"Ben Sizin Rabbiniz Değil miyim?" Sualine "Evet Rabbimizsin!" İle Cevap Verildiğine Aklî Delil Var mıdır?
Bazı meseleler vardır ki, bunları aklen izah etmek çok zordur. Ancak bu gibi şeylerin imkânı anlatılabilir.
Aslında, Allah (celle celâluhu) böyle bir şeyden bahsediyorsa, artık meselenin itiraz edilecek tarafı kalmaz. Bu soruyu iki cihetten ele alabiliriz:
1) Böyle bir şey vâki olmuş mudur? Olmuşsa, bunun ispatı nasıl yapılır?
2) Mü'min fert bu işten haberdar olmuş mudur?
Evvelâ, "Cenâb-ı Hakk'ın, bir âlemde, ruhlara 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' Onların da: 'Evet Rabbimizsin.' demesi, kat'î midir?" suali vârid oluyor.
Bu mevzu Kur'ân-ı Kerim'de iki âyette ele alınmıştır. Birisinde: "Rabbin, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' (demişti)..."[1] denilmekte ve böyle bir sözün alındığından bahsedilmektedir. Eski ve yeni bü tün tefsirciler bu söz alınma meselesinin zamanı hakkında ihtilaf içindedirler.
Bir kısmı "Zerrat âleminde daha atomlar hâlindeyken, ileride terkip hâline gelecek bu zerrelerden, ruhları ile beraber söz alınmıştır." demektedir.
Bazı tefsirciler ise "Bu, çocuğun anne karnına düştüğü zaman alınmış bir sözdür." derler.
Bir hadis-i şerifin de teyidine dayanarak, bazı müdakkik müfessirler de derler ki, "Hayat nefh edildiği anda o, insandan alınmış bir sözdür."[2]
Esas itibarıyla Cenâb-ı Hakk'ın varlıklarla konuşması çeşit çeşit ve değişiktir. Biz burada, belli bir şekil, belli bir stilde konuşuyoruz. Ama, bundan başka bizim iç ve dış duygularımız, zâhir ve bâtınımız, kafa ve ruhumuz, nefsî ve lâfzî konuşma tarzlarımız var... Zaman zaman bu dilleri de kullanır ve onlardan anlayanlara bir şeyler anlatırız.
Kalbin kendine göre bir konuşması vardır ki, kalb konuşur ama bu konuşma duyulmaz. Bize deseler: "Kendi içinizden ne konuştunuz öyle?" Biz de: "Şunu, şunu dedik." diye anlatırız. Kelimeleri de sırayla diziveririz. Bu, nefsî bir konuşmadır.
Bazen olur ki, rüyalarımızda bir şeyler konuşuruz. Başkalarından da bir şeyler duyarız. Ama yanımızda bulunan hiç kimse bunu duymamıştır. Sonra da kalkar, kelimesi kelimesine, konuştuğumuz ve duyduğumuz şeyleri başkalarına naklederiz. Bu da değişik stilde bir konuşma şeklidir.
Bazı kimseler uyanıkken dahi, misal âleminden nazarlarına arz edilen misalî levhaları görür ve misalî şahıslarla konuşurlar. Belki çok maddeciler bunlara inanmaz ve "halüsinasyon" derler; varsın desinler... Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mazhariyetlerinden bir tanesi de bu idi. Âlem-i misale, âlem-i berzaha ait misalî levhalar, O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) kudsî nazarına arz edilir, O da gördüğünü, duyduğunu, anladığını başkalarına naklederdi. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Vahiy ise, başka bir konuşma tarzıdır. Hazreti Peygamber'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahiy geliyordu. Efendimiz de şuuru açık olarak duyuyor ve hissediyordu; ama, buudlar âdeta başkaydı. Efendimiz'in dışında kimse bir şey duymuyor ve anlamıyordu. Eğer bu maddî kulağa gelecek bir şey idiyse yakınında bulunan kimselerin de duyması gerekirdi. Oysaki, bazen zevcelerinden bir tanesinin dizine başını koyup yatarken, bazen bir sahabinin göğsüne başını dayayıp otururken, mübarek dizini birinin dizine koyduğu hâlde vahiy gelirdi de, O (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyardı ama, öbürleri ne bir şey duyar, ne de hissederlerdi. Resûl-i Ekrem, vahyi, harfiyen beller ve onlara anlatırdı: Bu da başka bir ses, başka bir konuşma tarzı.
