. Bunun için onların gittikleri yolun takip edilmesi gerekir. Kat’iyen gayrimeşru yollarla meşru bir hedef yakalanamaz. Hedefin, makul, meşru ve ilâhî olması gerektiği gibi, o hedefe götüren yol ve yöntemin de aynı şekilde meşru olması gerekir. Meşru bir hedefe ulaşma adına gayrimeşru yolların kullanılabileceği şeklindeki makyavelistçe düşünce ise, başka değil şeytanın bir dürtüsüdür. Böyle bir insan, mescide gitse, alnını yere koysa bile onun meyhanedeki, puthanedeki, demhanedeki birisinden farkı yoktur.

Bir zulmü daha büyük bir zulümle örtme gayreti

İdarenin hangi kademesinde bulunursa bulunsun, milletin malını hortumlama, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet alma, bohemce bir hayat yaşama veya kendi çevresini kayırma gibi büyük günahları işleyen insanlar, bu melanetlere başkalarının muttali olmasını istemezler. Dolayısıyla kendilerinden olmayan ve işledikleri gayrimeşru işleri tasvip etmeyen temiz ve dürüst insanların, yaptıkları melânetlere muttali olabilecekleri konumlara gelmesinden rahatsızlık duyarlar. Kendilerine engel olunacağından, yaptıklarının deşifre edileceğinden, aldattıkları kitleler nezdinde kredi kaybedeceklerinden korkar, bütün bunları engelleyebilmek için dürüst ve temiz insanlara akla hayale gelmedik yollarla baskı uygularlar. Çünkü her suçlunun, cürmünü örtme ve içinde bulunduğu suçtan sıyrılma gibi bir gayreti vardır. Hatta onlar, kendilerini masum gösterme adına başkalarına atf-ı cürümde bulunmaktan da kaçınmazlar.

Onlar başkalarının kendi günahlarına muttali olmasını istemedikleri gibi, daldıkları bataklıkta rahatça hareket edebilme adına çevrelerini de kendilerine benzetmeye çalışırlar. Çünkü aynı mesavi ve suçları irtikâp eden insanlar birbirleriyle rahat anlaşırlar. Onlar, hem eleştiri almamış olur hem de yaptıkları işten vicdan rahatsızlıklarını susturmaya çalışırlar.

Bütün bunların yanı sıra onlar, konumlarını, makamlarını ve geleceklerini garanti altına alabilmek için kendilerine muhalif gördükleri insanları uydurdukları bir kısım ad ve unvanlarla karalamaya ve itibarsızlaştırmaya çalışırlar; bunun da ötesinde bütün kapıları onların yüzüne kapamaya ve bulundukları yerlerden tecrit etmeye gayret ederler. Fakat asla unutulmamalı ki bütün bu fiil ve sıfatlar bir mü’minde bulunsa bile kâfirce muamele ve sıfatlardır.

Hakta sebat, problemleri çözmede âlicenaplık

Her şeye rağmen hakikî mü’minlere düşen vazife, bir taraftan tiranların güç ve baskılarına boyun eğmemek, hak bildiği yolda dimdik yürümeye devam etmek, diğer taraftan da “İyilikle kötülük bir olmaz. O hâlde sen, kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.” (Fussılet sûresi, 41/34) âyet-i kerimesi mucebince kendilerine kötülük yapan insanlara bile bir iyilik yolu bularak onları kötülükten alıkoymaya çalışmaktır. Hani Hazreti Mevlâna’nın, “Bir ayağım dinin merkezinde, diğer ayağım yetmiş iki milletin içinde.” veya “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister Mecusî, ister puta tapan ol yine gel! Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel!” şeklinde sözlerinden rahatsız olan hoca kılığındaki bir adam onun karşısına dikilerek ağzına ne geliyorsa söyler. “Zındıksın, fâsıksın, insanları baştan çıkarıyorsun. Herkese kucak açarak Yahudi’ye, Hıristiyan’a, Mecusî’ye yahşi çekiyorsun.” gibi laflar söyler. İçindeki bütün karbondioksiti boşaltır. Bu arada Hazreti Mevlâna, onun söylediklerini kemal-i samimiyet ve kemal-i tevazu ile dinler. Söyleyecek bir sözü kalmayınca Hazret, “Söyleyeceklerin bitti mi?” der. “Evet.” cevabını alınca da “Bu bağrım sana da açıktır. Sen de gel!” der.

Evet, birileri farklı gerekçeler uydurarak bütün kapıları sizin yüzünüze kapatabilir, asgari temel hak ve hürriyetleri bile size çok görebilirler. Hatta dünyanın ta öbür ucundaki hayırlı bir kısım hizmetlerinize dahi engel olmak isteyebilirler. Buna karşılık siz, size düşeni yapmalı, “Allah bize yeter!” deyip, doğru bildiğiniz yolda salih amel işlemeye devam etmelisiniz. Kötülüklerle mücadele ederken de asla mukabele-i bi’l-misil kaide-i zâlimânesinde bulunmamalısınız. Evet, yapılan bir kötülüğe karşı aynıyla mukabelede bulunmak zalimce bir kaidedir.

Vâkıa Yüce Allah, “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) beyan-ı sübhanisiyle buna müsaade etmiştir. Fakat aynı âyet-i kerimenin devamında, “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” buyurmak suretiyle âbide şahsiyetlerin sabır ve af yolunu tutması gerektiğine işaret etmiştir. Nitekim Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyeleri boyunca kendisine her türlü kötülüğü reva görenlere karşı hep afv u safh (af ve müsamaha) ile mukabelede bulunmuştur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke fethi sırasında, böyle bir imkânı kendisine bahşeden Allah’a karşı tevazuun bir gereği olarak mübarek başı bineğinin eğerinin kaşına değecek şekilde iki büklüm oraya girmiş; o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapmış insanların endişe ve korkuyla haklarında verilecek hükmü beklediği esnada kendisinden birkaç bin sene önce Hazreti Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi, “Bugün size ayıplama ve kınama yoktur. Gidin! Hepiniz serbestsiniz!” (Yûsuf sûresi, 12/92) demiştir. (el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118) İşte civanmertlik ve âlicenaplık budur! Günümüzdeki peygamber vârislerinin takip etmesi gereken yol da budur!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Her şey O’ndan

Fethullah Gülen: Her şey O’ndan

Soru: Şimdiye kadarki hizmetlerin gerçekleşebilmesi için binlerce vesilenin bir araya gelmiş olması gerektiği ve bunu bütün sebeplerin yaratıcısı ve sahibi Allah’tan başkasının yapamayacağı, dolayısıyla muvaffakiyetleri sahiplenmenin akıl dışı bir davranış olduğu ifade ediliyor. İzah eder misiniz?

Cevap: Evvelâ şunu belirtmek gerekir ki elde edilen mazhariyetlerin Müsebbibü’l-Esbâb olan Allah’ın lütuf ve ihsanıyla gerçekleştiği hususu, sadece bizimle alâkalı bir mesele değil, her devir için geçerli bir prensiptir. Mesela Hazreti Nuh (aleyhisselâm), -tefsirlerdeki yaklaşımla- tufandan Allah’ın izni ve inayetiyle kurtulduktan sonra bir süre daha insanlara hak ve hakikati anlatmıştır. O, bu süre zarfında ümmetini hayvaniyetten çıkarıp cismaniyetin dar mahbesinden kurtararak, kalb ve ruhun hayat derecesine yönlendirmiş; onlar da Allah’a yönelerek kulluklarının gereğini yerine getirmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla Hazreti Nuh’un (aleyhisselâm) mücadelelerle dolu hayatına bakıldığında ilâhî inayet apaçık görülür. Zira sebeplere verildiği zaman, ne onun tufandan kurtuluşunu ne de tufandan sonra halka müessiriyetini izah etmek mümkündür. Zaten Kur’ân-ı Kerim de, بِسْمِ اللهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا “Geminin hareket etmesi de, durması da/demir atması da Allah’ın adıyladır.” (Hûd sûresi, 11//41) demek suretiyle Hazreti Nuh’un gemisinin hareket etmesinin de, durmasının da ilâhî inayetle gerçekleştiğini beyan buyurmuyor mu?

Yine sebeplere bina edildiği takdirde Seyyidina Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm), Firavun’un zulmünden kurtuluşunu, İsrailoğullarını alıp Mısır’dan çıkararak Tih’te tutmasını, belli bir süre sonra Hazreti Yûşâ İbn Nûn’la (aleyhisselâm) Filistin’e girmelerini düşünmek mümkün değildir. Zira sebepler açısından bakıldığında bu hâdiselerin gerçekleşmesi ancak iki milyonda bir ihtimalle mümkün olabilir.

İlâhî riayet ve boşa düşen komplolar

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehâyâ) mübarek hayatlarına bakıldığında da apaçık ilâhî inayet ve riayet müşahede edilir. Zira müşrikler, her köşe başında âdeta bir gulyabani gibi O’nun ve Müslümanların üstüne gelip tepelerine binerek, her gün türlü türlü eziyetler ederek, hatta bazılarını öldürerek ümitlerini yıkmaya çalışıyorlardı. Ancak O Âbide Şahsiyet’te hiçbir zaman bir ümit kırılması yaşanmıyordu. Sanki Süleyman Nazif, “Ruhum benim oldukça bu imanla beraber / Üç yüz sene, dört yüz sene, beş yüz sene bekler.” mısralarıyla O’nun ruh hâletini seslendirir.

“Bir vakit de o kâfirler senin elini kolunu bağlayıp zindana mı atsınlar yahut öldürsünler mi yahut seni ülke dışına mı sürsünler diye birtakım tuzaklar planlıyorlardı…” (Enfâl sûresi, 8/30) âyetinde de ifade edildiği gibi Mekkeli müşrikler, Nebiler Serveri’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) hakkında türlü türlü komplolar kuruyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) evinin etrafı sarılıp esbap açısından kurtulma imkânı kalmadığında da, Uhud’da mübarek yanağı yarılıp mübarek dişinin kırılması neticesinde başından aşağıya kanlar aktığında da aynı ortak kader yaşanıyordu. Bu hâdiselerin hiçbirinde sebepler açısından bir çıkış bulmak mümkün değildir. Ama Allah (celle celâluhu), Sevgili Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) her seferinde mu’cizevî bir şekilde koruyup kurtarmıştı. Öyle ki evi muhasara edildiğinde, kâfirlerin ve fâcirlerin içinden O’nu çok rahat bir şekilde çıkarmış, sonrasında öyle bir yola sevk etmişti ki dört yüz küsur kilometrelik yolu hiç kimsenin O’nu yakalayamayacağı şekilde kat ettirmişti. Arkasından O’nu yakalamak için takip eden Sürâka İbn Mâlik bile dize gelip geriye dönmüş ve O’nu takip edenleri başka tarafa yönlendirmişti. (Bkz.: Buhârî, menâkıb 25, fezâilü ashâb 2, menâkıbü’l-ensâr 45; Müslim, zühd 75)

Aslında dikkatli bir nazarla bakıldığında, Allah yolunda mücahede edenlerin hepsinin hayatında ilâhî inayet tablolarını görmek mümkündür. Mesela Târık İbn Ziyad, Ukbe İbn Nâfi gibi devâsa kâmetler bunlardandır. Bildiğiniz gibi Ukbe İbn Nâfi, Kuzey Afrika’yı baştanbaşa fethetmiş, Atlas Okyanusu’na kadar atını sürmüş, sonra da, “Allah’ım! Bu karanlık deniz önüme çıkmasaydı, Senin nâm-ı celîlini denizler ötesi âlemlere götürecektim.” (İbnü’l-Esîr, el-Kâmîl fi’t-tarih 3/451) demişti. Şimdi bu harika insanların örnek hayatlarına bakıldığında onlara bahşedilen bu lütufların, hakikaten ancak birçok ihtimalin bir araya gelmesiyle gerçekleştiği görülür. Bu misallere, Osmanlı’nın yükselişi, İstanbul’un fethi ve Hazreti Pîr’le başlayıp günümüzde devam eden adanmışlar hizmeti de dâhil edilebilir. Mesela başlangıç itibarıyla, Hazreti Pîr’in şu an ortaya çıkan seviyede bir açılım ortaya koymasına ihtimal verilemezdi. Çünkü o, sürekli gözetim altında tutulmuş, âdeta adım adım yakın takibe alınmış, oradan oraya sürgüne gönderilmişti. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen Allah’ın izni ve inayetiyle onun tarafından ortaya konulan Kur’ân ve iman nurları her tarafa yayılmıştır. Bir ümit insanı olan Üstad Bediüzzaman, en olumsuz atmosferde bile “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbatı içinde, en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!” (Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat, s.126) deyip ümitle gürlemiş; “Yakinim var ki; istikbal semâvât u zemîn-i Asya-bâ / Hem olur teslim, yed-i beyzâ-yı İslâm’a.”(Bediüzzaman, Sözler, s.755 (ed-Dâî); Şuâlar, s.739.) sözleriyle çevresine hep ümit aşılamıştır. O günkü konjonktürü düşündüğümüzde bütün bunlar, normal şartlar altında olacak işler değildir fakat belki şimdi olanlar da bir yönüyle o gün verilen müjdelerin tezahürüdür.

Milyonda bir ihtimal

Günümüzdeki eğitim gönüllüleri de “Bir mum, diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez.” diyen Hazreti Mevlânâ’nın mesajını alarak, ellerindeki ışık kaynağıyla bütün dünyayı aydınlatmak için yeryüzünün dört bir yanına açılıyor, Allah’ın izni ve inayetiyle gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görüyorlar. Önceki dönemlerde ortaya konan hizmetler gibi bugünküler de ancak pek çok şartın bir araya gelmesiyle mümkün olabilecek bir hâdisedir. Mesela 1990’lı yıllardaki o ilk açılım için, dönemin süper güçlerinden birini oluşturan birliğin çözülüp dağılması, tam bu çözülmenin yaşandığı dönemde, oralara gönüllü olarak gidebilecek evsafta çiçeği burnunda genç öğretmen ve belletmenlerin bulunması, bu genç eğitimcilerin adlarını yeni duydukları, dünya haritasındaki yerini bile bulmakta zorlanacakları ülkelere -kendilerini bekleyen zor şartlara rağmen- gitme arzularının olması gerekiyordu. Çoğu itibarıyla yeni mezun bu insanların kendi ülkelerinde kalıp hizmet etme gibi bir arzuları olabilirdi. Zira dâussıla çok zordur. Fakat kadınıyla erkeğiyle bu gençler hayatlarının baharında olmalarına rağmen kendilerine engel olabilecek bu duyguları aşarak örf, âdet, gelenek ve dillerini bilmedikleri ülkelere dahi herhangi bir panik yaşamadan ve tereddüt göstermeden gittiler. Yine unutmamak gerekir ki okullarından henüz mezun olan bu adanmışların da onları büyütüp okutan anne-babalarının da bazı beklentileri vardı. Fakat hayatlarını yaşatmaya adamış bu eğitim gönüllüleri, anne-babalarını nasıl yumuşatıp ikna ettiler? O anne-babalar da nasıl razı olup evlâtlarından ayrılabildiler? Bu da ayrı bir meseledir. Aynı zamanda çeşitli ülkelere giden bu fedakâr insanların bir kısmı nişanlı olmasına rağmen nişanlılarını arkada bırakıp gitmek zorunda kaldı. Ne giden, ne de geride kalıp gidenin yolunu gözleyen, bu hasret ve hicranı yapılacak hizmetlere engel görmedi; “Şu an milletimiz ve insanlık adına yapılması gereken bu!” deyip göz yaşartıcı bir fedakârlık sergiledi. İşte bütün bunları bir arada düşününce, sebepler dairesinde bunların hepsinin aynı anda bir araya gelme ihtimali âdeta imkânsız gibidir.

Kaldı ki, insanlık adına ortaya konan bu güzel faaliyetler için gerekli sebepler, bunlarla da sınırlı değildi. Bir de eğitim hizmetlerinin doğruluğuna ve gerekliliğine inanmış fedakâr finansörlere ihtiyaç vardı. Bu finansörleri bulmak, ikna etmek ve onlardan gönüllü olarak bu ihtiyaçları karşılamaları için talepte bulunmak oldukça zordu. Burada bir hatıramı arz ederek yaşanmış bir hâdiseyle konuya açıklık getirmek istiyorum. İzmir’de inşa edilecek olan Yüksek İslâm Enstitüsü için varlıklı iki insanla birlikte fabrikaları gezip sahiplerinden yardım istiyorduk. Onlar, insanlara meselenin ehemmiyetini anlatmak ve daha kolay inandırıp ikna edebilmek için bir vaiz olarak yanlarında beni de götürüyorlardı. Bu maksatla gittiğimiz bir tuğla fabrikasında meselenin önemini anlattıktan sonra fabrikanın sahibi, cebinden -hilâf-ı vâki olmasın- sadece elli lira çıkarıp vermişti. Takdir edersiniz ki bu küçük rakamlarla Yüksek İslâm Enstitüsü’nün kurulması, imkânsız denecek kadar zordu. Bu durum karşısında, ilgili arkadaşlarla aramızda yaptığımız istişare neticesinde çağrılabilecek durumda, imkânı iyi olan insanların bir mekâna davet edilmesi ve böylelikle onların himmetlerine başvurulmasına karar verildi. Hatırlayabildiğim kadarıyla ancak bir masanın dört tarafını dolduracak kadar insan gelmişti. Orada bir konuşma yaptım. Davete icabet edip gelen insanlar, yüz bin lira, elli bin lira, kırk bin lira, otuz bin lira gibi çeşitli miktarlarda yardım taahhüdünde bulundular. Fakat oradakilerden birisi, “Herkes bir meseleye inandığı kadar verir, ben iki bin beş yüz lira veriyorum.” diyerek âdeta ordu bozanlık yaptı. Fakat gün geldi ülkenin değişik yerlerinde onlarca insan, bu tür hayır faaliyetleri için birbirini teşvik etti; öyle ki, himmetlerine müracaat edilecek bir toplantıdan haberdar olmadıklarında, “Ben niye çağırılmadım?” diye sitem ettiler. Hatta aynı maksat için bir araya gelinen başka bir mecliste konuşmayı yaptıktan sonra bir odaya çekildiğimde astsubay emeklisi bir insan elinde anahtarlar olduğu hâlde odaya girdi, duygulu bir şekilde “Az önce herkes himmet etti, benimse verecek bir şeyim yoktu, onun için size evimin anahtarlarını getirdim.” dedi. Tabiî ki benim böyle bir teklifi kabul etmem mümkün değildi, teşekkür edip uygun bir dille geri çevirdim.

İşte 90’lı yıllardaki o ilk yurt dışı açılım günlerine gelindiğinde artık insanımızda bu ruh oluşmuştu. Dolayısıyla mesele sadece öğretmen ve belletmen meselesi değildi. Anne-babanın razı olması, gidilecek yerlerin ve konjonktürün müsait olması, gidecek insanlara civanmert Anadolu insanının finans desteğinin olması gibi pek çok ihtimalin bir araya gelmesiyle dünya çapındaki bu eğitim faaliyetleri tahakkuk edebilirdi ki ihtimal hesaplarına göre bu, milyonda bir ihtimaldi. O hâlde milyonda bir ihtimalle gerçekleşen bir meseleyi, hiç kimse kendi dehasına, fetanetine, kiyasetine, yüksek aklına, mantığına, muhakemesine veya stratejik gücüne bağlayamaz; bağlamaya kalktığında büyük bir zulüm ve saygısızlığa girmiş olur.

