• Anasayfa
  • Eserleri
  • Asrın Getirdiği Tereddütler
  • Dinimize ve Milletimize Hizmetten Elini Gevşetmiş, Hayır Yollarında Koşma Heyecanını ve Aktivitesini Yitirmiş Müslüman Kardeşlerimize Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?

Dinimize ve Milletimize Hizmetten Elini Gevşetmiş, Hayır Yollarında Koşma Heyecanını ve Aktivitesini Yitirmiş Müslüman Kardeşlerimize Karşı Tavrımız Nasıl Olmalıdır?

Çeşitli sebep ve saiklerle dinimize ve milletimize hizmetten elini gevşetmiş kardeşlerimiz vardır ve bunlar her zaman da olabilirler. Fakat onlar yine bizim mü'min kardeşlerimizdirler. Kur'ân'ın ve Sünnet ölçüleri içinde bir mü'mine verilen değer aynen onlar için de geçerlidir. Öyleyse her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da ölçü, Kitap ve Sünnet olmalıdır.

Onları kat'iyen gıybet edemeyiz. Çünkü gıybet haramdır ve mü'min kardeşin etini dişlemektir.[1] Ha onu küçük düşürücü bir hareket ve söz sarf etmişsin ha da onu bir kazana koyup kaynatmış ve etini dişlemişsin; bu iki hareket arasında hiçbir fark yoktur. Gıybetin caiz olduğu noktalar vardır ve bunlar kitaplarda uzun uzadıya tafsil edilerek anlatılmıştır. Ancak, ben o sınırlara dahi girilmesi taraftarı değilim. Oralarda ölçü ve dengeyi koruyabilme belli seviyedeki insanlar içindir. Her önüne gelenin o hakkı kullanması, o sınırı zorlaması hiç de doğru değildir. Bu, meselenin bir yönü. Diğer bir yönü de şudur: Bizim konuştuklarımız, muhakkak bir gün o kardeşimizin kulağına gidecektir. Ve bu durumda onu kendimizden daha da uzaklaştırmış olacağız. Buna sebebiyet verdiğimizden dolayı da meselenin sorumluluğu bize aittir. Bu da az bir vebal değildir. Zira hiç kimseyi böyle âli bir hizmetten mahrum etmeye kimsenin hak ve salâhiyeti yoktur. Bazen de o şahıs sadece uzaklaşmakla kalmaz dün, uğruna canını verecek kadar cansiperane çalıştığı bir davaya bugün, hasım hâline gelebilir. Hak bir davaya hasım olmak nasıl müthiş bir sukutsa, ona sebep olmak da aynı seviyede büyük bir cürümdür.

İnsanlar çok kere içinde bulunmadıkları bir hareketi hafife alır ve hatta bazen onu kınarlar. Bu durum göz önünde tutularak, uzaklaşan her arkadaştan; uzaklaştığı ölçüde bu türlü tavırlar beklemek akıllıca bir hareket olur. Çünkü onun acı kaderi ve yüzüne ekşi ekşi bakan tali'i budur. Bu acı bir neticedir. Böyle bir neticeye düşene de ancak acınır ve şefkat edilir. Bize düşen, aynı duruma düşmüş olsaydık nasıl bir mukabele beklerdik, o mukabeleyi arkadaşımıza çok görmemektir.

Allah Resûlü de aynı şekilde yapıyordu. O devrede, yanılan, sürçen, aktivitesini kaybeden hiç kimsenin ardından onun aleyhine tek söz söylemedi. Zâhiren Müslüman görünen Abdullah İbn Übey İbn Selûl'ün münafık olduğunu bildiği hâlde ve bu münafık; iffeti âyetle sabit Hz. Âişe gibi bir pâk ve muallâ dâmene iftira çamuru sıçratmasına rağmen, ağzından gıybet işmam edecek tek kelime konuşmamış ve sahabinin ısrarına ve öldürmek taleplerine karşı ısrarla "Hayır, Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtemem!" cevabını vermişti. Bütün hadis kitaplarını baştan sona tarayınız; İki Cihan Serveri'nin, bir mü'minin ardından, onun hoşlanmayacağı bir tek kelime sarf ettiğini gösteremezsiniz; gösterebilirseniz ben şimdiye kadar dediklerimden ve bundan sonra da diyeceklerimden vazgeçerim. Hayır, tek bir kelime bile gösterilemez. İşte, bu mevzuda yanıltmaz ve yanılmaz ölçümüz bu olmalıdır. Kardeşlerimizi tek kelimeyle dahi gıybet etmemeliyiz.