Velinin kalbine ilham geliyor, âdeta onun içine fısıldanıyor. Bu da değişik stilde bir konuşma. Morsla konuşma gibi bir şey... Morsta nasıl "di..di..dit; dâ..dâ..dit" = ..., ---., denir; operatör hemen maksadı anlar. Öyle de, bir kısım şeyler velinin kalbine dikte edilir, veli de onlardan bir kısım mânâlar çıkarır. Meselâ, veli: "Şu anda falan oğlu falan kapının önüne geldi." der, açarlar kapıyı, bakarlar o adam karşılarında... Bu da ayrı bir konuşmadır.
Bir de telepati var... Şimdinin ilim adamları, bir gün o yolla muhabereleşmeyi hesaplıyorlar. Bu da ayrı bir konuşma şeklidir. Kalbin kalbe teveccühü, insanların birbiriyle içten muhabereleşmesi. Bu da bir başka beyan.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah (celle celâluhu) "lâ yuad velâ yuhsâ" (sayısız, pek çok) konuşma stilleri yaratmış.
Şimdi gelelim meselemize. Allah (celle celâluhu) bize "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" buyurdu; ama, bunu hangi konuşma stilinde söyledi, bilemiyoruz. Şayet, velinin kalbine dikte edilen mors alfabesi gibi bir tarzla bildirmişse bunu, herhâlde kulaklarımızla duyacağımız bir sesle beklememiz doğru olmaz. Bu bir ilham ise, vahiy değildir. Vahiy ise, ilham değildir. Ruha bir konuşma ise, cesede bir konuşma değildir. Cesede bir hitap ise ruha hitap nev'inden değildir...
Şu nokta çok önemlidir, insanlar, misal âleminde, berzah âleminde veya ervah âleminde gördükleri, duydukları şeyleri, bu âlemin mikyasları ile değerlendirdikleri takdirde yanılırlar. Muhbir-i Sadık (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize diyor ki:
"Kabirde Münker-Nekir gelir, size soru sorar."[3] Acaba adamın neyine soru soracaklar? İster cesedine sorsunlar, ister ruhuna; netice değişmez; ama, ölü duysa bile onun yanında bulunan kimseler bunu duymazlar. Hatta bir teyp koyup, mikrofonunu da kabrin içine sokuverseler, yine bir ses tespit edemezler. Çünkü, artık mükâleme başka buudlarda oluyor; sizin buudlarınızda değil. Tıpkı Einstein'in ve daha başkalarının ortaya attığı dördüncü, beşinci buud gibi, mekân değişikliğine göre mesele değişecek, başka bir hüviyetle karşınıza çıkacaktır.
Binaenaleyh, bu "Elestü bi-Rabbiküm"[4], Allah'ın (celle celâluhu) ruhla olan, ruha mahsus bir mükâlemesidir. Bunun tesirini ben duyayım hıfzedeyim şeklinde beklememek lâzımdır. Belki vicdandan bir his şeklinde aksedeceğini intizar etmek gerektir. Biz vicdanla ve ona gelen ilhamlarla bunu hissedebiliriz.