“Bu zaferleri bize ihsan eden Allah’tır!”

Esasında, her güzel iş ve muvaffakiyette her şeyin Allah’tan bilinmesi Müslüman inanç ve ahlâkında hassasiyetle üzerinde durulan bir konudur. Mesela Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), bu mülâhazayla Yermûk gibi çok ciddî bir savaşta ordu kumandanı Hazreti Halid’i (radıyallâhu anh) vazifeden almıştır. (Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491) Suriye’de Bizans hakimiyetini sona erdiren ve Müslümanların bölgeye hâkim olmasını sağlayan bu savaşta düşman kuvvetler Müslümanların en az 7-8 katı idi. Ama Allah’ın izniyle Müslümanlar savaş sonunda büyük bir zafer elde etmişlerdi. Orduya komutanlık eden Hazreti Halid’in bu savaşta ilk defa uyguladığı harp stratejileri, askerî dehası, aynı zamanda cesaret ve yiğitliği herkes tarafından takdir ediliyordu. Ve işte böyle bir savaş devam ederken Hazreti Ömer, Hazreti Halid’i vazifeden almış ve Koca Halid (radıyallâhu anh) sarığı boynunda halifenin karşısına çıkmıştı. O ki, Sâsâniler’in ve Bizans’ın başına bir balyoz gibi inmişti. Hazreti Ebû Bekir Efendimiz’in (radıyallâhu anh) ifadesiyle, “Halid gibisini analar doğurmamıştır.” (et-Taberî, Tarihü’l-ümem ve’l-mülûk 2/315) Bir Batılının dediği gibi “Biz, Anibal gibi komutanları Halid’in kapısında kumandanlık dilenirken görüyoruz.” İşte herkesin takdir ettiği böyle yüce bir kamet olmasına rağmen artık o, Halife-i Rûy-i Zemin’in önünde, sarığı boynunda, kumandanlıktan azledilmiş sıradan bir neferdir. Hazreti Halid, Hazreti Ömer’in yanına geldiğinde -ruhum ikisine de feda olsun- Hazreti Ömer ona, “Halid! Biliyorsun seni çok severim. Fakat halk, elde edilen zaferleri senin şahsından biliyor. Hâlbuki ben biliyorum ki bunları bize ihsan eden Allah’tır. Senin bir mit hâline gelmenden, putlaştırılmandan endişe duyuyorum. Azlediş nedenim bu…” demişti. (Bkz.: et-Taberî, Târîhu’l-ümem ve’l-mülûk 2/491) Bu durum karşısında Hazreti Halid (radıyallâhu anh), büyüklüğüne baş döndürücü ayrı bir büyüklük katar, o güne kadar emrinde bir nefer  olan Hazreti Ebû Ubeyde İbn Cerrâh’ın (radıyallâhu anh) emri altına girer.. girer ve hayatının sonuna kadar da bir nefer olarak İslâm ordusunun parlak bir kılıcı olarak mücadele eder.

Hâsılı, Allah’ın kudret ve inayeti işin içinde olmayınca, herhangi bir meselenin realize edilmesine imkân ve ihtimal bulunmadığının hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir. Evet, olan her güzellik ancak Allah’ın izni, inayeti ve riayetiyle olmaktadır. Onun için bugüne kadar gerçekleşen faaliyetleri Cenâb-ı Hakk’ın riayetinin bir tezahürü, inayetinin ve teveccühünün değişik dalga boyunda bir tecellîsi şeklinde değerlendirmek lâzımdır. Aynı zamanda bunlar, bizim hamd ve şükür duygularımızı tetiklemelidir ki bugüne kadar olan nimetler, yapacağımız şükürlerle artarak devam etsin. Yoksa elde edilen başarıları -Allah muhafaza!- kendimizden bilirsek, Allah da bizi kendi dar güç, kuvvet ve irademizle baş başa bırakır; bırakır da bize kadar çok hâlisane ellerde gelen bu mübarek emanete hıyanet etmiş oluruz. Oysaki Kur’ân hakikatlerinin kâinat üzerinde hakkıyla dalgalandırılması ancak her anımızda tevhid hakikatine bağlı kalmamız, O’nun inayeti olmadan bir yaprağın dahi kımıldamasının mümkün olmadığına inanmamız ve bu inanca bağlı kalarak yaşamamızla mümkündür.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Hizmet hareketi ve devlete sızma iddiaları

Fethullah Gülen: Hizmet hareketi ve devlete sızma iddiaları

Soru: Hizmet Hareketi hakkında, “devlete sızma veya devleti ele geçirme” gibi iddialar öne sürülüyor. Hizmet gönüllüleri ve onları yakından tanıyanlar bunların birer iftiradan ibaret olduğunu bilse de kimi insanlar nezdinde bu tür iddiaların kafa karışıklığına sebep olduğu da bir gerçek. Söz konusu ithamlara nasıl cevap verilmelidir?

Cevap: İnsanlara sorulsa ki: “İşinin ehli olan, çalmayan, yolsuzluk yapmayan, vatandaşa saygılı davranan, vazifesini hakkıyla yapan, adaletiyle, dürüstlüğüyle öne çıkan öğretmenler, müdürler, doktorlar, mühendisler, hâkimler, savcılar, bakanlar, başbakanlar mı istersiniz; yoksa işini savsaklayan, hak-hukuk tanımayan, işinin ehli olmayan, vatandaşa saygısız kamu görevlileri mi?” Herhalde herkes, birinci şıktakileri isteyecektir. İşte farklı kesimlerden binlerce akademisyen, mütefekkir, sosyolog, gazeteci ve eğitimcinin ifade ettikleri gibi Hizmet Hareketi, zikredilen evsafta insanlar yetiştiriyor. Bu açıdan Anadolu insanının emek verip sahip çıktığı eğitim yuvalarında bu evsafta insanlar yetiştirilmiş ve bunlar ehliyet ve liyakatlerini ortaya koyarak hak kazanıp girdikleri müesseselerde bulundukları mevkilerde öne çıkmışlarsa buna devlete sızma veya devleti ele geçirme teşebbüsü mü denir; yoksa halka, devlete ve ülkeye hizmet mi denir?

İkinci olarak; insanları ilme, ahlâka, maneviyata, hakikî dindarlığa çağırmak; din, ahlâk, ilim ve maneviyat hizmeti vermek kimsenin tekelinde olmadığı gibi kendisini Müslüman olarak gören insanlar için böyle bir vazife inandığı değerlerin bir gereğidir. Bu ülke ve bu milleti aşk derecesinde seven eğitim gönüllüleri toplumun hemen her kesimine hitap etmeye çalışıyor ve bunun neticesinde farklı kesimden insanlar bu çağrıya müspet cevap veriyorlarsa bu, devlete sızma veya onu ele geçirmeye çalışmak mıdır; yoksa millete, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek midir?

Üçüncü olarak ifade etmek gerekir ki, maalesef günümüzde kimi kamu kurum ve kuruluşlarında yolsuzluk yapma, rüşvet alma, adam kayırma gibi hukuk ve ahlâka aykırı bir kısım davranışlar karşısında ülfet oluştuğu için; vazifesini hakkıyla yapmaya ve aldığı maaşın karşılığını vermeye çalışan, hukuka ve kanunlara bağlı olan, hırsızlığa, yolsuzluğa ve rüşvete bulaşmayan kamu görevlileri, bulundukları yerlerde sevilmiyor ve istenmiyorlar. Evet, ahlâk ve faziletlere bağlı bir kısım kamu görevlilerinin kanun ve kurallar çerçevesinde vazifelerini hakkıyla yerine getirmeleri, bulundukları yüksek makam ve mevkileri kazanç kapısı olarak gören bir kısım kimselerin zarar görmesine sebep olabiliyor. Peki, böyle bir durumda işini hakkıyla yapmak isteyen insanlar ne yapmalı? Hukuk ve kanun tanımayan bir kısım kimseler kendilerine zarar verecek diye adalet ve hakkaniyetle vazifelerini yerine getirmesinler mi? Başka bir ifadeyle, yüksek insanî değerlere ve hukuk kurallarına uygun olarak vazifenin yerine getirilmesi devlete sızmak ve onu ele geçirmeye çalışmak mıdır?

Suçluluk psikolojisi ve yansıtma

Kaldı ki bu ülke insanının her bir ferdi, -elbette ben ve Hizmet Gönüllüleri de buna dâhil- devletimizin vatandaşlarıyız. Ben, öz be öz Anadolu insanıyım. Kana, deme, damara, kafatasına bağlı bir ırkçı değilim, böyle bir zihniyete kesinlikle karşıyım. Fakat milletimi aşk derecesinde seviyorum. Bu açıdan bir vatandaşın kendi memleketindeki müesseselere girmesi, başkalarını da girmeye teşvik etmesi nasıl sızma olarak yaftalanabilir? Aslında sızma, kanuna ve hukuka aykırı olarak iş yapan veya bulundukları devlet hizmetlerini menfaatleri adına kullanan kişilerin işidir ki, işte bunlar kendilerini gizlemek için, kendileri dışındaki herkes hakkında bu tür suçlamalarda bulunuyorlar.

Evet, bu milletin her ferdinin, gerekli ehliyet ve liyakate sahip olmak ve bunları ortaya koymak şartıyla elbette devletin bir kademesinde, bir kamu hizmetinde bulunma hakkı vardır. Ama bazıları şu veya bu yolla bu ülkenin kaderiyle alakalı çok önemli, hayatî yerleri tutmuş, gelip hipofiz bezine oturmuş, milletin görme sinir sistemini baskı altına almış ve milletin doğru görmesine engel olmuşlarsa; sizin davranışlarınızı, hareketlerinizi de paranoyayla, “Efendim, bunlar sızmak istiyorlar.” diyerek yorumlar ve insanlara öyle göstermek isterler. Onlar bu paranoya ruh haliyle sızma meselesine öyle kilitlenmişlerdir ki, artık bir yerde kapının tokmağına dokunulsa, kapının zili çalsa “sızma” der, sızma ile oturur sızma ile kalkar, sürekli bir sızma paranoyası yaşarlar.

Hem hak hem sorumluluk

Hâlbuki bir milletin ferdi, kendi milleti içinde, kendi milleti için var olan müesseselere sızmaz; hakkıdır, girer oraya; mülkiyeye de girer, adliyeye de girer, hariciyeye de girer. Neden vatan evladı girmeyecekmiş buralara? Anadolu insanını sadece Kur’ân kurslarına mı bağlamak istiyorsunuz? Yalnızca o mevzuda mı teşvikte bulunalım; “Sadece İmam-hatiplere gitsinler” mi diyelim? Hayır, dün dediğim gibi, evvelki gün dediğim gibi, bugün de söylüyorum, ömrüm vefa ettiği müddetçe yarın da, öbür gün de söyleyeceğim: Anadolu insanının, bu ülkenin vatandaşının her yere girme hakkı vardır, bu hakkını kullanır. Böyle bir hakkı kullanmaya mani olmak apaçık haksızlıktır, zulümdür, irtikâptır. Ama hemen şunu ifade edeyim ki, Anadolu insanına, kendi memleketinde, kendi müesseselerinin kapılarını kapatma, böyle bir dayatma gün gelir halkın vicdanında öyle bir yankı bulur ki geriye teper: “Zalimin zulmü varsa, mazlumun Allah’ı var / Bugün halka cevir kolay, yarın Hakk’ın divanı var.”

Bu itibarla sesim ulaşsaydı Anadolu’nun en ücra noktasında duyulacak şekilde bir kere daha haykırırdım: Çocuklarınızı Kur’ân kurslarına koyduğunuz kadar, İmam-hatip’e de koyun; oraya koyduğunuz kadar mülkiyede de okutun; tıpta, mühendislikte, polis mekteplerinde okuttuğunuz kadar, hukuk fakültelerinde, askerî mekteplerde de okutun! Bu ülke sizin ülkeniz; dolayısıyla, o ülkeyi ayakta tutacak müesseselere sahip çıkmak da hem hakkınız, hem de sorumluluğunuzdur.

Kendilerinden başka herkes “öteki”

Esasında bu tür iddialar, maalesef millete hizmet uğruna değil de kendi menfaati adına kullandığı konumunu muhafaza edebilmek için Türkiye’nin şu anki kaotik, karmaşık, hukuksuz ortamından istifade eden, bu halin devamını isteyen; insanların gerçekleri görmelerinin önünü almaya, ülke gerçeklerinin bilinmesine engel çıkartmaya çalışan, ele geçirdikleri kamu makam ve mevkilerini bırakmak istemedikleri gibi, evlâtlarına, onlardan torunlarına bırakma peşinde koşan; ülkenin gerçekten demokratikleşmesinden ciddi manada korkan bazılarının hukuk devleti ve demokratik bir devlet olabilme adına adımlar atılmasının önünü almak için kullandıkları argümanlardan biridir. Milletin yükselişini kendilerinin çöküşü kabul eden, vazifeperver insanları kendi ikballeri açısından birer tehlike olarak gören ve dün başkalarıyla, bugün ise daha başkalarıyla ittifak halinde bulunan bir kesim veya bazı kesimler, çıkarlarından olma telaşı yaşıyor ve işgal ettikleri koltuklarda, içine gömüldükleri yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet gibi bataklıkların sorgulanmasından korktukları için bu tür iddialar ortaya atıyorlar. Devlet ve milletin imkânlarıyla bohemce yaşayışlarını ve serâzat hayat tarzlarını sürdürebilmek için kendileri gibi olmayan insanlardan rahatsızlık duyuyor ve bunları rahatça davranmalarına ve keyiflerince yaşamalarına mâni görüyorlar. Daha sonra da şeytânî hislerine fikir libası giydirerek, “Darbe var; her yeri sarmışlar; her yere sızmışlar…!” türünden yâvelerle ortalığı velveleye veriyorlar. Bu sözleri tekrarlaya tekrarlaya zamanla paranoyalara tutuluyor ve kendileri haricindeki herkesi düşman ve herkesi “öteki” görme ruh hastalığına kapılıyorlar.

Diğer yandan, bu iddiaların bir psikolojik savaşın parçası olduğu da gözden kaçırılmamalıdır. Bazıları, “şucu, bucu” iftiralarını ricâl-i devlete karşı tehdit, şantaj ve yıldırma malzemesi olarak kullanıyorlar. Ülke ve devlete faydalı işler yapabilecek kimseleri suçlayıp sindiriyor ve onların önlerini kesiyorlar. Böyle bir bahaneyle vatan evladının önünü tamamen tıkamayı hedefliyorlar.

Âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi…

Bir kısım kimseler de var ki, demokratik teamül ve kuralları ayaklar altına alarak ülkenin kan damarlarına, kılcallarına kadar girmiş ve halk üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Onlar bu uğurda, meşru‒gayrimeşru ellerindeki her türlü imkânı kullanmış, belli yerlere gizlice nüfûz etmiş ve ülkenin imkânları üzerine konmuşlardır. İşte bu tür insanlar çevrelerine hep kendi iç dünyaları adesesinden bakar; değişik hareket ve oluşumları, faaliyet ve kıpırdanmaları kendi yaptıklarına kıyas edip öyle değerlendirir ve neticede kendi levsiyatlarını başkalarında da tahayyül edip insanlarla muamelelerini bu anlayışa göre belirlerler. Kendileri gerçekten “sızdıkları” için, ehliyet ve liyakatlerini ortaya koyarak idarî kademelerde yer alan millet fertlerini de sızmakla suçlarlar.

Hani bir hırsız bir dükkânın önünden geçerken kepenklerine bakar, “o kepenklerin kolay bir şekilde nasıl açılacağı, kilidinin nasıl çözüleceği, hangi yollarla içeriye girilip daha sonra içerideki o malların nasıl hızlı bir şekilde boşaltılacağı” gibi şeyleri düşünür. Yani oradan geçerken daha başta göz hırsızlığıyla, yapacağı hırsızlığın zeminini hazırlar, onun kurgusuyla meşgul olur. Bu arada dükkân sahibi de, dükkânını kapatıp evine giderken geriye dönüp bakar ve gözleri kepenklerin üzerinde, muhtemel bir hırsızlığa karşı gerekli tedbirleri alıp almadığının, kilidin yeterince güvenli olup olmadığının muhasebesini yapar. Bu durumu gören ve o şahsın dükkân sahibi olduğunu bilmeyen hırsız ise, onu kendine kıyas edip “Bu da bizim tayfadan!” der.

Bu misalde olduğu gibi, birileri kırk haramiler gibi milletin mukadderatı üzerine oturmuş, ilgili müesseselere nüfûz etmiş ve oraları ele geçirerek kendi aralarında paylaşmışlarsa, gayet masum düşüncelerle ve insanî faziletlerin i’lâsı istikametinde koşturup duran insanları da kendileri gibi değerlendirir, onlara da aynı gözle bakarlar. Hâlbuki o adanmış ruhlar son derece masum düşüncelerle hareket etmektedirler. Öyle ki onlar, makam-mansıp-iktidar gibi dünyevî arzu ve hevesleri rüyalarında dahi görmemişlerdir. İnsanın, uzak durduğu, istemediği halleri rüyasında görmesi mümkündür. Fakat onlar, o türlü arzu ve heveslerden öylesine uzak bulunmaktadırlar ki, bazı rüyalar şuuraltı müktesebatının bir yansıması olsa da, onların şuuraltında böylesi mülâhazalar bulunmadığından, o türlü düşünceler onların rüyalarında dahi kendilerine yer bulamamaktadır. Ama bir kısım insanlar hep o rüya ve hülyalarla oturup kalktığından masum insanları da kendi bakış açılarına göre değerlendirmekte, kendi bakış açılarına göre yorumlamakta ve neticede değişik iftira ve karalamalarla onların önünü kesmeye çalışmaktadırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İftiralar karşısında yapılması gerekenler

Fethullah Gülen: İftiralar karşısında yapılması gerekenler

Soru: Kur’ân-ı Kerim’in haber verdiğine göre Firavun, Hazreti Musa hakkında, “Sizi yerinizden yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” (Â’raf sûresi, 7/110) diyerek emniyet ve güven timsali Hazreti Musa’yı gizli ajandaya sahip ve iktidarı için tehlikeli bir kimse gibi göstermeye çalışmıştır. Günümüzde de mü’minlerin yaptıkları hayırlı faaliyetler hakkında benzer şüpheler oluşturabilmek için bazı odaklar tarafından sürekli iftira üretilmektedir. Bu durum karşısında mü’minlere düşen vazifeler nelerdir?