İmana ve Kur'ân'a hizmette örnek zatların kitaplarına bakın. Talebelerinden belli bir devre uzaklaşanların hiçbirisi uzaklaştıkları hâlleri itibarıyla değil, dönüşlerindeki keyfiyet destanlaştırılarak dile getirilmiş ve onlar, tarihe ve bizim hafızalarımıza dönüşleriyle kaydedilmiştir. Hâlbuki gidiş olmadan dönüş düşünülemeyeceğine göre, bir de onların gidişleri olması gayet normaldir. Fakat ifade inceliğinde kılı kırk yaran o zat, hep gelişleri anlatmış, gidişlere tek satırla dahi yer vermemiştir. Kendi devrinde nice insanlar ona iftira dolu taarruzda bulundukları hâlde, o, sarih gıybet ifade eden ve ferdin bizzat ismini vererek tek bir mukabelede bulunmamıştır. Bulunmamıştır, zira o kardeşimiz iman cihetinde bizimle aynı safı paylaşmaktadır. Ve mü'min olma, küfrün karşısında yer alma, netice itibarıyla Cennet'e hak kazanma pek de öyle hafife alınacak durumlar değildir. Onun için, yılandan çıyandan kaçtığımız gibi, kardeşlerimizi çekiştirmekten kaçmalı ve içtinap etmeliyiz.

Meseleye bir başka zaviyeden bakmak da mümkün: İslâm'da, normal şartlarda uygulanan cezalar, cephede tatbik edilmez. Yani cephede zina edene, hırsızlık yapana, iftirada bulunana, bunların cezası her ne ise onlar uygulanmaz.[2] Bunun bir hikmeti şudur: Böyle bir duruma dûçâr olan insan, can havliyle, daha önce hiç tasvip etmediği insanların safına geçebilir. Geçerse ne olur? O, ebedî hasarete uğrar, biz de, hem de en mahrem yönlerimizi bilen bir düşman kazanmış oluruz. Bu iki netice de bizim namımıza birer kayıptır. Elbette mesele kontrol altına alınmalıdır ve buna zaruret de vardır. Fakat bu, onu karşımıza almadan, en güzel bir usûl ve üslûpla yapılmalıdır.

Meselâ, bir kardeşimiz, korku sevkiyle veya makam sevdasıyla hizmet-i Kur'âniye ve imaniyeden uzaklaşmış, ihtiyatlı davranma bahanesiyle dairenin dışına çıkmış olabilir. Biz ona, onun anlayışı içinde, gerektiği gibi davrandığını, iyi yaptığını, suçluluk psikolojisine düşecek bir durum olmadığını söylemeli ve böyle düşündüğümüze de onu inandırmalıyız. Onunla seneler sonra dahi olsa münasebete geçme menfezlerini tıkamamalıyız. Belki daha sonra hakikati o da anlayacak ve özündeki salih çizgiye dönecektir. O günlerde bizim haklı, kendisinin yanılmış olduğunu itiraf ederse, biz de ona "Şimdi de sen haklısın." diyecek ve civanmert davranacağız.

Ayrıca, bugün onu gıybet eden insan hakkında, kendisini dinleyenlerin de itimadının zedelendiği hususu hiç unutulmamalıdır. Birbirine itimadı böyle sarsılan fertlerden meydana gelen bir cemaatin ise, hak namına yüklenebileceği hiçbir misyon yoktur.

Hem gıybet edilen o şahsa karabet veya başka hislerle yakınlık duyan ve bizimle aynı düşünceleri paylaşan insanlar vardır. Bu durumda onlarda hâsıl olacak alerjik bir durum, herhâlde sadece zarar getirecektir.

O bizi gıybetle rencide etmiş olabilir. Burada da dengeyi koruyarak misliyle mukabele etmeyeceğiz. Şahsî meselelere takılıp kalan bir onur ve gurur anlayışı bizden çok uzak olmalıdır. Bizim her şeyimiz yüce davaya feda edilmelidir. Allah Resûlü'nün onurunun rencide olduğu, İslâmî meselelerin tezyif edildiği bir yer ve zamanda, bizim kendimize ait meseleleri değil gündeme getirmeye, düşünmeye dahi vaktimiz yoktur.

Bugün bir insana yapılacak en büyük yardım, onun dinî hayatını kurtarma istikametinde olan yardımdır. İşte bize düşen de öyle kardeşlerimizin yardımına koşmaktır.

Sâik: Sebep, faktör.
Muallâ dâmen: Yüksek etek. "Çok iffetli, çok namuslu.. öyle ki atılan iftiralar, asılsız isnatlar onun eteğini, paçasını dahi kirletemez." anlamında kullanılan mecazî bir ifade.
İşmam etmek: Hissettirmek, koklatmak.
İçtinap etmek: Sakınmak.
Hasaret: Kayıp, zarar.
Tezyif: Küçümseme, alay etme.

[1] Bkz.: Hucurat sûresi, 49/12.
[2] Bkz.: el-Makdisî, el-Furû', 6/71; eş-Şafiî, el-Ümm, 7/354, 358; el-Merğinanî, el-Hidâye, 2/103; es-Serahsî, el-Mebsût, 16/291; ez-Zeylaî, Nasbu'r-râye, 3/343.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.