Bir keresinde bu meselenin izahını yaparken, birisi dedi ki: "Ben bunu duymadım." Ben de "Duydum." dedim. "Sen duymamışsan başının çaresine bak! Çünkü, ben duyduğumu çok iyi hatırlıyorum." Ne ile duyduğum sorulacak olursa, içimdeki ebed arzusuyla, mütenâhi olduğum hâlde nâmütenâhî arzularımla duydum bu sesi. Evet, esasen ben nâmütenâhî olan Zât-ı Ulûhiyeti bilemem; çünkü sınırlıyım. Sınırsızı nasıl idrak edeyim. İşte sınırsıza karşı içimdeki bu hâhişkârlık ve arzu ile duyduğumu anlıyorum. Şu sınırlı âlemde benim gibi bir böcek, sınırlı âleminde, sınırlı hayatını yaşayıp ölmesi gerekirken ve onun düşünce sahasına giren şeyler de böyle sınırlı şeylerden ibaret olması gerekirken, ben sınırsızlık içinde nâmütenâhîyi düşünüyorum. İçimde ebed arzusu var; Cennet ve Cemalullah arzusunu taşıyorum. Bütün dünya benim olsa, gamım gitmiyor. İçimde bu hâl var da, bundan dolayı ben "Onu duydum." diyorum.
Vicdan dediğimiz şey ne ise, kendisine ait fakülteleriyle, bölümleriyle daima Allah'ı terennüm eder ve hiç yalan söylemez. Ona arzu ettiği, talep ettiği şeyi verdiğiniz zaman, onu huzura kavuşturmuş olursunuz. Onun için latîfe-i rabbâniye olan kalbin ancak, vicdanın bu huzuru ile huzura kavuşacağına işareten Kur'ân-ı Kerim, "Dikkat edin, kalbler, ancak Allah'ı anış ve O'nu duyuşla mutmain olur, oturaklaşır ve huzura kavuşur."[5] buyuruyor.
Bir diğer husus da şudur: Bergson gibi bir kısım feylesoflar bütün aklî, naklî delilleri bir tarafa bırakarak, Allah'ın varlığında sadece vicdanlarını delil olarak kullanmışlardır. Bir noktada Kant, "Ben, Allah'ı azametine uygun anlayabilmek için bütün malumatımı arkaya attım!" diyor. Bergson sadece "sezgi"siyle bu istikamette gidiyor; tek delil de vicdanı...
Vicdan, Allah'ı inkârdan muzdariptir. Vicdan, Allah'a imanla huzura kavuşur. İnsan, vicdanının sesini derinden derine dinlediği zaman ezelî ve ebedî bir Mâbud arzusunu onun içinde duyacaktır. İşte bu hava, bu eda, insanın vicdanında sessiz kelimelerle ifadesini bulan ve Allah Teâlâ'nın: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına verilen "Evet Rabbimizsin."[6] cevabıdır ki, dikkat etse herkes, ruhun derinliklerinden kopup yükselen bu sesi duyabilir. Yoksa bu, kafada, cesette aranırsa tenakuza düşülmüş olur. O, herkesin vicdanında vardır, meknîdir. Ancak, ispatı, kendi sahasında yapılabilir bir husustur. Ehl-i tahkik, ehl-i şühud, asfiyâ, evliyâ ve enbiyâ, bunu açık ve seçik, görmüş ve göstermişlerdir.
Ama, aklî ispatına gelince, tabiî, bazı meselelere aklî dendiği zaman mahsusâtı ispat ettiğimiz gibi, yani size bir çınar ağacını, bir çam ağacını göstermek gibi, bunu göstermemiz mümkün değildir. Vicdanını dinleyen, içinden geçenleri seyreden bunu görecek, bilecek ve duyacaktır.
Hâhişkârlık: İstekli, arzulu olma.
Mütenâhî: Sonlu, sınırlı.
Nâmütenâhî: Sonsuz, sınırsız.
Mahsusât: Duyularla hissedilen şeyler.
[1] A'râf sûresi, 7/172-173.
[2] Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kurân Dili, 4/167-175 (sadeleştirilmiş baskı).
[3] Buhârî, cenâiz 87.
[4] "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
[5] Ra'd sûresi, 13/28.
[6] A'râf sûresi, 7/172.
24 Mart 1978, İzmir Bornova Merkez Camii
- tarihinde hazırlandı.