Cevap: Her şeyden önce inanan insanların, temel değerleri itibarıyla şartlara göre tavır değiştirmemeleri, rahat zamanlarda olduğu gibi, en amansız ve insafsız saldırılar karşısında da üsluplarını namusları bilerek müstakim bir çizgide sabitkadem olmaları gerekir. Öyle ki, onları anlamak ve okumak isteyen insanlar hiçbir zaman zihinlerde tereddüt oluşturabilecek bir tenakuzla yüz yüze gelmemelidirler. Aksi takdirde, inandırıcı olamaz, ruhlarının ilhamlarını başkalarına duyurmada mesafe kat edemezler.

Şiddetli fırtınalar ve devrilmeyen çınarlar

Evet, mü’min, maruz kaldığı hâdiseler karşısında, asla, rüzgârın önündeki savrulan yapraklar gibi olmamalıdır. Bilâkis o, derinliklere kök salmış ağaçlar gibi her zaman dimdik bir duruş sergilemelidir. Botanikçiler bilir, bazı ülkelerde ağaçların kökleri sağlam olmadığından, sert bir rüzgâr estiğinde veya biraz fazla kar yağdığında ağaçlar hemen devriliveriyor. Hatta bazen haricî bir tesir olmaksızın toprakların yumuşaması bile onların devrilmesi adına yeterli olabiliyor. Bazı ülkelerde ise – su bulabilmek için olsa gerek- ağaçlar yerin derinliklerine doğru birkaç metre kök salıyor ve böylece bulundukları yerde şiddetli fırtınalara rağmen sapasağlam duruyorlar. İşte inanmış bir insan böyle olmalıdır.

Yoksa şartların lehinde veya aleyhinde olmasına göre vaziyet değiştiren, her bir hâdise karşısında daima menfaati istikametinde farklı bir tavır sergileyen insanlar bir müddet sonra inandırıcılıklarını kaybederler. Kalıcı bir inandırıcılık için her zaman dimdik ayakta durmasını bilmek ve istikameti muhafazada kararlı bir duruş sergilemek gerekir. Öyle ki, yirmi sene önce sizin nabzınızı tutmuş ve kalb ritimlerinizi dinlemiş olan insanlar nasıl bir ahenkle karşılaşmışlarsa, yirmi sene sonra elli defa feleğin çemberinden geçmiş ve elli defa preslenmiş olmanıza rağmen nabzınızı tutup kalbinizi dinlediklerinde yine aynı ritimle karşılaşmalılar.

Peki, bizim hiç hissî infialimiz, hiç feveranımız yok mudur? İnsan olmamız hasebiyle elbette ki bu tür duygular zaman zaman bizim içimize de esip gelebilir. Fakat Allah insana irade verdiğine göre, bunları kontrol altına almasını ve her zaman meşru daire içinde kalmasını bilmeliyiz.

Farklı coğrafyalardaki hüsnü kabulün sırrı

Söylediklerimi müşahhas bir misalle izah etmeye çalışayım: Bildiğiniz gibi 90’lı yıllarda, çiçeği burnunda delikanlılar diplomalarını ellerine alır almaz, dünyanın dört bir tarafına açıldılar. Bu arada antrparantez şunu ifade edeyim ki, insanlar hakkında mutlak mânâda tezkiyede bulunmak doğru değildir. Çünkü sena ettiğimiz kişi, o ölçüde bir kıvama sahip değilse, ağzımızdan çıkan bu tür sözleri Allah (celle celâluhu) öbür tarafta bizim yüzümüze çarpabilir. Bu yüzden birileri hakkındaki hüsnüzan dile getirilirken denge hep korunmalıdır. Bununla birlikte ortaya konulan bu tür fedakârlıkları görmezlikten gelmek açık bir kadir-bilmezlik olduğu gibi, arkasında bir kısım menfi niyetler aramak da ayrı bir dengesizlik ve apaçık suizandır.

Asıl konumuza dönecek olursak, evet, adanmış ruhlar, yirmi yılı aşkın süredir gönüllerinin ilhamlarını başkalarına duyurmak için dünyanın farklı coğrafyalarına açıldılar ve açılmaya da devam ediyorlar. Her ne kadar birkaç ülkede bir kısım problemler yaşanmış olsa da bugün gidilen ülke sayısı 170’in üzerindedir. Bu açıdan, 2-3 ülkede yaşanan problemi çok görmemek gerekir. Devlet-i Aliyye döneminde bile bu ölçüde geniş bir coğrafyaya açılım olmamıştır. Ekonomik ölçekte ortanın altında bir ülke olduğumuz, birçok insanın aleyhimizde çalıştığı, hakkımızda düşmanlıkların, gammazlamaların, hasetlerin, hiss-i rekâbetlerin bulunduğu nazar-ı itibara alınacak olursa, dünyanın 170 ülkesine açılabilmenin önemi daha iyi anlaşılacaktır. Zaten insafla meseleye bakanlar bunu anlıyor ve takdirle yâd ediyorlar.

İşte Cenâb-ı Hakk’ın sevkiyle dünyanın dört bir yanına açılan insanların hüsn-ü kabul görmesinde, kanaatimce onların hep aynı çizgide tavır ve davranış sergilemesinin önemli rolü vardır. Evet, sık sık onların nabızlarını tutanlar, kalblerine kulak verenler ritmin hep aynı attığını görmüş ve “Biz bu insanları senelerden beri dinliyoruz. Ajandalarında insanlığa hizmetten başka bir şey olduğuna şahit olmadık. Bunlar sadece insanlık solukluyorlar.” demişlerdir.

Aslında 170 ülke demek, 170 farklı kültür ortamı demektir. Oralara giden adanmış ruhlar, gittikleri kültür ortamının hususiyetlerine dair herhangi bir eğitim ve herhangi bir seminer alma imkânı da bulamamışlardı. Fakat onlar, bütün insanlığı kucaklayacak ölçüde engin bir vicdana sahiptiler. Yani onlar, Yunus Emre’lerin, Mevlâna’ların, Ahmed Yesevî’lerin, Hazreti Pîr-i Mugân’ların sahip olduğu bir engin duygunun peşinden gidiyorlardı. Peki, neydi bu duygu? O, bütün insanlığı sahil-i selâmete çıkarma duygusuydu. Onlar böyle bir duyguya sahip olduklarından ve aynı zamanda bütün işlerini insanî değerlere bağlı götürdüklerinden gittikleri yerlerde de Allah’ın izniyle hüsn-ü kabul gördü ve gönüllere girdiler.

Göz yaşartan açılım kıvama emanet

Bugün değişik belgesel ve programlarla yurtdışına açılma sürecinde yaşanan tecrübeler ekranlara taşınıyor. Onların serencameleri, hikâyeleri anlatılıyor. Fakat bunların hiçbirisi yaşananları aynıyla aksettiremez, gerçek derinlik ve enginliğiyle yaşanan o günkü duygu ve düşünceleri yansıtamaz. Zira adanmışlar öyle bir samimiyetle, öyle bir beklentisizlikle yollara düşmüşlerdi ki, kendilerine destek veren Türkiye’deki gönüllülerin imkânları müsait olmadığından gittikleri yerlerde bazen aylarca maaş alamamış, ancak zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilecek ölçüde bir burs miktarıyla idare etmişlerdi. Yeri gelmiş gurbet ellerde işçilik yapmış, bir ırgat gibi çalışmış ve öyle geçinmişlerdi. İşte muhatap oldukları insanlar onların bu hâlisane tavırlarını görmüş ve onlara yürekten inanmışlardı. Allah bugün de onları imanda, ihlâsta, samimiyette ve vefada sabitkadem eylesin! Zira ciddî bir sadakat, ciddî bir ihlâs ve ciddî bir vefa ile başlayan böyle bir hareketin geleceğe yürümesi, kıvamın korunmasına bağlıdır. Allah korusun, bazen kurulan bir sistemin ahenk içinde işlemesi, sistem körlüğü hâsıl edebilir. Evet, bazen elde edilen başarı ve muvaffakiyetler insanı gurura sevk edebilir ve onun kendini rahat ve rehavete salmasına sebebiyet verebilir. Bazen de insan, zahiri sebepler açısından kendi tavır ve davranışları neticesinde ortaya çıkan güzellikleri, kendi istidat ve kabiliyetine, hikmet donanımlı düşüncelerine ve üstün fetanetine verebilir. Oysaki bütün bunlar bünyeye giren öldürücü birer virüs gibidir. Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde bu virüsler bünyeyi yere serebilir.

Bu açıdan bir taraftan keyfiyeti muhafaza etmeye çalışılmalı; diğer yandan da, “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım! Kalblerimizi dininde sabitleyip perçinle!” (Tirmizî, kader 7; İbn mâce, duâ 2); “Ey kalbleri hâlden hâle koyan Allah’ım, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” (Müslim, kader 17; Abd İbn Humeyd, el-Müsned s. 137) gibi ifadelerle kaymama, yanılmama ve yanlış yollara girmeme adına Allah’a çok dua edilmelidir.

Peygamberlik makamı Hâtemü’l-Enbiya Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuştur. O’ndan sonra hiç kimse için peygamberlik söz konusu değildir, asla düşünülemez. Fakat insan peygamberâne bir çizgide, fevkalâde bir sadakat, fevkalâde bir ismet, fevkalâde bir iffet, fevkalâde bir hikmet ve fevkalâde bir fetanetle O’nun yolunda olmalı, peygamberlik ufkunu adım adım takip etmeye çalışmalıdır. Esasında ortaya konulan böyle bir kıvamla başkalarının hakkımızda yanlış bir kısım yorumlara girmesinin de önü alınmış olacaktır.

Beklenti esarettir

Öte yandan, her fırsatta sık sık Allah rızasından başka hiçbir beklentimiz olmadığını hem ifade etmeli, hem de tavır ve davranışlarımızla bunu ortaya koymalıyız. Eğer kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adayan insanlar, yapmış oldukları hizmetleri belli dünyevî beklentilere bağlarlarsa, diyet ödeme mecburiyetinde kalır ve kendi hareket alanlarını daraltmış olurlar. Zira her beklenti, insanın hürriyetinden bazı şeyleri koparıp götürür.

Bu açıdan adanmış ruhlar, hürriyete sınır getirebilecek bütün beklentilerden uzak durmasını bilmeli ve aynı zamanda herhangi bir angajmanlığa girmeme konusunda kararlı olmalıdırlar. Onlar, elbette ki ülke ve millet için maslahat gördükleri istikamette siyasî bir tercih ortaya koyabilirler. Bu, bila kayd u şart bir partiye bağlanmak demek değildir. Ülke menfaatleri için uygun gördükleri bir tercihte bulunurken hiçbir zaman iradelerini bir siyasi organizasyona teslim etmemeli, asla hür iradelerine ve hürriyetlerine dokundurtmamalıdırlar. Hürriyeti korumanın en sırlı anahtarı ise Allah’a kulluktur. Allah’a kulluğa kilitlenmiş bir insan, tam hürriyetini elde etmiş, kula kulluktan kurtulmuş demektir. Başka mülâhazalara girenler ise, hürriyetlerini kırmış, çatlatmış olurlar.

Hatta bırakalım dünyevî beklentileri, mefkûre kahramanları Cennet beklentisi içine bile girmemeli, bilâkis onu Allah’ın fazlından istemelidirler. Çünkü ubudiyet, Hazreti Pîr’in ifadesiyle mukaddime-i mükafat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sabıkadır. Bu açıdan insan sadece Allah’ı talep etmeli ve onun dışındaki bütün istekleri sonsuz karşısında sıfırı talep etme gibi görmelidir.

Fakat bu kıstaslara göre hareket edilmesine rağmen, yine de, belli imkânları ellerine geçiren ve hastalık ölçüsünde bir paranoya yaşayan insanlar, adanmış ruhların alanlarını daraltmaya çalışabilirler. Onlar, şeytanın sağdan yaklaşmasıyla meseleye dinî bir kılıf da geçirerek elde ettikleri bütün imkânları kendi havuzlarını doldurma istikametinde kullanmak ve sürekli kendileri adına stok yapmak isteyebilirler. Çok sağlam inanmış gibi görünen ve hatta hayatının büyük bir bölümünü tekke ve zaviyede geçiren insanlar bile bu tür küçük ve basit menfaatlerin arkasına takılabilirler. Evet, elde ettiklerini kaybetme korkusuyla paranoya yaşayanlar, tamamıyla kendi çıkar ve menfaatlerine odaklandıklarından, güvercinlerin bile bir yerde toplanmasını kendileri adına bir tehdit sayabilir, bundan endişe duyup “Acaba bunların belli yerlerde gözleri mi var?” gibi düşüncelere girebilirler.

Kirlenmiş olanlar çevrelerinde temiz insan istemezler!

Bu halet-i ruhiyenin sonucunda onlar, çevrelerinde iffetli, namuslu ve müstağni insanları görmek istemez, onların mevcudiyetinden dahi rahatsızlık duymaya başlarlar. Onlar, bir iş yaparken, bir çevre oluştururken hep kendileriyle aynı zihniyete sahip olan insanları tercih eder ve böylece kendilerini güvene almak isterler. Onlara göre çevrelerinde hep kendileri gibi düşünen insanlar bulunmalıdır ki yarın, öbür gün ayıpları görülmesin ve mesavîleri başkaları tarafından bilinmesin. Onlar, hırsızlık ve haramîliklerinin gizli kalmasını arzuladıklarından mesavîi mesavî olarak gören insanların içlerinde bulunmasına asla tahammül edemezler. Efendimiz’in beyanları içinde, temiz insanlar temizlikleri etrafında bir araya gelirken, kirli insanlar da kendi kirlilikleri etrafında bir araya gelirler. Evet, kirliler, ismet ve iffetleriyle yaşayan, sadakat ve fedakârlıktan ayrılmayan, her daim nezahetlerini koruyan insanları çevrelerinde istemezler.

Ancak, bu tür zulüm ve tecavüzler karşısında bile adanmış ruhlar sırat-ı müstakimden ayrılmamalı, duygu ve düşüncede hep dengeli davranmalıdırlar. Onlar kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye gibi duygularda dengeli oldukları gibi, haset, hırs, kin ve nefrete maruz kaldıklarında ortaya koyacakları mücadele tarzında da dengeyi muhafaza etmelidirler.

Dengesizler karşısında dengeyi muhafaza

Çünkü asıl hüner, başkalarının dengesizlikleri karşısında dengeyi koruyabilmektir. Mesela birileri haset ve çekememezlik duygusuyla sizin üzerinize gelebilirler. Gelecekte, bir kısım imkânların ellerinden kaçıp gitmesi korkusuyla size karşı kin ve nefret duygularıyla köpürebilirler. İşte burada bile aynıyla mukabelede bulunmama, imkânı varsa kortekste bu tür olumsuzluklara hiç yer vermeme, onların nöronlara bulaşmasına fırsat tanımama ve geldikleri gibi onları kapı dışarı etme çok önemlidir. Esasen el âlem sizi sevip alkışladığı zaman onlara karşı saygı duymak marifet değildir. Marifet odur ki sizi kabul etmeyen, mevcudiyetinizden rahatsızlık duyan insanlar hakkında bile, “Allah’ım, bana nâşâd olsun diyenler şâd olsun, nâmurad olsun diyenler bermurad olsun.” diyebilmektir. Hele bu kadar dengesizliğin bulunduğu günümüz dünyasında, dengeli olmak daha bir önem arz eder.

Kur’ân-ı Kerim, “Bir kavmin size karşı tecavüz ve saldırıları, sizi adaletsizliğe, haksız yere onlara saldırmaya sevk etmesin.” (Mâide sûresi, 5/8) buyurmuştur. Bu âyet-i kerime, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mü’minlere akla hayale gelmedik zulümlerin yapıldığı Mekke döneminde nâzil olmuştur. Böylece mü’minlere, bütün bu olup bitenleri engin vicdanlarıyla sabırla karşılamaları ve aynıyla mukabelede bulunmamaları emredilmiştir. Dolayısıyla birilerinin nâseza nâbeca tavır ve davranışları, mü’minleri hak ve adalet duygusundan ayırmamalıdır. Başkalarının adaletsizlik yapması, sizin adaletsizlik yapmanızı asla meşru kılmaz. Siz, inanan gönüller olarak her zaman âdil olma mecburiyetindesiniz.

Eğer bir karalama kampanyası başlatılmış, yapılan zulümler sürekli hâle getirilmiş, hiç durmadan sabah akşam zift gibi yalan ve iftira püskürtülüyorsa, bu durumda yerine göre tavzih, tashih, tekzipte bulunulabilir ve tazminat hakları kullanılabilir. Fakat bu hakları kullanırken bile, kendimize yaraşır ve yakışır şekilde, kendi karakterimizin gereğini sergilememiz gerekir. Evet, “Herkes kendi seciye ve karakterine göre davranır.” (İsrâ sûresi, 17/84.) Bize düşen de her hâlükârda kendi karakterimizin gereğine göre hareket etmektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İmanın yenilmez gücü

Fethullah Gülen: İmanın yenilmez gücü

Soru: Ruhlarının ilhamlarını, inandığı değerlerin güzelliklerini başka gönüllere de duyurmak isteyen insanların karşılaşacağı en büyük engeller nelerdir?

Cevap: Dünyevî istek ve arzular beşer için en büyük imtihan unsurlarıdır. Bu unsurların, fertlerin duygu ve düşüncelerini sarıp sarmaladığı, çepeçevre kuşattığı toplumlarda nice zulümler işlenmiş, nice sıkıntılar yaşanmış, peygamberler başta olmak üzere nice hak ve hakikat eri amansız ve imansız saldırılara, çeşit çeşit hakaret ve iftiralara, hatta suikast ve katliamlara maruz kalmıştır. Nitekim ciğerleri dağlayan ilk hâdise, sağanak sağanak vahyin yağdığı Seyyidina Hazreti Âdem’in (aleyhisselâm) evinde cereyan etmiş; böyle bir atmosferde neş’et etmiş olmasına rağmen Kabil, dünyalık isteklerine ulaşma adına kardeşi Habil’in kanına girerek onu öldürmüştür. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/27-32) Şeytanın aldatmasıyla ilk macera böylece başlamış bir daha da aldanışların sonu gelmemiştir.

Kitab-ı Mukaddes’te anlatıldığına göre -Allah’ın izni ve inayetiyle- ezilmekten kurtarıp yeniden ikbale yürüttüğü kavmi tarafından Hazreti Davut (aleyhisselâm), -haşa ve kella- zina ve adam öldürtme gibi sıradan insanlara bile isnat edilmeyecek iftiralara maruz kalmıştı. O, kavmi tarafından Tâbut’a (sandık)  el basıp yemin etmeye zorlanmış, iki ayağı bir papuca sokulmak istenmiştir. İnsanlığın İftihar Tablosu da (sallallâhu aleyhi ve sellem), düşmanları tarafından -hâşâ, yüz bin kere hâşâ- sihirbaz (Bkz.: Yûnus sûresi, 10/2; Sâd sûresi, 38/4), şâir (Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/5; Sâffât sûresi, 37/36) ve kâhin (Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek 2/550; Abdurrezzak, Tefsîru’s-San’ânî 3/328) gibi iftiralara maruz kalmış, anlatacağı hakikatlerin gönüllerle buluşması engellenmeye çalışılmıştır.

Ebedî olanı burada yok etme!

Benzer hâdiseler bugün de olabilir ve bundan sonra da eksik olmayacaktır. Önemli olan, bazı şairlerin yaptığı gibi, dertlere destan kesmemek, onları sonraki nesillere birer şikâyetname olarak aktarmamaktır. Evet önemli olan, başa gelen bütün bu sıkıntıları gönül rızasıyla kabullenmek, halka şikâyette bulunmamak, tenha yer ve zaman dilimlerini kollayıp içini Allah’a dökmek ama feryadından kimseyi haberdar etmemektir. Zaman ve mekânın yegâne sahibi Allah’tır (celle celâluhu). Hüküm de O’na aittir. O hâlde neticeye karışmak bizim işimiz değildir. O’nun hakkımızdaki hükümlerini takdirle karşılamalı;

“Gelse celâlinden cefâ,
Yahut cemâlinden vefa;
İkisi de câna safâ,
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.” (İbrahim Tennûrî)

anlayışıyla hareket edilmelidir.

Bazen celâlden cefa, bazen de cemâlden safa gelebilir; bunların ikisini de bir bilmeli, ne safa ile sevinmeli ne de cefa ile yerinmelidir. İnsan, “Ne yaptım da bunlar başıma geldi? Bu ıztıraplar, sıkıntılar, dedikodular, çekememezlikler, hazımsızlıklar neden hep beni buluyor?” dememelidir. Bu konuda Alvar İmamı’nın inciden daha parlak şu ifadeleri ne kadar güzeldir:

Âşık der inci tenden,
İncinme incitenden,
Kemâlde noksan imiş,
İncinen incitenden.

Evet ille de ötede bir kemâl beklentiniz varsa, dünyevî şeyler açısından burada kemâle talip olmak, kemâlsizlik emaresidir; halkın alkış ve takdirini bekleme gibi arzular, ahiret adına birer iflâs ve kayıp yatırımıdır. Kur’ân-ı Kerim, bizleri bu konuda uyarır ve

أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا
“Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz.” (Ahkâf sûresi, 46/20)

buyurur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği bütün lütufları öteye bırakmalı, ahiret adına vaat ettiği bütün güzellikleri dünyada yiyip bitirmemelidir.

Konuyla ilgili ibretlik şöyle bir kıssa zikredilir: Allah’ın salih kullarından birisinin hanımı, maişet darlığı yüzünden kocasına dert yanar. Ondan, bu hâlden kurtulmaları için dua etmesini ister. Salih zat da hanımını kırmaz, dua eder ve duası kabul olur. Birden yanlarında altından bir kerpiç belirir. Salih zat, hanımına, “İşte,” der. “Bu, bizim Cennet’teki köşkümüzün bir kerpicidir.” Bunun üzerine söylediklerine pişman olan o mübarek hanım, kocasına, “Gerçi çok muhtacız ve âhirette de inşaallah böyle çok kerpiçlerimiz olacak. Fakat bâkî bir âlem olan âhirette elde edeceğimiz bir mükâfat, bu fânî dünyada zâyi olup gitmesin, Cennet’teki köşkümüzden bir kerpiç noksan olmasın. Onun için sen dua et, bu kerpiç yerine gitsin.” der. Hanımının bu samimî isteği üzerine o salih zat tekrar dua eder, birden o altından kerpiç gözden kaybolup yerine gider.

Evet kendisini hakka adamış, bir mefkûreye gönül bağlamış, milletinin ikbal yıldızını yeniden parlatmayı kendisine hedef hâline getirmiş insanların yenilmez gücü; dünyayla aralarına mesafe koymaları, istiğna ruhuyla hareket etmeleri ve kendilerini tamamen başkalarının mutluluğuna adamalarıdır. Vâkıa, hayatlarını ticaretle sürdüren ve kazandıklarıyla da iman ve Kur’ân hizmetine sahip çıkan bazı insanların, kalben dünyayı terk etmek şartıyla kesben ona talip olmalarında bir mahzur olmasa gerektir. Fakat temsil konumunda bulunup da kendilerini bu işe adamış hizmet erleri, dünyaya karşı net tavır almalı, hep müstağni davranmalıdırlar. Zira onların en büyük kredileri istiğnalarıdır. Onlar müstağni davrandıkça, insanlar onların ağızlarından çıkacak sözlere kulak kesilecek, işaret ettikleri her meseleye gönül rahatlığıyla “evet” diyecek ve zerre kadar şüphe ve tereddüt yaşamadan yapmaları gereken vazifeleri yerine getireceklerdir.

Olması gereken bu iken, maalesef görünen o ki, adanmışlık ruhuyla yola çıktığı hâlde, başlangıçta “biraz istifadeden bir şey olmaz” deyip dünyaya meyletmiş ama sonra derinlemesine dalmış ve belini doğrultamamış, ona yenik düşmüş insan sayısı az değildir. Alvar İmamı’nın ifadeleriyle

Nice servi revan canlar
Nice gül yüzlü sultanlar
Nice Hüsrev gibi hanlar
Ve nice tâcdarlar.

bir bir gelmiş ve maalesef bir bir yıkılıp gitmişlerdir. Hak erlerinin bu şeytanî telâkkilere kendilerini kaptırmaları, “Ben de kazanıp onlar gibi yaşayayım; benim de evim, servetim olsun…” demeleri, kendi elleriyle kendi kredilerini bitirmeleri demektir. Kader, onların sahip oldukları nimetlerin de ellerinden alınmasına ve nihayet ayaklarının kayıp devrilmelerine fetva verir. İşte o zaman da Allah (celle celâluhu), pörsümüş, cansız cesetler hâline gelmiş olanları götürür, onların yerine Kur’ân’ın ifadesiyle yepyeni, yıpranmamış, dünya karşısında diş kırmamış bir topluluğu getirir. (Bkz.: Mâide sûresi, 5/54)

Mütekebbirleri dize getirmenin yolu

O hâlde adanmışlığın haysiyet ve şerefi, her hâlükârda korunmalıdır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), her konuda olduğu gibi bu konuda da zirveyi temsil eden baş adanmıştır. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhunun ufkuna yürüdüğü zaman zırhı, misafirlerini ağırlayabilmek için aldığı bir ölçek arpaya mukabil bir Yahudi’de rehin bulunuyordu. (Buhârî, rikak 17; Müslim, libâs 37) Ruhunun ufkuna yürüyüp ötelere ulaştığında bu durum öğrenilmiş ve ipotek çözülmüştü. (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 8/359)

Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) anlayışı Allah Resûlü’nden farklı değildir. Nitekim ruhunun ufkuna yürürken kendisinden sonraki halifeye teslim edilmek üzere bir testi bırakmıştı. Vefatının ardından emanet, İkinci Halife Hazreti Ömer’e (radıyallâhu anh) teslim edilmiş, merakla kırılan testinin içinden hilâfet müddetince ihtiyacından artan paralar ve kısa bir mektup çıkmıştı. Mektupta şöyle denilmekteydi: “Bana tahsis ettiğiniz maaş bazı günler fazla geldi. Bunu harcamaktan Allah’a karşı haya ettim; zira bu, halkın malıdır, devletin hazinesine katılmalıdır.” Hazreti Ebû Bekir’in (radıyallâhu anh) bu hitabı, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) duygulandırmış ve gözyaşları içinde şöyle demiştir: “Allah, Ebû Bekir’e merhamet etsin! Arkada kalanlara, yaşanması ne kadar da güç bir hayat bırakıp gitti!” (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186)

Hazreti Ömer (radıyallâhu anh), halifeliğini aynı anlayışla devam ettirir. Hiçbir zaman bir tahtı olmamış; mescitte oturmuş ve işlerini orada yürütmüştür. “Mütekebbire karşı tekebbür; gururlu ve kibirli kişiye karşı mağrurane hareket etmek esastır.” anlayışını, lüks, şatafat ve debdebe içinde yaşamak için bir bahane yapmamış, aksine mütevazi hâliyle o günün dünya devletlerini dize getirmiştir. Nitekim Mescid-i Aksâ’nın anahtarlarını teslim almaya giderken oranın yöneticilerinin onu gösterişli elbiseler içinde karşılamalarına mukabil o, aynı bineğe kölesiyle nöbetleşe binişi, üzerinde yamalı elbiseyle gelişi ve genel duruşu itibarıyla son derecede mütevazi idi. (Bkz.: Mevlânâ Şiblî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi 1/233-238) Bu hâdiseden de açık bir şekilde anlaşılacağı üzere devrin mütekebbirlerini dize getirmenin yolu, mahviyet ve tevazudur. Bu hâl ve bu tavır, kibrin bin bir türünü yerin dibine gömecektir. Evet, Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) ömür boyu anlayışı bu idi. Nitekim hiçbir zaman,  çocuklarıma, torunlarıma bir miras bırakayım düşüncesi içinde olmadı. Çocuklarını sahabe-i kiramın vefalı anlayışlarına emanet etti ve ruhunun ufkuna öyle yürüdü.

Hazreti Osman (radıyallâhu anh), çok zengindi, ticaretle uğraşıyordu. Ancak o, Hazreti Pir’in ifadesiyle, dünyayı kesben değil kalben terk etmişti. (Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nûriye s.113 (Habbe).) Nitekim Tebûk Seferi’ne gidecek ordunun ihtiyacı söz konusu olduğunda, yüzlerce deveyi yüküyle birlikte, hem de kalbinde en küçük bir pişmanlık hissi duymadan sırf Allah rızası için infak etmişti. (Bkz.: et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 18/231; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk 39/63) Eğer Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Senin her şeyini vermen gerekir.” buyursalardı, hiç tereddüt etmeden getirip hepsini verirdi.

Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) hayatı da aynıydı. Bugünkü Türkiye topraklarının belki yirmi katı büyüklüğünde bir ülkeye hâkimdi. Sahip olduğu devletin sınırları, bir kısım siyasî çekişmeler, hır gürler olmasına rağmen, o günkü Pers ve Roma imparatorluklarının bütününü içine alabilecek genişlikteydi. Ne var ki Hazreti Ali, bazen yaz döneminde sadece kışlık elbisesi olduğu için o elbiseyle buram buram terliyor, bazen de kış mevsiminde yazlık eski elbisesi içinde tir tir titriyordu. Neden böyle giyindiği sorulunca da, “Ben, kendi imkânlarımla ancak bu kadarını temin edebiliyorum.” cevabını veriyordu. (Bkz.: İbn Mâce, mukaddime 11; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/99)

Müslümanlık buysa biz neredeyiz?

Bugün, “Biz de onların yolundayız.” deyip hayatlarını yazlıklardan kışlıklara seyahatle geçirenlere, “Çoluk çocuğumun, torunlarımın istikbali ne olacak?” diyenlere, “Devletin parası deniz…” anlayışıyla hareket edenlere sormak lazım: Sizin örneğiniz kim? Bir mü’min olarak Karunlara, Ramseslere, Amnofislere ait olan böylesi düşüncelerden bütün bütün uzak durmak ve Allah’tan hicap etmek gerekmez mi? Yüce Allah’tan dileğim odur ki, yüksek bir mefkûreye gönül vermiş insanlar, bu hicap hislerini hep korusunlar; dünyanın çelmesine gelmesin, bir el-enseyle devrilmesin, bir kündeyle yıkılıp gitmesinler. “Biz burada dişimizi sıkar, sabrederiz, yeter ki ötede hiçbir şeyimiz eksik olmasın.” desinler. Evet onlar, “Cahil geziyor zevrak-ı ikbal-i safada / Arif yüzüyor merkez-i girdab-ı belâda.” (Ziya Paşa) anlayışıyla, kahr u belâlara razı olsunlar ama başkalarının şatafatlı hayatına imrenmesinler. Dünyalık şeyleri, ayaklarının ucuna bulaşmış bir pislik olarak görsünler. Huzura varırken de, kendilerine sorulacak “Ne bıraktın dünyada?” sorusuna; “aklıma bir şey gelmiyor” cevabını verecek kadar ötelere yiğitçe yürüsünler. Zira mesleğimizin esası istiğna, mahviyet ve tevazudur. Kendilerini, yıkılmış bir âbideyi yeniden ikame etmeye adamış mefkûre erlerinin başka türlü davranışları, halk nazarında kendilerine olan güven duygusunu sarsacağı gibi Hak nezdinde de itibar kaybına sebep olacaktır. Tarihte örneklerine çokça rastlandığı üzere haktan haksızlığa, yoldan yolsuzluğa savrulanlar, Hazreti Harun (aleyhisselâm) gibi ortaya çıkmış olsalar da -hafizanallah- Karun gibi yuvarlanır giderler.

Evet adanmışlık düşüncesi, karşılığında İstanbul’un, Viyana’nın hatta Roma’nın fatihi olma gibi bir paye bile teklif edilse o, hiçbir şeye feda edilmemelidir. Dünyaya gelirken nasıl hiçbir şeye sahip değilsek, öbür âleme yürürken de bir “sıfır” olarak yürünmelidir. Tıpkı yukarıda zikredilen örneklerde olduğu gibi. O örnekleri gören görsün ve takdir etsin; zira takdirleri ahirette kendileri adına şefaate dönüşecektir. Takdir edemeyenlerin takdirsizlikleri ise, kendi başlarına bir balyoz gibi inecektir.

“Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar!”

“Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib,
Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib” (Nâilî-i Kadîm)

beytinde ifade edildiği gibi, bugüne kadar nice güller hâre düştü, nice bülbüller feryad ü figan etti. Bugün de feryad ü figan etmek mefkûre kahramanlarına düştü. Atılan iftiralar, kınanıp yerilmeler, alay ve istihzalar, nice entrika ve komplolar… Bütün bunlara karşı, “Ne dünyadan safa bulduk, ne ehlinden recâmız var / Ne dergâh-ı Huda’dan mâadâ bir ilticamız var.” (Nef’î) anlayışıyla hareket edilmeli ve vakarlı bir duruş sergilenmelidir. Sa’dî’nin ifadeleriyle, “Kazara bir sapan taşı, bir altın kâseye değse / Ne kıymeti artar taşın, ne kıymetten düşer kâse.” Dolayısıyla eğer siz altın kâse iseniz, varsın taşlasınlar; Allah’ın izni ve inayetiyle size kimse zarar veremeyecektir.

Kur’ân-ı Kerim,

وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ
“Onlar kınayanın kınamasından korkmazlar.”(Mâide sûresi, 5/54)

buyurur ve bize böyle durumlarda sergilenecek tavrı işaret eder. Diğer taraftan başa gelen her şeyin Hazreti Mahbub’un kurbetine vesile birer imtihan olduğunun şuuruyla zâhirî sebepleri aşan bir nazarla hâdiselere bakabilmeli. Nitekim bu ufkun kahramanı asrın dertlisi, “Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.” (Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası-2 s. 75) diyor. Kendilerini aynı yolun yolcusu bilenler de, Nesimî gibi,

Bir cefâkeş aşıkem ey Yâr Sen’den dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma koy erre Neccâr Sen’den dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar Settâr Sen’den dönmezem.

demeli ve söylenen kem sözlere takılıp kalmadan ve zihinlerini onlarla meşgul etmeden bütün himmetlerini yapmaları gerekli olan işe yoğunluşturarak hak bildikleri yolda dimdik yürümelidirler.

Hiç şüpheniz olmasın, adanmış gönüller, “Mevlâ görelim neyler, / Neylerse güzel eyler.”deyip yürüyüşlerine bu anlayışla devam ettikleri müddetçe, Allah’ın izni ve inayetiyle, O’nun sıyanet kanatları altında hizmetlerine devam edecekler ve hiç kimse de onlara engel olamayacaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İnsanı Allah’tan uzaklaştıran ilim

Fethullah Gülen: İnsanı Allah’tan uzaklaştıran ilim

Soru: İlim hakkında rivayet edilen

مَنِ ازْدَادَ عِلْمًا وَلَمْ يَزْدَدْ في الدُّنْيَا زُهْدًا لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا
“Dünyada kimin ilmi arttıkça zühdü de artmazsa, onun sadece Allah’tan uzaklığı artar.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 6/52)

hadis-i şerifinin vermiş olduğu dersler nelerdir?

Cevap: İnsanı Allah’a ulaştıran yollar mahlûkatın solukları sayısıncadır. Çünkü her bir insan farklı istidat ve kabiliyetlere sahiptir. Buna göre bazı hassas tabiatlar, Hakk’a ulaştıran yollar içinde en önemli güzergâhın aşk olduğunu söylemişlerdir. Bu aşk yolcularından kimi; “Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşina beni, / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni!” (Fuzulî) deyip inlemiş, bir başka gönül eri; “Öyle bir dildâre dil ver eyleye dilşâd seni, / Öyle bir dâmeni tut ki ede ber-murâd seni!” (Alvarlı Efe) sözleriyle aşk yolunu nazara vermiş, bir diğer aşk kahramanı ise; “Zahidin gönlünde Cennet’tir temenna ettiği, / Ârif-i dilhastenin gönlündeki dildârıdır.” (Şeyh Galib) mısralarıyla âşığın iç dünyasının resmini ortaya koymuştur.

Ancak hak ve hakikat yolcularından bazıları da zühd yoluyla Allah’a ulaşmaya çalışmış ve diğerlerine nazaran bu yolun daha önemli olduğunu düşünmüşlerdir. Zühd bir yönüyle dünya ve içindekileri terk etme ve dünyadan istifadeyi ihtiyaç ölçüsüyle sınırlama demektir. İnsan elbette mevcudiyetini devam ettirebilme adına yeme, içme, uyuma gibi bedene ait ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır. Fakat hayatını zühd çizgisinde yaşamak isteyen bir insan, gaflete sürükleyeceği düşüncesiyle dünyanın bu tür nimetlerinden doyuncaya kadar istifade etmek istemez. O, “Tatmaya izin var, doymaya izin yok.” (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.38 (Sekizinci Söz); Nur’un İlk Kapısı s.17) sözünü kendine rehber edinir.

Tedebbür, tezekkür ve tefekkür yoluyla Allah’ı tanımaya çalışan bazı mütecessis ruhlar ve kemâl erbabı ise, sürekli eşya ve hâdiseleri hallaç etmiş, kâinat kitabını okumuş, bu kitapla Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân arasında koordinasyonlar kurmuş ve bu iki kitabı sürekli birbirinin merceği, projektörü veya rasathanesi altında temâşâ etmeye çalışmışlardır.

Taklit vadilerinde yolunu şaşıranlar

Bütün bunların dışında henüz sûrî ve şeklî yaşamaktan sıyrılamamış, taklidin esiri kullar vardır ki, bunların yol alması, mesafe kat etmesi oldukça zordur. Atalarında gördüklerini taklit etmeleri açısından onların durumu,

حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ أٰبَاءَنَا
“Atalarımızı ne yol üzerinde bulmuşsak, o bize yeter!” (Mâide sûresi, 5/104)

diyen kâfirlerin durumu gibidir. Bu hâlde bulunan bir insan ise kendi kendine “Acaba bir kilisenin haziresinde neş’et etmiş olsaydım, akıl, mantık ve muhakememi kullanarak şu hâlihazırdaki yarım yamalak Müslümanlığı elde edebilir miydim?” diye sorması gerekir. Gerçi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğine bağlanarak taklidî imanın da makbul olduğunu; yani atalarında gördüğünden dolayı “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyen, babası gittiği için onun yanında camiye giden, Ramazan ayında babaannesi oruç tuttuğu için oruç tutan insanların da kurtulacağını söylemişlerdir.

Mehdi enflasyonu

Aslında taklit adına söylenen bu hususlar bizim neslimizi resmetmektedir. Çünkü hiçbirimiz bugün inandığımız hakikatlere, öz beynimizi burnumuzdan kusarak ulaşmadık. Hiçbirimiz geceleyin yataklarımızı terk edip delice koridorlarda dolaşıp Hazreti Ömer’in (radıyallâhu anh) amcası Zeyd İbn Amr gibi, “Allah’ım seni istiyorum.” (Bkz.: Buhârî, menâkıb 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 5/54) demedik. O’nu bulma adına delice bir takibe koyulmadık ve hep taklitle avunduk. Hele bir de bazıları kalkıp bizim Müslümanlığımızı alkışladı ve biz de kendimizi bir şey zannettiysek işte o zaman bütün bütün aldandık. Hatta bir kısım zavallılar alkış ve takdirler karşısında kendilerini popülizme saldı ve bunun sonucunda her yerde bir sürü mehdi zuhur etti. Asrımızda o kadar çok mehdi zuhur etti ki, “mehdi enflasyonu”nun yaşandığını söylesek mübalağa etmiş olmayız. Evet kimileri, kendilerinin sıradan bir mü’min olup olmadığının dahi muhasebesini yaparken, bazıları da kendilerini bir hamlede insanlığı kurtaracak, bir nefhada Kayserleri, Kisraları yere serecek kahramanlar olarak gördüler. Gerçekte ise bunların her birisi hakkıyla Allah’ı tanımayan, Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) bilmeyen, Râşit Halifelerden ve sahabe efendilerimizden habersiz yaşayan taklidin zavallı kullarıydı. Bunlar nerede olduklarını, düz yolda dahi nasıl yaya kaldıklarını bilmediklerinden ötürü, yol almaları da çok zordu.

Hâlbuki inanan bir gönül, Zât-ı Ulûhiyet’i bilme, mârifet ve muhabbet deryalarına yelken açma adına sürekli tefekkür ve tezekkürde bulunmalı ve hiç doyma bilmeden yoluna devam etmelidir. Kendisine sunulan maârifet kâseleri karşısında;

Bak şu gedânın hâline,
Bende olmuş zülfün teline,
Parmağım aşkın balına,
Bandıkça bandım, bir su ver!

demelidir. Deniz suyu içerek susuzluğunu gidermeye çalışan bir insan gibi, içtikçe içmelidir. O, bir taraftan derinlemesine mârifete yelken açarken diğer taraftan da şu mülâhazalardan hiç ayrılmamalıdır: “Eğer ben gerçekten duyulması gerekli olan şeyleri duysaydım; “Biliniz ki kalbler ancak Allah’ı anmakla huzur ve itminana kavuşur.” (Ra’d sûresi, 13/28) hakikatini idrak etseydim; “Ne mutlu iman edip de makbul ve güzel işler yapanlara! Eninde sonunda dönüp gidilecek güzel yurt onların olacak.” (Ra’d sûresi, 13/29) müjdesini rasat edebilseydim, Cenab-ı Hak ile daha derin bir irtibata erecek, sürekli aşk u iştiyak nağmeleri seslendirecek, mü’minlere karşı tevazu kanatlarını yerlere kadar indirecek ve bütün mahlûkata engin bir şefkatle nazar edecektim. Demek ki ben hâlâ yerlerde sürüm sürümüm.”

Sığ görün derin ol!

Zaten gerçek kulluk, fevkalâde yüksek gayretle fevkalâde tevazuu cem edebilmektir. Evet insan, bir taraftan öyle yukarılara çıkmalıdır ki, melekler ona baktıkları zaman, “Hayret! Cisim ve bedenden mürekkep bir varlık ama nasıl oluyor da meleklerle aynı ufku paylaşıyor veya onların önünde kanat çırpıyor!” demelidir. Ama aynı zamanda bu kişi kendisini hiçlerden hiç görebilmelidir. Ona, “İmzanı at!” dediklerinde hiç düşünmeden çok rahatlıkla “hiç” yazabilmelidir.

Kemâli bihakkın idrak etme açısından İnsanlığın İftihar Tablosu’ndan (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha büyük bir insan yoktur. Buna rağmen O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Allah’a şöyle yalvarmıştır:

اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي أَعْيُنِ النَّاسِ كَبِيرًا اَلّٰلهُمَّ
“Allah’ım, beni benim gözümde küçük göster! (Misyonum itibarıyla) beni insanların nazarında ise büyük göster.” (el-Bezzâr, el-Müsned 10/315; ed-Deylemî, el-Müsned 1/473)

Bir hak dostu, bu duayı biraz değiştirerek kendi hesabına şöyle der:

اَلّٰلهُمَّ اجْعَلْنِي فِي عَيْنَيَّ صَغِيرًا وَفِي دِينِي كَبِيرًا
“Allah’ım, beni benim gözümde küçük, dinimde ise derin kıl!”

İnsan bir taraftan kendisini minnacık, bir sinek kanadı kadar görmeli ama dinî derinlik açısından da şöyle demelidir: “Allah’ım, beni öyle bir dinî mükemmeliyete ve öyle bir dinî donanıma ulaştır ki, dinime ait varidatım, bütün insanlığa dağıtıldığında hepsinin Cennet’e girmesine kâfi gelsin!” Nitekim Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hazreti Maiz hakkında, “O, öyle bir tevbe etti ki, onun bu tevbesi Medine’de 70 insana dağıtılsaydı, hepsine yeterdi.” buyurmuştu. Çünkü o, hiç kimsenin bilmediği ve görmediği bir yerde bir günah işlemiş, bu günahın pişmanlığı neticesinde Allah Resûlü’ne gelerek, aklanmak istediğini söylemişti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu dört defa geri çevirdiği hâlde, o her defasında ölümü göğüsleme pahasına tekrar geri gelmiş ve aynı isteğini tekrar etmişti. Kendisine had tatbik edildikten sonra da, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), hem bir hakikati beyan hem de onun hakkında suizan edilmesinin önüne geçme adına, yukarıdaki sözlerini söylemişti. (Bkz.: Müslim, hudûd 22; Ebû Dâvûd, hudûd 24, 25)

Evet insan, iman, mârifet, muhabbet, zevk-i ruhani, aşk u iştiyakta sabitkadem olma mevzuunda sürekli derinleşmeye çalışmalıdır. Fakat bunun yanında insan, kendisini sığlardan sığ görmelidir. Zaten insan gerçekten bir kalb derinliğine ulaşmışsa, kendisini insanların en hakiri görecektir. Bunun mefhum-u muhalifi ise şudur: Şayet bir insan kendisini insanların üstünde görüyorsa, gerçekte o, insanların en bayağısı ve zavallısıdır. Bu kişi ister mü’min, ister münafık, isterse de kâfir olsun, netice değişmez.

“İlim kendin bilmektir”

Hayalinde kendisi için yüce payeler kurgulayan, “Ben galiba önemli bir misyonu eda etmek ve insanlığın elinden tutarak onları evc-i kemâlâta çıkarmak için dest-i kudret tarafından hususî bir donanımla gönderilen özel bir insanım.” mülâhazasını taşıyan bir insanın gerçekte sinek kanadı kadar bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün alâmeti ise tekebbürdür. (Bkz.: Bediüzzaman, Münâzarat s.64.)

İşte asıl mârifet de insanın sahip olduğu ilmini bu mülâhazalarla taçlandırabilmesidir. Bu da, kemâl yudumlamış, olgunluğa ermiş ve nazarî bilgisini aksiyon hâline getirebilmiş insanların işidir. Alvarlı Efe Hazretleri, günde altı saat minderde oturup ilimle, sohbet-i Cânan’la meşgul olmasına, Zât-ı Ulûhiyet’in nâm-ı celili anılınca beti benzi atmasına rağmen yine de,

Ne ilmim var ne a’mâlim
Ne hayr u tâate kaldı mecâlim,
Garîk-i isyanım, çoktur vebâlim,
Aceb rûz-i cezâda nola hâlim.

derdi.

Yunus Emre de;

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendin bilmezsen,
Ya nice okumaktır.

demiştir.

Yoksa meseleyi elin-âlemin takdirine bağlayan insanların, bulunduğu yerin bir adım ötesine geçebilmeleri mümkün değildir. Böyle insanlar hakkında başkalarının, “Falan kişinin maşallahı var! Nasıl da insanlara yardımcı oluyor, yol gösteriyor ve onları içine düştükleri bataklıktan çıkarıyor.” türünden sözler söylemelerinin de onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Sorudaki hadis-i şerif müvacehesinde değerlendirecek olursak, şayet bir mü’min ilmi ve bilgisi arttığı hâlde dünyayı ve içindekileri elinin tersiyle itemiyor, hâlâ dünya ile oturup kalkıyor, dünya deyip onun arkasından koşuyor, bir pâye elde ettiğinde hemen gözünü daha yukarısındaki bir pâyeye dikiyor ve ihraz etmiş olduğu dünyalıkları elinden kaçırmamak için ölüp ölüp diriliyorsa o, başka değil ancak Allah’tan uzaklaşmış demektir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İnsanı baş aşağı götürecek hastalık: Suizan

Fethullah Gülen: İnsanı baş aşağı götürecek hastalık: Suizan

Soru: Bir hadis-i şerifte, insanların helâk olduğunu söyleyen kişinin asıl kendisinin helâk olduğu ifade edilmektedir. Suizanda bulunma veya sürekli başkalarını tenkit etme gibi davranışlar bu hadisin şümûlüne dahil midir?

Cevap: Sahih-i Müslim’de yer alan hadis-i şerifte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), إِذَا قَالَ الرَّجُلُ هَلَكَ النَّاسُ فَهُوَ أَهْلَكُهُمْ “Bir kişi, ‘İnsanlar helâk oldu.’ dediği zaman, onlar içinde en fazla helâke maruz kalan kendisi olur.” (Müslim, birr 139; Ebû Dâvûd; edeb 77; Muvatta, kelâm 2) buyurmuştur. Bu mübarek beyan, cevâmiü’l-kelim (az sözle çok mânâ ifade etme) olduğundan pek çok hakikati muhtevidir. Bu hakikatlerden biri de soruda ifade edildiği üzere, insanın başkaları hakkında suizanda bulunmasıdır. Zira biri hakkında “O helâk olmuştur.” diyecek ölçüde ileri-geri konuşma; beriki hakkında, “Onun işi bitmiştir.” gibi sözler söyleme hep suizannın neticesidir. Hâlbuki Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) asıl işi bitmiş olanın, başkaları hakkında bu tür beyanlarda bulunan kişiler olduğunu haber vermektedir.

Nefsini putlaştıranlar, dışarıda suçlu arar

Suizan neticesi olarak başkaları aleyhinde ileri geri laflar etmenin içinde, egoizm, egosantrizm, hatta her şeyi kendisine bağlama gibi bir narsizm vardır. Herkesi ayıplayan, herkes için bir suç bulan insan, hiç farkına varmadan kendisini bir mabut hâline getiriyor, kendisine tapıyor ve aynanın karşısına geçip, “Yok böyle birisi. Bir sengine yekpâre acem mülkü fedadır.” mülâhazalarına giriyor demektir.

Hüsnüzandan mahrum fakat suizanna kilitli bir insan, başkasının namaz gibi çok önemli bir ibadetini bile bir şekilde kendi suizannına kurban edebilir. Meselâ namaz kılan birisini gördüğünde onun hakkında, “Acaba bu kişi namazla tam bütünleşebildi mi?” şeklinde bir düşünceye girebilir. Fakat böyle bir düşüncenin karşısına Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Yarıp da kalbine mi baktın?” beyanı çıkacaktır. (Buhârî, meğâzî 45, diyât 2; Müslim, îmân 158) Biz, kimsenin kalbini bilemeyiz. Zâhiren şeklî ve sûrî namaz kıldığını zannettiğimiz bir insan belki de derinlemesine ve duyarak o namazı îfa ediyordur. Dolayısıyla namazın doğrusunu anlatma, mü’min sıfatlarını ortaya koyma gibi mevzularda doğruları dile getirme vazifemiz olsa da falanın filanın kıldığı namaz veya tuttuğu oruç hakkında olumsuz mülâhazalara girmekten, hele de bunu seslendirmekten mutlaka kaçınmalıyız. Zira başkalarının yaptığı ibadet ü taate ön yargı ve niyet okumalarla bakmak, korkunç bir suizandır. Böyle bir suizan, mânevî olarak insanın baş aşağı gitmesine sebep olabilir. Allah (celle celâluhu) da, “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın.” (Hucurât sûresi, 49/12) kavl-i kerimiyle suizannı kesin ve net bir şekilde yasaklamaktadır.

Bu itibarla başkalarına bakarken, onlar hakkında hüsnüzanna esas teşkil edebilecek bir husus söz konusu olduğu müddetçe hep hüsnüzanla bakmak gerekir. Öyle ki, karşıdaki kişinin hüsnüzan edilebilecek tek bir yönü olsa bile, hüsnüzan esas alınmalı, suizandan kaçınılmalıdır. Meselâ birisinin ahiret sermayesi olarak sadece bir kelime-i tevhid veya kelime-i şehadeti vardır. Zâhiren salih amelini göremediğimiz bu kişi hakkındaki kanaatimiz, “Bu kardeşim, kelime-i şehadeti yürekten söylemiş ve onun bu sözü nezd-i ulûhiyette yüksek bir kıymete ulaşmış olabilir. Dolayısıyla o, tek bir kelime-i şehadetle kurtuluşa erebilir.” şeklinde olmalıdır. Beri taraftan kendimiz hakkında, günde beş vakit değil, beş vaktin üzerine 50 vakit kaza namazı ilave etsek, yine de işin içine riya ve süm’a karışmış olabileceği şüphesiyle helâk olabileceğimiz endişesini taşımalıyız.

Misalleri çoğaltabiliriz. Mesela, ferdî ibadetlerini eksik, noksan yerine getirdiğinden dolayı zâhiren Allah’la irtibatı zayıf görünen birisi, insanlarla münasebetlerinde hep doğru konuşuyor, sözlerine hiç yalan bulaştırmıyordur. Biz, onun bu tavrını Allah’tan korkmasına hamletmeli ve onun hakkında, “Bu kişi konuşmalarında bu kadar hassas olduğuna göre demek ki Allah’la çok güçlü bir münasebeti var.” demeliyiz. Keza haramlara karşı çok hassas olan, haramın bir arpasını bile ağzına götürmeyen, kendisine yapmadığı bir işin karşılığı verildiğinde onu hak etmediğini düşünerek reddeden bir insanın bu davranışları öyle güzeldir ki onları Allah rızasıyla irtibatlandırmayınca izah edemeyiz. Dolayısıyla bütün bu durumlar karşısında o kişinin Allah’la münasebeti konusunda hep hüsnüzanda bulunmalıyız.

Denge: Hüsnüzan, adem-i itimat

Ancak ifrat ve tefritlerden uzak kalıp meseleyi ekmeliyet ve etemmiyet mülâhazasına bağlayacak olursak, şu kıstası da hiçbir zaman göz ardı etmemeliyiz: Özellikle gel-gitlerine şahit olunan kimseler hakkında, hüsnüzan disiplini, adem-i itimat disiplini ile birlikte ele alınır. Çünkü hüsnüzan ettiğimiz kişi, zaman zaman istikamet çizgisinden sapıyorsa, sanıldığı kadar kâmil ve mükemmel bir insan olmayabilir. Bu açıdan söz konusu kişi hakkında hüsnüzan içinde bulunsak da, mülâhaza dairemizi açık tutar, endişe ettiğimiz hususlardan dolayı ona bir kısım hayatî vazifeler verme veya çok önemli işler emanet etme gibi mevzularda temkinli davranırız. Fakat böyle bir durumda bile, durumu rapor ederken, “Ben falana karşı çok güven duymuyorum; filan çok itimat edilir bir şahıs değildir.” şeklinde suizan ifade eden söz söylemenin hakkımız olmadığını bilmemiz gerekir.

O hâlde biz, başkalarına bakarken en küçük amellerin bile onları Allah indinde kurtarabileceğini düşünmeli, hatalarına nazar-ı müsamaha ile bakmalı ve onlar aleyhinde söz söylemekten kaçınmalıyız. Nitekim Asr-ı Saadet’te yaşanan bir hâdise, mü’minlere bu konuda önemli dersler vermektedir. Şöyle ki, içkinin henüz yeni haram kılındığı dönemde bir sahabî, pek çok defa sarhoş olarak yakalanmış ve tedip edilmişti. O, bir keresinde de Huzur-u Risaletpenâhî’ye aynı suçtan dolayı getirilerek tedip edilmişti de orada bulunanlardan birisi onu kastederek, “Allah cezanı versin. Sen ne kötü adamsın. Bu kaçıncı oldu, böyle huzura geliyorsun!” türünden sözler sarf etmişti. Bunu duyan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Böyle sözler söylemeyin. Böyle sözlerle kardeşinize karşı şeytana yardımcı olmayın. Allah’a yemin ederim ki, o, Allah ve Resûlü’nü çok sever!” buyurmuştu. (Buhârî, hudûd 4-5; Abdurrezzak, el-Musannef 7/381, 9/246) İşte, başkalarına bakarken sürekli Allah Resûlü’nün bu ufkundan bakmalıyız.

Hüsnüzan: En güzel bir ibadet

Hususiyle Allah ve Resûlü ile irtibatı olan, Kur’ân’la münasebeti bulunan, kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adamış inanan gönüller hakkında suizanda bulunmaktan, kusur arayıp onları ayıplamaktan fevkalâde sakınmak gerekir. Zira Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), مَنْ عَيَّرَ أَخَاهُ بِذَنْبٍ لَمْ يَمُتْ حَتَّى يَعْمَلَهُ “Kim, Müslüman kardeşini herhangi bir hata ve günahı işlemekle ayıplarsa, o, bu ayıbı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, sıfatü’l-kıyâme 53; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/191) sözleriyle ikaz etmiştir. Bu açıdan bir insan, “Ben falanlara şu ayıbı yakıştırdım ama ya millet de beni veya eşimi ya da çocuklarımı böyle bir şeyle ayıplarsa ben ne yaparım!” mülâhazası ile korkmalı, titremeli ve iki büklüm olmalıdır.

Evet, hakikî mü’min, her kim olursa olsun, başkaları hakkında çok dikkatli düşünmeli ve temkinli hareket etmelidir. Bilindiği üzere hep uyanık olma anlamına gelen teyakkuz, sofiliğin ilk basamağıdır. Mü’min, Allah yolunda yürürken sürekli gözleri açık olarak yürümeli, düşüncelerini mümkün oldukça hüsnüzanna bağlamalı, kat’iyen suizan günahına girmemelidir. Zaten Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, حُسْنُ الظَّنِّ مِنْ حُسْنِ الْعِبَادَةِ “Hüsnüzan sahibi olması, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.” (Ebû Dâvûd, edeb 81; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/297) buyurmak suretiyle bize yüce bir ufuk olarak hüsnüzannı göstermektedir.

Bununla birlikte yılan gibi zehirlemekten lezzet alan ve sürekli başkalarını boynuzlamaya çalışanlara karşı temkinli davranmayı ve onlara karşı setler oluşturmayı da ihmal etmemeliyiz. Fakat sizin bu konuda temkinli hareket etmeniz, hakkınızda türlü türlü komplolar planlayan insanların hidayetleri adına duada bulunmanıza mâni olmamalıdır. Bundan dolayıdır ki, elli senedir aleyhimde yazı yazan insanlarla ilgili aklıma Cehennem’e gitmeleri yönünde bir düşünce geldiğinde hemen, “Hayır yâ Rabbi! Bahtına düştüm, ne olur Cehennem’le onlara azap etme! Kalblerine iman koy, onları da imanla serfiraz kıl!” diye dua ediyorum.

Fakat yaşadığınız mağduriyet ve mazlumiyetler karşısında Allah size farklı bir tercih hakkı da lütfetmiştir. İsterseniz, “Allah’ım, onların haklarından gel, onları hezimete uğrat, birliklerini paramparça hâle getir, cemiyetlerini dağıt, düzenlerini başlarına yık!” diyebilirsiniz. Bütün bunları söylemek sizin hakkınızdır. Çünkü وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ “Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesi mucebince, birileri size işkence ediyor, eza ve cefada bulunuyor, değişik komplolar hazırlıyor, hile ve tuzaklar kuruyorlarsa, onları bozacak, tersyüz edecek, kendi başlarına dolayacak hareketlerde bulunmak da sizin hakkınız olur. Bununla birlikte âyet-i kerimenin devamında, وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” ifadeleriyle de -şahsî haklar noktasında- dişinizi sıkıp sabretmenizin, centilmenlikten vazgeçmemenizin sizin için daha hayırlı olduğu ifade buyurulmuştur.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İnsanın kendini keşfi ve kullukta derinlik

Fethullah Gülen: İnsanın kendini keşfi ve kullukta derinlik

Soru: İnsanın Allah’la irtibat ve kullukta derinleşmesinin kendini bilmesi ve keşfetmesiyle mümkün olacağı ifade ediliyor. İzah eder misiniz?

Cevap: Arapça’da اَلْعَادَاتُ لَا تُتْرَكُ “Âdetler terkedilmez.” şeklinde bir söz vardır. Bundan تَرْكُ اَلْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكَاتِ “Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir.” disiplini çıkarılmıştır. Bu açıdan eğer bir mü’min illâ bir şeyi âdet hâline getirecekse, Allah’la (celle celâluhu) münasebeti adına ortaya koyması gereken ibâdet ü taatleri asla terk edemeyeceği âdetler hâline getirmelidir. Şayet insan, ibadet ü taati ve Allah’la sıkı münasebetiyle böyle bir keyfiyeti elde eder de onu vicdanının iç derinliği hâline getirebilirse, bir kısım Hak dostlarının “Bir ân huzur gaybûbeti yaşarsam ölürüm.” mülâhazasına ulaşabilir. Bunun için de onun, her an Allah’ı (celle celâluhu) görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla hareket etmesi; his, şuur ve iradesiyle sürekli O’nun hoşnutluğunun peşinde olması, gazabına götürebilecek davranışlardan olabildiğince uzak durması; mahiyetindeki sevme ve saygı duyma hislerini O’na tevcih etmesi çok önemlidir.

Böyle bir kıvam, inanan herkes için bir hedeftir, daha doğrusu bir hedef olmalıdır ama o hedefe ulaşmak için insan konum ve duruşunu sürekli gözden geçirmeli ve samimiyetle kendine şu soruları sormalıdır: “Acaba böyle bir ufku yakalama adına gerekli olan kıvamı sergileyebiliyor muyum? Bulunduğum konumu yeterli görmeyip, ‘Bir fasıl daha, bir fasıl daha!’ deyip terakki semalarında sürekli ötelere kanat çırpabiliyor muyum?”

Hakikat mesleği ve tevazu

Hakikat yolcusunun kalb ve ruh ufkunda seyahat ederken ulaştığı mertebeyi hiçbir zaman yeterli görmeyip sürekli daha yukarıları hedeflemesi çok önemlidir. Fakat bu sözümüzle onun, bir kısım harikulâde şeyler sergileyerek kendini ifade etmesini değil, Yüce Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıması ve O’nun huzurunda kendisini bir hiç olarak görmesi adına derinleşmesini kastediyoruz. Sözün gelişi insan, kendi gücüyle sadece küre-i arzın değil bütün dünyaların hareket yönünü değiştirse bile, onun Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü ve icraatı karşısında bunun bir “hiç” olduğunu görmesi ve her şeyi O’ndan bilmesi gerekir. Bu açıdan hakikat mesleğini benimseyenler, suda batmadan yürüme, havada kanatsız uçma, tayy-i mekân yaparak bulunduğu yerde otururken bir anda Kâbe’yi tavaf etme gibi harikulâdeliklere kat’iyen talip olmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, bazı veli kullarına verdiği bu türlü mazhariyetlere talip olma, hakikat mesleğinin ruhuna zıttır. Hakikat mesleğinde esas olan tevazudur, mahviyettir, nefsini yerden yere vurup kendini hep sıfır görmektir. Bu arada şunu ifade edeyim ki, bu tür mânevî makam ve payelere talip olmayan hakikat kahramanları, elbette ki kaymakamlık, valilik, vekillik, bakanlık ve benzeri dünyevî makam ve payelere de hiç talip olmazlar.

Bu ifadelerle idareye ait o makamların hafife alındığı, küçük görüldüğü anlaşılmamalıdır. Fakat talip olunan yüksek değerlerin büyüklüğü karşısında bu türlü şeylere meyletmek, talip olunan o hakikatlere bir saygısızlık olur. Yürünen bu yolda eğer “Allah rızası” denmişse, ondan daha büyüğünün olmadığı; “O’nun cemâli” hedeflenmişse, ondan daha müstesnasının bulunmadığı; Firdevs’e talip olunmuşsa, ondan daha önemli bir yerin söz konusu bile olamayacağı bilinmelidir. İnsan bir kere bu yüce gayeleri hedeflemişse, artık onlardan dönüp başka şeylere teveccühte bulunmak, onlara karşı saygısızlık olur. Evet bir hakikat eri, Resûl-i Kibriyâ’nın (aleyhi ekmeletüttehâyâ) bir kapı kulu ve âzât kabul etmez boynu tasmalı bir bendesi olmaya talip olmuşsa, Hazreti Mevlânâ’nın ifadeleriyle:

Kul oldum, kul oldum, kul oldum!
Ben Sana hizmette iki büklüm oldum.
Kullar âzât olunca şâd olur;
Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.

diyerek âdeta avazı çıktığı kadar İslâm’a teslimiyetini ifade mânâsında Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) bende olduğunu haykırmışsa, bunu başka hiçbir şeyle değiştirmez, değiştirmemelidir.

“Ben” diyene kapılar sürmelidir

Ama insan, kendini işin içinden çıkartamamışsa benliğine takılır kalır. Benliğine takıldığı ölçüde de o, şeytana yakın, Allah’a (celle celâluhu) uzaktır. “Ben” diyene, hiçbir zaman Allah’a giden yolda kapılar açılmaz. Her açmak istediğinde o, kapıları sürekli kapalı ve sürgülü bulur, o kapının önünde beyhude bir şekilde bekler durur. Çünkü bir yerde iki tane “ben” olmaz. Esasen “ben” demekte kibir emaresi vardır. Efendimiz  (sallallâhu aleyhi ve sellem), kapısının tokmağına dokunan sahabîye, “Kim o?” diye sorar, “Ben!” deyince, kapıyı açar.. açar ancak “Ben, ben!” diyerek de o söze karşı rahatsızlığını ortaya koyar. (Buhârî, isti’zân 17; Müslim, âdâb 38, 39) Çünkü ihtimal bu “ben” deyişte bir nevi kibir vardır; âdeta o “benim kendimi tanıtmaya ihtiyacım yok” demiş olmaktadır.

Evet sürekli “ben” deme, âdeta bir davul sesi çıkarma demektir. Malûm olduğu üzere davul, içi bomboş olduğu için ses çıkarır. Sürekli “ben” diyen kişi de kendisini bomboş, hakir bir varlık seviyesine indirmektedir. Zira içi dolu olanlar, dışarıya bir davul gibi ses vermezler. Mevlânâ Hazretleri, bu mânâda boş kimseleri, içinde bir-iki tane oyuncak türünden inci-mercan bulunan, sağa-sola döndürüldüğünde tıkır tıkır ses çıkaran kutulara; dolu insanları da içleri cevherlerle dolu olduğu için dışarıya ses ve sır vermeyen cevher kutularına benzetir.

Tevâzu, mahviyet ve hacâletin alâmeti sessizliktir. Bu duygularla hareket ederek ülkesi, milleti ve topyekûn insanlık adına sürekli plan ve proje üretmeye çalışanlar, aksiyon öncelikli insanlardır ve onların icraatları, tıpkı yıldırımların gök gürültüsünden önce hedeflerine ulaştığı gibi, seslerinin önünde yürür. Diğer yandan gösteriş ve âlâyiş, içi boş ama gürültülüdür. Dolayısıyla hayatlarını gösteriş ve âlâyiş üzerine tesis edenler, sadece boş gürültü çıkarmış olurlar. Hâlbuki esas olan, sözlerin aksiyon öncelikli olmasıdır. Nitekim Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), وَاجْعَل لِي لِسَانَ صِدْقٍ فِي الْاٰخِرِينَ “Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasip eyle bana!” (Şuarâ sûresi, 26/84) şeklinde dua ederek gelecek nesillere uzanan kalıcı hizmetler yapmayı Cenâb-ı Hak’tan istemiştir. Bu, aksiyon öncelikli bir sözdür. Onun için insan, bildiği ve yapabildiği kadar tarlaya tohumu atıp gerisini Allah’a bırakmalıdır. Ancak böyle engin bir mülahazayla hizmet etme de Allah’ı (celle celâluhu) biliyor ve tanıyor olmakla mümkündür ki O’nu (celle celâluhu) bilip tanıma ise insanın kendini, kendi konumunda bilmesine bağlıdır.

Kendini bilmeyen Rabb’ini de bilemez

Hadis diye rivayet edilen مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343) sözünde ifade edildiği gibi, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir. Bu sözün mefhum-u muhalifi alınacak olursa, “Kendini bilmeyen, Rabb’ini de bilemez.” demektir. O hâlde insanın, Rabb’ini bilmesi için kendisinin ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Hazreti Pîr’in ifadesiyle insan, öyle mükemmel bir “fabrika”dır ki (Bkz.: Sözler s.165 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam)) onun her parçası bir diğeriyle ciddî tenasüp içindedir. Aynı zamanda bu varlık, kâinatla da çok ciddî bir tenasüp içindedir. Mesela, insanın ağzı ve onunla yiyeceği şeyler arasında bir münasebet olduğu kadar, gözleri ve onlarla göreceği şeyler arasında da bir münasebet vardır. Hem öyle bir münasebet ki, onunla değişik tecellî dalga boyundaki varlıkları görüp seçebilir.

İnsanın âzâları arasındaki bu tenasüp, onun içinde bulunduğu kâinattaki diğer varlıklar arasında da söz konusudur. Fizikçi ve astrofizikçilerin ifadelerine göre, en uzak sistemlerin bile, yeryüzünde çok küçük görülen insanla bir alâkası ve münasebeti vardır. Ancak bu münasebeti sezip anlayabilmek için işe öncelikle yakın daireden başlamak gerekir. Mesela insan, yiyeceği maddelerle ağzının, göreceği nesnelerle gözünün münasebetleri açısından kendini tahlil ettiği zaman mutlaka Yüce Yaratan’ın varlık ve birliğini gösteren delillere ulaşacaktır. Onun için kudsî hadis diye rivayet edilen ve tasavvuf kitaplarında da yer alan bir mübarek sözde Cenâb-ı Hak, “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabb’im; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terk eden Beni bulur… Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle mamur olmayan bir kalb kördür!” buyurmuştur.

Anatomik yapıdan ruhun derinliklerine

Alexis Carrel, daha 1935 yılında yazmış olduğu “İnsan Bu Meçhul” adlı eserinde, insan vücudundaki mükemmelliğe ve mutlaka onun bir Yaratıcısı olduğuna dikkat çekmiş, böylece önemli bir çalışmaya imza atmıştı. Her ne kadar kitabın yazarı, Türkiye’de bazılarının karalamasına maruz kalsa da söz konusu eser, insanımız tarafından okunmuş ve ondan istifade edilmiştir. İnsanlar, -hususiyle doktorlarımız- o kitabı okurken ondaki insan anatomisi üzerine yapılan tahlillere baktığında, o tahlillerin her faslında “Lâ ilâhe illâllah-Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyeceklerdir. Zira O’nun (celle celâluhu) kudret eli olmadan insan vücudundaki o harikulâde tenasübü izah etmek mümkün değildir.

İnsan, bu şekilde kendi anatomisi ve fizyolojisi başta olmak üzere onların eşya ile irtibatlarını yani dış âlemini tanıdıktan sonra, iç âlemi de diyebileceğimiz nefsini, vicdan mekanizmasını ve içine doğanları bilmeye yönelmelidir. Zaman zaman “içe doğma” şeklinde de ifade edilen “hiss-i kable’l-vukû”ların yaşanması; mesela, insanın sabah vakti aklına gelen birisiyle ikindi vakti karşılaşması; rüyada âlem-i misal ve âlem-i berzaha ait levhaların insanın müşâhedesine sunulması ve sabah olduğunda rüyada gördüğü bazı şeylerin aynıyla, bazılarının da “tevil-i ehâdis”e vâkıf olanların tevil ettiği şekliyle zuhur etmesi gibi olaylar, onun iç âleminde yaşadığı olaylardır. Bunları sebepler çerçevesinde izah etmek de mümkün değildir. İnsan, bütün bunlardan hareketle kendi iç âleminde yolculuğunu sürdürdüğünde hem kendini icmâlî olarak bilecek, hem de Yüce Yaratıcı’nın varlığına ulaşacak ve Rabb’ini daha iyi tanıyacaktır.

Gerçek hürriyet

Kudsî hadis diye rivayet edilen yukarıdaki sözde, “Beni bilen, Beni arar.” buyruluyor. Bu da bir önceki fasla bağlanabilir. İnsan, Yüce Yaratıcı’yı tanıdıkça, “Acaba O, benden ne istiyor? O’nun yakınlığına nasıl erebilirim, sinemi O’nun iştiyakıyla nasıl doldurabilirim? Zira sinemi O’nun iştiyakıyla doldurmak benim vazifem, O’nun da hakkıdır. Bu sinede sadece O tecelli etmeli, O’ndan gayrı her şeyi (mâsiva) çıkarıp atmalı!” diyecek ve arayışını derinleştirecektir. Fuzûlî, bu hakikati şöyle seslendirir:

Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil;
Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?

Evet insanın, bu şiirde işaret edildiği gibi, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun mülahazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lâzımdır. İnsan, bunları yerine getirdiği takdirde Cenâb-ı Hakk’ı bulmuş olacak; O da kulunun bu samimi gayretlerini karşılıksız bırakmayacak ve kudsî hadis diye rivayet edilen sözün devamında buyurulduğu gibi, onun bütün arzularını, hatta daha da fazlasını lütfedecektir. Alvarlı Efe Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade eder:

Sen Mevlâ’yı seven de
Mevlâ seni sevmez mi?
Rızasına iven de
Hak rızasın vermez mi?

“Ben, ganimet için Müslüman olmadım Yâ Resûlallah!”

İşte bu mertebeye eren mü’min, değişik arzu ve isteklerin vesayetine girmekten kurtularak hakikî hürriyete kavuşur. Zira merhum Seyyid Kutub’un ifadesiyle “Hakikî hürriyet, Allah’a kul olmaktan geçer.” Evet Allah’a (celle celâluhu) kul olanlar, başkalarına kulluktan kurtulurlar. O’na hakkıyla kul olmayanlar ise başları secdeye gitse bile makama, mansıba, korkuya, yuvaya, rahata, zevk u sefaya, bohemliğe, alkışa, takdire, çoluğu çocuğu adına da yalıya, villaya kulluk gibi onlarca kulluk çeşidi sergileyeceklerdir ki, herhalde cahiliye dönemi müşriklerinin bile bu kadar çok putu olmamıştır!

Evet başka şeylere kul-köle olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a hakikî mânâsıyla kul olmaktan geçer. Bu konuda sahabe efendilerimizin hayatları ne güzel, ne çarpıcı misallerle doludur. Mesela askerî ve siyasî bir dâhi olan Hazreti Amr İbnü’l-Âs (radıyallâhu anh) çok geç Müslüman olmasına rağmen, bu mevzuda dinin ruhunu öylesine güzel kavramıştır ki, o anlayışa hayran olmamak mümkün değildir.

Bildiğiniz gibi Amr İbnü’l-Âs Hazretleri, Hudeybiye Sulhü sonrasında Müslüman olmak için Medine’ye gidip Efendimiz’in yüce huzuruna çıkar. Mahcubiyetinden dolayı âdeta tir tir titremektedir. Çünkü o güne kadar İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ) çok kötülük yapmıştır. Fakat Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan hiçbir kötülüğü deftere yazmamış, onları çoktan unutmuştu. Musafaha yaparken Amr İbnü’l-Âs kendisinden geçmiş, âdeta bir cezbe hâliyle Allah Resûlü’nün mübarek elini sıktıkça sıkmış, bunun üzerine de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ne demek istiyorsun yâ Amr?”diye sormuştu. Hazreti Amr, “Kusurumu bağışla yâ Resûlallah!”diye mukabelede bulununca, Allah Resûlü ona, “Bilmiyor musun yâ Amr, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ geçmiş bütün günahları siler, süpürür ve temizler…”fermanında bulunmuştu. (Bkz.: Müslim, îmân 192; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/204) Amr İbnü’l-Âs Müslüman olduktan kısa bir süre sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu çağırmış, kendisini bir seriyye ile harbe göndereceğini ve neticesinde de ganimet elde edeceğini bildirmişti de o, “Yâ Resûlallah! Ben, ganimet için Müslüman olmadım…”demişti. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/197, 202; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/467)

Aynı şekilde Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), kaynaklarda ismi zikredilmeyen bir sahabî efendimize ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat: “Yâ Resûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben -boğazını göstererek- şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.”demiş, ganimeti elinin tersiyle itmişti. Neticede o, arzu ettiği gibi boğazına isabet eden bir okla şehit olup ötelere yürümüştü. (Nesâî, cenâiz 61; Abdurrezzak, el-Musannef 5/276; Hâkim, el-Müstedrek 3/688)

Yine Mekke’nin fethine kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem]) karşısında yer almış olan Ebû Süfyan’ın (radıyallâhu anh) gözüne Yermûk Savaşı’nda bir ok isabet etmişti. Ebû Süfyan, çıkan gözünü avucuna aldıktan sonra diğer gözüyle ona anlamlı anlamlı bakmış, “Neye yararsın ki, yetmiş sene kendi sahibini görmedin!” diyerek yere atmıştı. (Bkz.: İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 6/158)

Bütün bu misaller,

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” (Niyazî-i Mısrî)

sözleriyle ifade edildiği üzere, insanı yetiştiren muallimin tesirini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda bir hamlede amudî (dikey) yükselme adına da misal teşkil etmektedir.

İşte günümüzün inanan gönülleri de, kendilerine ashâb-ı kiramı örnek alıp hiçbir dünyeviliğe tâlip olmamalı; hele hele devletin herhangi bir kademesinde görev yapıyorsa, makamının kredisini kullanarak kendisine, çoluk çocuğuna, yakınlarına çıkar sağlamamalı; araba, uçak, yat, gemi.. vb. şeyler peylememelidir. Meşhur bir atasözünde denildiği gibi o sadece “Allah bes, bâki heves!” deyip Hak rızası istikametinde yürümeli, sadece O’nun rızasına tâlip olmalı; hedeflediği rızâ-i ilâhîyi, cemâlullâhı, iştiyak-ı likâullâhı ve maiyyet-i nebeviyeyi hiçbir şeye değişmemelidir. Hatta bunlardan vazgeçmesi karşılığında ona cennetler teklif edilse bile, “Allah Allah! Bunlar bende nasıl bir eğrilik gördüler ki bana rızâ-i ilâhînin, iştiyak-ı ilâhînin, ru’yet-i ilâhiyenin berisinde bir şeyler teklif ediyorlar.” diyebilme yiğitliğini göstermelidir. Yüreğini öylesine bu duygularla “lebrîz” etmeli, doldurup taşırmalı ki başka şeyleri içine almasın. Zira bunların yanında gökte uçma, suda batmadan yürüme, insanların içini okuma, çehrelerine bakarak başlarına gelecek şeyleri onlara söyleme gibi şeyler, çer-çöp denecek kadar basit kalır.

Hâsılı, kendini iman ve Kur’ân hakikatlerini i’lâya ve ruhunun âbidesini ikâme etmeye adamış insanlar, izah edilen hususlara çok dikkat etmek mecburiyetindedirler. Evet onlar, dünya ve mâfîhâ adına her şeyi ellerinin tersiyle itmeli ve فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ “Sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.” (Hûd sûresi, 11/112) âyeti hükmünce, kendi tarz-ı telâkkilerine göre doğru bildikleri şeylere göre değil, doğruluk denilince nezd-i ulûhiyette neye karşılık geliyorsa işte o şekilde doğru olmaya çalışmalıdırlar.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşad mesleği ve mülâyemet

Fethullah Gülen: İrşad mesleği ve mülâyemet

Soru: “Allah’ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalbli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/159) beyanı zaviyesinden irşad mesleği ve mülâyemet arasındaki irtibatı değerlendirir misiniz?

Cevap: Söz konusu âyet, Uhud Muharebesi münasebetiyle nâzil olmuştur. Bildiğiniz gibi Uhud’da geçici bir mağlûbiyet yaşanmış fakat başlangıçta yaşanan nisbî ve kısmî hezimet daha sonra zaferle noktalanmış ve taçlanmıştır.

Öncelikle âyet-i kerimenin kısa bir meâl-i münifini verelim. İlk olarak Cenâb-ı Hak, فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللّهِ لِنْتَ لَهُمْbuyuruyor. فَبِمَاlafzındaki “bâ” harf-i cerinin “müsâhabet” (yakınlık, dostluk) ifade ettiği göz önünde bulundurulacak olursa şöyle denebilir: “Sen, Allah’ın rahmeti, inâyeti, riayeti ve kilâeti sayesinde onlara karşı yumuşak davrandın.” Burada ilk olarak Yüce Allah, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem), hususî bir ilâhî inâyet ve riayet altında olduğunu bildirmiş, O’nun herhangi bir kusur yapmış olabileceği ihtimalini daha başta zihinlerde bertaraf etmiştir.

Bu konuda Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) seçkin konum ve hususiyetini anlayabilmek için Cenâb-ı Hakk’ın, irşad hususunda Hazreti Musa (aleyhisselâm) ve Hazreti Harun’a (aleyhisselâm) hitabını hatırlamak faydalı olabilir. Bildiğiniz gibi Allah (celle celâluhu), irşad için Hazreti Musa ve Harun’u, Firavun’a gönderirken فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا“Ona yumuşak söz söyleyin.” (Tâhâ Sûresi, 20/44) beyanıyla onlara mülâyemeti emretmesine mukabil, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) için, لِنْتَ لَهُمْ buyurmak suretiyle O’nun daha baştan böyle bir yüce ahlâk üzere olduğunu hatırlatmıştır.

Allah (celle celâluhu), Nebiler Sultanı’nın (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) Kur’ânî ahlâkını ortaya koyduktan sonra, وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ“Eğer Sen, -hâşâ ve kellâ- haşin, hırçın ve katı kalbli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi.” buyurarak O’nun yüce ve yüksek vasfının vesile olduğu güzelliklere dikkatleri çekmiştir. Daha sonra فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ“Öyle ise onların kusurlarını affet; onlar için mağfiret dile. Yapacağın işleri onlara danış.” beyanıyla da affetme, onlar adına istiğfarda bulunma ve istişareden ayrılmama adına üst üste emirler indirmiştir.

Hezimeti zafere dönüştüren iksir

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Uhud’a çıkmadan önce ashabıyla istişare yapmış, meşveret disiplininin sübut bulması adına onların görüşleri istikametinde hareket etmişti. (Bkz.: Dârimî, rüya 3; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/351) Ama neticede muvakkat bir hezimetle karşı karşıya kalınmış, bu geçici hezimet sonucunda ciddî kayıplar yaşanmıştır. (Bkz.: Buhârî, meğâzî 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/30) İşte böyle bir tablo karşısında Allah Resûlü’nün içinde bir burukluk olabileceği ihtimaline karşılık Cenâb-ı Hak, Efendimiz’in afv u safh ile hareket etmesini, onlar adına istiğfar talebinde bulunmasını, üçüncü olarak da ne yapılması gerektiğiyle ilgili onlarla bir kere daha meşveret yapmasını istemiştir.

Nitekim müşrikler, zaferyap bir havayla caka yapa yapa Mekke’ye doğru ilerlerken Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm), ashabını toplayarak onlara müşrikleri takip etme meselesini arz etmiş, onlar da Resûl-i Ekrem’in bu görüşüne ittiba etmişlerdir. Uhud’a katılan sahabe arasından bir tane bile geriye kalan olmamıştır. (Bkz.: İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye 4/52, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye 4/49.) Bu tabloya bakınca meşveretin nasıl bereketli bir netice hâsıl ettiği anlaşılabilir. Zira ashab-ı kiram efendilerimiz, Allah Resûlü’nün Uhud öncesinde yapmış olduğu meşverette, küçük çapta bile olsa diretmelerinin başlarına nasıl bir felâket getirdiğini görmüşlerdi. Onlardan yürümeye mecali olmayanlar bile arkadaşlarının omuzları üstünde müşrik ordusunu takibe koyulmuştu. Neticede onlar -hezimet yaşamış bir birlik mahiyetindeyken-, Mekkelileri Hamrâu’l-Esed’e kadar kovalamış ve birden bire zaferyap olan bir birlik hâline gelmişlerdi.

Demek ki muhataplar nazarında bir cazibe merkezi hâline gelmek istiyorsak, tavr-ı leyyin, hâl-i leyyin ve kavl-i leyyinden (tavır, hâl ve söz yumuşaklığından) ayrılmamalıyız. Çünkü -âyet-i kerimede de işaret edildiği üzere- hoyratça tavırlar, haşince davranışlar, insanları etrafımızdan kaçıracaktır.

Katılığın, gılzetin birçok çeşidi bulunabilir. Bir hatibin nâseza, nâbeca sözler söylemesi, sesini akort etmeden insanlara hitap etmesi, endazesizce sesini yükseltmesi galiz olmanın bir ifadesi olduğu gibi; insanları yerden yere vuruyormuşçasına eleştiride bulunmak veya birisine sırtını dönüp gitmek de hep birer katılık misalidir. Bunların hepsi de insanları kaçırıcı ve dağıtıcı tavırlardır.

Bu konuda asıl olan ilâhî ahlâktır, enbiya-i izamın temsilidir. Şayet Cenâb-ı Hak, ilâhlık iddiasında bulunan Firavun’a karşı bile, Hazreti Musa ve Hazreti Harun’a yumuşak bir üslûp kullanmalarını emrediyorsa; Peygamber Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) yumuşak tavır ve yumuşak beyanından dolayı tebcil ve takdir ediyorsa, demek ki her dönemde geçerli olması gereken temel ilâhî disiplin budur. O hâlde mü’minler, her ne olursa olsun, çevrelerindeki insanlara karşı mülâyemetle muamelede bulunma mecburiyetindedirler.

Mülâyemetin sınırı hakkın hatırı

Bununla birlikte hicap duymaksızın sürekli aynı hata ve kusurlarında ısrar eden, nasihatten anlamayan mütemerritlere karşı tavır almak da hakkın hatırını âli tutmanın bir ifadesidir. Biraz daha açacak olursak, helâl-haram demeden her şeye ellerini uzatan, bohemce bir hayat yaşayan, bu hâlleriyle de başkalarına zarar veren insanlar öncelikle yumuşak bir üslûpla ikaz edilmelidir. Eğer bundan anlamıyorlarsa kendilerine karşı belli bir tavır alınmalıdır. Bilindiği üzere, “Ve (Allah o tevbeleri) geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı.” (Tevbe Sûresi, 9/118) âyet-i kerimesi Tebûk Seferi’ne iştirak etmeyen üç kişi hakkında nâzil olmuştu. (Bkz.: Buhârî, tefsîru sûre (9) 17-18; Müslim, tevbe 53) Çünkü orada yaşanan bir imtihan vardı. Gerçi Tebük Seferi’nde Allah’ın rahmetinin bir eseri olarak bir savaş olmamıştı. Bir de savaş olsaydı onlar harpten firar etmek suretiyle büyük günah işlemiş olacaklardı. Bu yüzden Allah, elli gün sonra merhametinin tecellisiyle onları affettiğini ifade buyurmuştu. Fakat bu elli gün içerisinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlarla görüşmemiş, sahabe-i kiramı da onlarla görüşmekten men etmişti. Zira onlar, Allah yolunda gerçekleştirilen bir sefere iştirak etmemişlerdi. O gün itibarıyla sefere münafıklar iştirak etmiyordu. Dolayısıyla da Tebûk Seferi’ne katılmayan mü’minler de muvakkaten bu kategoride mütalâa edilmişlerdi. Onlar, yörüngelerini kirlettikleri için kendilerine karşı tavır alınmıştı. Artık kimse onlara selâm vermemiş ve onlarla konuşmamıştı. İşte bu da hakkın hatırını âli tutmanın bir ifadesidir.

Yoksa temelde mü’minin ahlâkı, mülâyemet ve yumuşaklıktır. Söz, tavır ve davranışlarında yumuşaklığı temsil kimseler, insanları kendilerine celb ederler. Herhangi bir insanın bulunduğu çerçeve itibarıyla ne kadar iltifata liyakati varsa, o kadar iltifatı ondan esirgememek gerekir. Elbette genel durumu itibarıyla herkesle kurulacak münasebet farklı olacaktır. Fakat herkesin bulunduğu çizginin hususiyetine göre sizin iltifatınızdan nasibini alması gerekir. Himmeti milleti olan bir gönül eriyle de, sıradan bir mü’minle de, daha farklı çizgide hareket eden bir insanla da münasebet yolları bulunmalıdır.

Gönül köprüleri kurabilmenin biricik yolu

Evet, farklı farklı damarlar kullanmak suretiyle toplumdaki bütün insanlara ulaşılmalı, sineler herkese açık tutulmalıdır. Aslında diyaloğun temel esprisi de buna dayanmaktadır. İnsanlarla münasebete geçmenin yolu, onlara karşı yumuşak davranmaktan, hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin ve kavl-i leyyinle muamelede bulunmaktan geçmektedir. Siz, bunu gerçekleştirmeden, düşüncelerinizi ekmeliyet ve etemmiyet içinde anlatamazsınız. İnsanların, anlattıklarınızdan tamamen veya kısmen nasiptar olmasını; size karşı sempati duymasını ya da en azından aleyhinizde olmamasını ve aleyhinizde hareket eden insanlara engel olmasını istiyorsanız, rıfk ve mülâyemetle hareket ederek onlarla aranızda köprüler oluşturmal ve sizi doğru tanımalarını sağlamalısınız.

Eğer ilâ-yı kelimetullah (Allah kelimesini yüceltmek), nâm-ı celil-i Muhammedî’yi herkese duyurmak, -birilerinin kirletmesine mukabil- İslâm’ın dırahşan çehresini ortaya çıkarmak, ruh ve mânâ köklerinizden süzülüp gelmiş olan usareyi başkalarının sinelerine boşaltmak istiyorsanız hiç kimseyi ayırt etmeden herkese bağrınızı açmalı, herkesi kucaklamalısınız. Duygu ve düşüncelerinizi insanların ruhuna boşaltma adına, gerektiğinde başınızı başkalarının ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koysanız yine de fazla bir şey yapmış sayılmazsınız. Çünkü burada Allah’ın hatırı, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hatırı ve din-i mübin-i İslâm’ı yaşayan, yaşatan ve dünyanın dört bir yanına taşıyan insanların hatırları söz konusudur.

Tekrar başa dönecek olursak, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatı boyunca ortaya koyduğu söz, tavır ve davranışlarıyla mücessem bir rahmet olduğunu göstermiştir. وَمَۤا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ“Biz Seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Sûresi, 21/107) âyet-i kerimesi de buna işaret etmektedir. O’nun hayatının pek çok karesinde bunun tezahürlerini görmek mümkündür. Meselâ O (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mekke’ye girdiğinde, o güne kadar kendisine her türlü kötülüğü yapan hatta Mekke’ye girişte bile mukavemet etmek isteyen insanlara Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) kardeşlerine dediği gibi لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ“Bugün sizi kınayıp serzenişte bulunacak değilim (değiliz). Allah ettiklerinizi bağışlasın; O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf Sûresi, 12/92) demiş, bize mülâyemet, bağışlama, merhamet ve hoşgörünün zirve noktasını göstermiştir. (Bkz.: en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/382; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 9/118)

Mücessem rahmet

Nebiler Serveri Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergilediği bu mülâyemet ve yumuşaklığın geriye dönüşü mükemmel olmuştur. Nasr Sûresi’nde de ifade edildiği üzere insanlar fevç fevç İslâmiyet’e dehalet etmişlerdir. Meseleye tarihî tekerrürler devr-i daimi içinde bakacak olursak şunu söyleyebiliriz: İnsanların İslâmiyet’e girmesi adına dün müessir olan faktörler nelerse, bugün de yarın da aynı faktörler müessir olmaya devam edecektir. Hazreti Pîr’in ifade ettiği üzere, eğer biz, İslâm’ın yüce ahlâkını ve imanın yüksek hakikatlerini fiillerimizle izhar edebilsek, sair dinlerin tâbileri cemaatler hâlinde İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıtaları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edeceklerdir. (Bkz.: Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.80 (İlk Hayatı))

Evet, hakikat planında mücessem rahmet, Peygamber Efendimiz’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Zata ait hususiyetler açısından hiç kimsenin bu makamı ihraz etmeye gücü yetmez. Fakat gözler, sürekli bu ufukta olmalıdır. O’nun sahip olduğu bu sıfatlar zılliyet planında elde edilmeye çalışılmalıdır. Bizi şefkatli ve merhametli kılması adına Allah’a dua edilmelidir. Çünkü bu, aynı zamanda Allah’ın da bize merhamet etmesi adına önemli bir vesiledir. Zira bir hadis-i şerifinde Allah Resûlü, مَنْ لَا يَرْحَمُ النَّاسَ لَا يَرْحَمُهُ اللهُ“İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez!” (Müslim, fezâil 66; Tirmizî, birr 16) buyururken, başka bir bir hadis-i şerifinde اِرْحَمُوا مَنْ فِي الْأَرْضِ يَرْحَمْكُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ“Siz yerde olanlara merhametli olun ki sema ehli de size merhamet etsin!”(Tirmizî, birr 16; Ebû Dâvûd, edeb 58) buyurmaktadır.

Bu açıdan günümüzün adanmışları gözlerini mücessem rahmet olma ufkuna dikmeli ve hep bu yolda yürümelidirler. İstidatları onları nereye kadar götürürse götürsün, onlar böyle bir hedefin peşinde oldukları ölçüde, ötede, yürüdükleri yolun Ufuk İnsanı’yla (sallallâhu aleyhi ve sellem) birlikte olacak ve O’nun maiyyetine ereceklerdir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

İrşat yolcuları için en büyük kredi: Beklentisizlik

Fethullah Gülen: İrşat yolcuları için en büyük kredi: Beklentisizlik

Soru: Gönüllerin hak ve hakikatle buluşturulması vazifesinde olmazsa olmaz diyebileceğimiz temel disiplinler nelerdir?

Cevap: İnanmış bir insanın, Mâbud-u Mutlak’a karşı ortaya koyduğu ubûdiyeti, ubûdet-i mutlaka mülâhazasıyla olmalıdır. Yani o, kulluğunun içine başka hiçbir şey karıştırmamalıdır. Çünkü biz, O’nun boynu tasmalı kullarından ibaretiz. Aczimiz, fakrımız, zaaflarımız, tutarsızlıklarımız, tutmak istediğimiz her şeyin elimizden kaçıp gitmesi, yakaladık derken tekrar kaçırmamız, arzuladığımız şeylere bir türlü ulaşamayışımız da bunu göstermektedir. Belli ki biz, biz olarak kendimize sahip ve malik değiliz. Üzerimizde mutlak bir hâkimiyet var.

Vâkıa insan, her zaman bu hakikatleri hissedemeyebilir. O, bazen belirli bir frekansa kalibrasyon yapar ama ayar tam olmayınca işin içine sağdan soldan şerareler girer. Bu da insanın şahsî mülâhazalarını işin içine katması demektir. Dolayısıyla insanın çok ciddî kalibrasyonlarla doğru sesi bulmaya çalışması lazımdır. Evet o, düşüncelerini, mülâhazalarını, sözlerini önce vicdanın kadirşinas terazilerinde tartmalı, sonra ortaya koymalıdır. Bunca cehd u gayretten sonra yine de işin içine bize dair bir şeyler karışırsa işte o zaman Allah’ın (celle celâluhu) bu zaaflarımızı affedeceğini ümit ederiz. Yoksa sanki bütün sorumluluklarımızı mükemmel yapıyormuşuz gibi lâkayt ve lâubalice tavırlar kulluk şuuruyla bağdaşmaz.

Balyoz balyoz üstüne

Mesela namaz kılarken secdeye kapandınız, beş on dakika içinizi Allah’a döktünüz. Fakat o esnada şeytan, nefis mekanizması vasıtasıyla size, “İyi bir kulluk yapıyorsun.” gibi bir şey fısıldayıverdi. Şayet böyle bir düşünce size kelâm-ı nefsî ile geldiyse, yine hemen bir kelâm-ı nefsî ile, “Ey yalnızca kendisine ibadet edilen Allah’ım, Sana hakkıyla kulluk edemedik! Ey yerde ve gökte her varlık tarafından adı anılan Allah’ım, şanına lâyık zikri yapamadık! Ey her dilde kendisine şükredilmesi gerekli olan Rabb’im! Sana gereğince şükredemedik! Ey her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah’ım, Seni hakkıyla tesbih u takdis edemedik!”demeli, O’nun rızasına uymayan her türlü düşünce ve mülâhazanın başına, bir daha belini doğrultamayacak şekilde bir balyoz indirmelidir.

Fakat onun başına en ağır balyozları indirseniz de, yine de bilmelisiniz ki şeytanın vesvesesi ve nefs-i emmârenin de tesvilât ve tezyinatıyla beslenen bu tür duygular hiç umulmadık yerlerde yedi canlı varlık gibi daha sonra yeniden hortlayıverir. Öyle ki, insan Kâbe’yi tavaf ederken de Arafat’ta Allah’a el kaldırıp dua dua yalvarırken de Müzdelife’de geceyi değerlendirirken de hatta Mina’da kendi arzularının başını taşlıyor gibi şeytana taş yağdırırken bile nefis ve şeytan hiçbir zaman boş durmayacak, sürekli onun ayağını kaydırmaya çalışacaktır.

İşte bu sebepledir ki, Kur’ân-ı Kerim’de, فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd sûresi, 11/112) buyrulmuştur. Aynı şekilde biz, her gün kıldığımız namazlarımızda, اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ  “Allah’ım, bizi Sence, yolun doğrusu hangisi ise ona hidâyet eyle!” (Fâtiha sûresi, 1/5) diyoruz. Eğer sünnetleriyle birlikte bütün namazlarımızı kılıyorsak, günde kırk defa bunu tekrar ediyoruz. Evvâbîn, teheccüd, ve duha (işrak) gibi diğer nafileleri de kılıyorsak belki günde altmış kere Allah’tan sırat-ı müstakim talebinde bulunuyoruz. Çünkü O, bizim elimizden tutup da bizi doğru yola ulaştırmazsa, çok defa nefs-i emmârenin patikalarında iflâhımız kesilir. Evet O (celle celâluhu), elimizden tutmazsa, o kadar çok trafik kazasına sebebiyet veririz ki, daha sonrasında meydana gelen bu yıkılma ve kırılmaları kolay kolay tamir edemeyiz.

Hizmetlerini bir bedele bağlayanlar asla başarılı olamazlar

Öte yandan eğer biz, sürekli O’nu heceler ve O’nunla gecelersek, düşünmemiz gerekli olan yerlerde hep “O” der ve “Hüve” ile soluklanırsak, mukteza-i beşeriyetin tesirinde kaldığımız zamanlarda da, O’nunla irtibatımız devam eder. Mesela Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), yatsı namazını kıldıktan sonra teheccüde kalkma ve geceyi ihya etme düşüncesiyle yatağına giren bir kimsenin, uykusu ağır basıp da kalkamadığı zaman bile uykusunun Rabbisinden ona bir sadaka olduğu müjdelesini vermiştir. (Bkz.: Nesâî, kıyâmu’l-leyl 63; İbn Mâce, ikametü’s-salât 177) Bu da Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliğinden bize lütfettiği bir armağandır. Evet Rahmeti Sonsuz, bizi, bütün bütün altından kalkılmaz vazifelerle sorumlu tutmamış, ancak götürebileceğimiz kadar mükellefiyet yüklemiştir. لَا يُكَلِّفُ اللهُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا“Allah hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği bir şekilde yükümlü tutmaz.” (Bakara sûresi, 2/286) âyetinin de işaret ettiği üzere dinde teklif-i mâlâyutak yoktur.

O hâlde engin lütuf ve sonsuz rahmetiyle nimetlerini başımızdan aşağı sağanak sağanak yağdıran Rabbimize karşı bizim de O’nun rızasından başka bir arzumuz olmamalıdır. Çünkü bunun ötesinde bir şey yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’ten mübarek cemâlini göstermesinden (rü’yetullah) sonra mü’minlere olan en büyük armağanı, “Ben sizden hoşnudum.” buyurmasıdır. O’ndan gelen böyle bir nefha-i ilâhînin insan ruhunda hâsıl edeceği engin zevki, burada kestirmemiz mümkün değildir. Belki Şâh-ı Geylânî, Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, Muhammed Bahauddin Nakşibendî, Mevlâna Hâlid Bağdâdî, İmam Rabbânî ve Hazreti Pîr-i Muğan gibi hak dostları, bu dünyanın müsaade ettiği ölçüde zılliyet planında böyle bir zevki duymuş olabilirler. Benim böyle bir şeyi ne anlatmaya ne de tasvir etmeye gücüm yetmez. Çünkü bizzat Sahib-i Şeriat, Cennet nimetlerini anlatırken, أَعْدَدْتُ لِعِبَادِيَ الصَّالِحِينَ مَا لا عَيْنٌ رَأَتْ وَلَا أُذُنٌ سَمِعَتْ وَلَا خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ“Ben, salih kullarıma, ötelerde öyle şeyler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de kimsenin hayaline gelmiştir.” (Buhârî, tevhid 35; Müslim, cennet 4, 5) buyurmuştur. Burada çizilen çerçeveden, bunun insan ihatasını ve idrakini çok aşan bir mesele olduğunu anlıyoruz.

Bu açıdan hem dünyada hem de ukbada, O’nu dilemeden ve aynı zamanda başkalarında da O’nu dileme arzusu uyarmadan daha büyük ve daha kıymetli bir şey yoktur. Bunun içindir ki, enbiya-i izâm, hayat-ı seniyyelerini sadece Allah’ı tanıtma, Allah’ı sevdirme ve insanların Allah’la olan irtibatlarını güçlendirme temel disiplinine bağlamışlar ve bunun karşılığında  kimseden ne bir şey istemişler, ne de beklemişlerdir. Çünkü bu, ihlâsa zarar verir ve ameli de zayi eder. Ayrıca yaptığı hizmetleri bir bedele bağlayan insanların başarılı olduğu görülmemiştir. Onlar, muvakkaten başarılı olmuş olsalar bile, esen muhalif bir rüzgâr her şeyi bir harman gibi savurmuştur.

Bütün peygamberlerin dilinde aynı hakikat

Yüce Allah, Şuarâ Sûresi’nde art arda Hazreti Nûh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) gibi enbiya-i izâmı zikrettikten sonra bunların hepsinin ortak sözü olarak şöyle buyurur: وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ “Ben yaptığım tebliğ vazifesi karşılığında sizden hiçbir şey istemiyorum, ücretim ve mükâfatım münhasıran Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir.” (Şuarâ sûresi, 26/109, 127, 145, 164, 180) Onlar, vazifelerini sadece Allah için yapmış, nazarlarını sürekli Allah’a çevirmiş ve yaptıkları hizmetler karşılığında da başkalarından zerre miktarı bir beklentiye girmemişlerdir.

Devir değişmesine, şartlar başkalaşmasına ve farklı zaman dilimleri farklı yorumlar ortaya koymasına rağmen zikri geçen peygamberlerin hepsi de bu meselede kelimesi kelimesine aynı şeyi söylemiştir. Hazreti Nûh ne demişse, Hazreti Hûd da, Hazreti Salih de, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (aleyhimüsselâm) da onu demiştir. Oysaki onların gönderildikleri her bir toplumun kendisine göre farklı problemleri vardı. Demek ki problemler farklı da olsa onları halletmenin yolu ihlâs ve beklentisizlikten geçmektedir.

Mesela Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavmi, büyük insanları ilâh edinmiş ve bu ilâhlara da Ved, Yeğûs, Yeûk ve Nesr gibi isimler vermişlerdi. Onlar, yerin altında gömülü olan insanlara temenna duruyor ve onlardan bir şeyler bekliyorlardı. (Bkz.: Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/105-111; Nûh sûresi, 71/23) Bir yönüyle bu her devirde karşılaşılabilecek bir tehlikeydi.

Âd kavmi ise, büyüklükleriyle övünüyor, taşları oyarak içlerine evler yapıyorlardı. Onlar, kibirlerine öyle yenik düşmüşlerdi ki yerden veya gökten gelecek hiçbir zararın kendilerine dokunamayacağına inanıyorlardı. Onlara göre bütün faylar, altlarında toplansa ve bir anda kırılmaya başlasa, yine de oturdukları sağlam binalarını yıkamazdı. Dolayısıyla onların problemi, Hazreti Nûh’un (aleyhisselâm) kavminin probleminden farklıydı. Hazreti Hûd (aleyhisselâm), onların tehditlerine aldırmadan, başına gelebilecek bütün tehlikeleri de göze alarak, ısrarla onların nasıl bir yanlış içinde olduğunu vurgulamış ve aynı zamanda istiğnasını dile getirmişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/122-140; Fussilet sûresi, 41/15-16)

Hazreti Salih’e (aleyhisselâm) geçtiğimizde, o dönemdeki insanların da yine farklı problemleri olduğunu görüyoruz. Onlar da bağlarda bahçelerde, meyvelikler arasında dünyaya dalmışlar, muhkem binalarda ferih ve fahur bir şekilde yaşamaya başlamışlardı. Peygamberleri olan Hazreti Salih, bütün zorlukları göğüsleyerek, karşılığında hiçbir şey beklemeden tebliğ vazifesini yerine getirmiş, onları tevhide çağırmış; müsrif ve müfsit bir toplum olmamaları konusunda uyarmıştı. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/141-159)

Daha sonra gelen Hazreti Lût (aleyhisselâm) döneminde de, insanlar insanlığa yakışmayacak müstehcenliklere dalmış, sapık ve ahlâksız bir toplum olmuşlardı. Diğer peygamberler gibi Hazreti Lût da, kovulma ve tecrit edilme tehditlerine aldırmaksızın onları tevhide ve doğru yola çağırmış ve bunun karşılığında da hiçbir beklentiye girmemişti. (Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/160-175)

Hazreti Şuayb’a (aleyhisselâm) gelince, o dönemde de, çarşı ve pazarda ölçü ve tartılar altüst olmuştu. Terazinin ne sağ ne de sol kefesi belliydi. Ticarî hayat spekülasyonlarla doluydu. Hortumlar sadece güç ve iktidarı elinde bulunduranların kendi çıkarları istikametinde akıyor ve onların depolarını dolduruyordu. Hazreti Şuayb, “Ölçeği, tam ölçün de eksik ölçüp hak yiyenlerden olmayın! Doğru terazi ile tartın, halkın hakkından bir şey kısmayın! Ülkede bozgunculuk yaparak nizamı bozmayın.”(Bkz.: Şuarâ sûresi, 26/176-191) sözleriyle onları ikaz ediyor ve bu uyarıları karşılığında onlardan hiçbir şey istemediğini bildiriyordu.

Şuara Sûresi’nde bu beş peygamberin sıralandığı yerde İnsanlığın İftihar Tablosu zikredilmez. Fakat başka bir sûrede geçen O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu beyanının da onların sözünden bir farkı yoktur: لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى“Benim (bu risalet ve irşad hizmetinden ötürü), sizden akrabalık sevgisinden/yakınlığın hatırından başka beklediğim hiçbir karşılık yoktur.” (Şûrâ sûresi, 42/23) Bu sözüyle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke’de kendisine çektirmedik sıkıntı bırakmayan, neş’et ettiği yerden O’nu göçe zorlayan, O’na hicran ve hasret yaşatan kavminden hiçbir ücret istemediğini ifade etmişti. Evet O, muhataplarının hem dünya, hem ahiret saadetine vesile olduğu hâlde onlardan hiçbir şey istememiş; hasır üzerinde yatıp kalkmış, aç kaldığı günler olmuş fakat O, bu tavrını hiçbir zaman değiştirmemişti.

Sıfırlanan itibar ve sarpa saran yollar

Esasında güven telkin etmenin ve muhatabı inandırmanın biricik yolu da budur. Çünkü yaptıkları hizmetler karşılığında bir kısım beklentilere giren ve menfaatler gözeten insanlar, kendilerine yönelen teveccühleri kırmış ve muhatapları nazarında itibar kaybına uğramış olurlar. Bu açıdan eğer siz, “Vira bismillâh!” deyip bir hizmet yoluna girmişseniz, peygamber yolundan ayrılmamalısınız. Size bakanlar, çok rahat, “Bunlar işin içine girdikleri zaman yüz liraları vardı. Ayrıldıklarında baktık, doksan liraları kalmış. Demek ki, sahip oldukları parayı bile koruyamamış ve bu yolda harcamışlar.” diyebilmeliler. Müstağni olma ve beklentiye girmeme prensibi, köy muhtarından devlet başkanına kadar bütün idareciler için gerekli bir vasıf olduğu gibi, kendilerini hak ve hakikati anlatmaya bağlamış adanmışlar için de geçerlidir. Zira onların en büyük dinamiği, beklentisizlik ve adanmışlıktır.

Kendini insanlığa hizmete adamış insanların kalıcı eserler bırakmaları da peygamber yolunda yürümelerine bağlıdır. Yoksa Harun olarak yola çıkıp sonra Karunlaşan kimseler bir gün gelir hazineleriyle birlikte yerin dibine batar ve lânet ile yâd edilirler. Eğer dilimin azıcık bir yerinde tel’in ve bedduaya yer olsaydı, millete hizmet etme iddiasıyla ortaya çıktıkları hâlde kendi menfaatlerini düşünen, meselelerini çıkar çarkına bağlayan, ihalelerde kendilerine pay ayıran, kendilerine pay verenleri mâbeyn-i hümayun insanı hâline getirenlere şöyle derdim: “Allah, sizi çoluk çocuğunuzla, beklentilerinizle, ümitlerinizle yerin dibine batırsın, mahvetsin!” Ama dilimde böyle bir bedduaya açık bir yer olmadığından İkbal’in dediği gibi, dua dua yalvardım, tel’in ve bedduaya âmin demedim.

Bu açıdan hiç olmazsa kendilerini iman ve Kur’ân hizmetine adamış olan bir mübarek daire içinde bulunan insanlar, yaptıkları hizmetleri kendi hesaplarına değerlendirmeyi asla düşünmemelidirler. Onlar, hatır ve itibarlarını kullanarak hakları olmayan ne bir ihale almalı ne de başka bir menfaatin peşine düşmelidirler. Onlar, kendileri için en büyük birer dinamik olan adanmışlık ve beklentisizliklerini dünyaya ait böyle bayağı şeyler karşısında feda etmemelidirler. Zaten meşru dairede dünya için uğraşan insanlar var. Cenâb-ı Hak, onlara ticarî hayatlarında büyük kazançlar lütfetmiş, lütfediyor ve onlar da kazançlarını, servetlerini Allah yolunda kullanıyorlar. Rehber konumunda bulunan adanmışlara gelince onların en büyük zenginliği ise hasbîlikleri ve beklentisizlikleridir. Eğer onlar bunu bırakıp başka şeylerin arkasına düşerlerse, çoğu bırakmış aza talip olmuş olurlar.

İnsanlığın İftihar Tablosu, ruhunun ufkuna yürüyüp bu dünyaya gözlerini kapadığı zaman, ailesinin rızkını temin etmeye matuf olarak mübarek zırhı bir Yahudi’nin elinde rehin bulunuyordu. (Buhârî, rikak 17; Müslim, libâs 37) Hazreti Ebû Bekir, O’ndan farklı değildi; kendisine verilen maaşın fazla gelen miktarını bir testinin içine atmış ve bunu kendisinden sonra gelen halifeye emanet etmişti. (Bkz.: İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-kübrâ 3/186) Hazreti Ömer Efendimiz’in elinde avucunda bir şey yoktu. Çok defa Mescid-i Nebevî’de kum üzerinde yatıyordu.

Yolsuzluğu yol edinenlerin hazin sonu

Örnek alınması gereken büyükler bunlardır. Doğru olan yol ve yöntem de onların yolu ve yöntemidir. Onların yolunun dışındaki bir yola, “yolsuzluk” denir. Doğru yoldan çıkan böyle bir insan da hiç farkına varmadan elli türlü yolsuzluğa kaymış olur. Yapılan bu yolsuzluklar, başta insanı güldürse bile, bir gün öyle bir ağlatır ki insana, “يَالَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا‘Ah ne olurdu, keşke toprak olsaydım’(Nebe sûresi, 78/40) da bunları duymasaydım!” dedirtir.

Bu açıdan en azından bu heyet-i âliye içindeki insanlar, heva ve heveslere bakan yönü itibarıyla sinek kanadı kadar kıymeti olmayan bu dünyaya, fazlası değil itibar edilmesi gerektiği kadar itibar etmelidirler. (Bkz.: Tirmizî, zühd 13; İbn Mâce, zühd 3) Hadis diye rivayet edilen bir sözde, dünya bir cife yığınına benzetilmiş ve bütün işlerini, planlarını, çarklarını onu elde etmek için kullanan insanların da o cifeye koşan kelpler mesabesinde oldukları ifade edilmiştir. (el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 1/492-493)

Keşke şu aldatıcı dünyayı, bakılması gerekli olan yanlarının dışında unutabilseydik. Unutmayanlar ise hem kendilerine hem millete hem de tarihe yazık ettiler. Topkapı Sarayı, sahabenin hemen arkasında yerini alan mübarek bir milleti dünya hâkimiyetine götürdü. Orası bizim ruh dünyamızın dışarıya aksedişiydi. Orada Fatih’in, İkinci Beyazıd’ın, Koca Yavuz’un ve Kanunî Sultan Süleyman’ın mefkûresi vardı. Onlar yollara düşmüş, uzak diyarlara gitmiş, dünya muvâzenesi için yapılması gerekenleri yapmış, zalimleri dize getirmiş, mazlumlara soluk aldırmış ama geriye döndüklerinde sade ve mütevazi Topkapı Sarayı’nda vazifelerine devam etmişlerdi. Aksine Dolmabahçeler, Yıldızlar ise bütün şaşaa ve debdebelerine rağmen bizim yıldızımızı söndürdüler. Bunlar bir yönüyle dünyayı bize Cennet gibi gösterseler de, bize Cennet’i ve Allah’ı unutturdular.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

  • 1
  • 2
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.