Dinimizi Öğrenip Başkalarına da Öğretirken Hangi Hususlara Dikkat Etmeliyiz; Tebliğ Metodumuz Nasıl Olmalıdır?

Peygamberlerin gönderilme gayesi tebliğdir. Öyleyse bize düşen en mühim ve hayatî vazife de mükellef olduğumuz hususları anlatma, tebliğ etme olacaktır. Eski ve yeni bu mevzuda aklımıza gelen bütün metot ve usûlleri yeniden gözden geçirip devrimize tatbiki mümkün olan ve neticeye götürücü olduğunu kabul ettiğimiz prensipleri pratiğe dökme en birinci vazifemizdir. Meseleyi sadece öğretmen, talebe, imam, müezzin, okul ve cami çerçevesine sıkıştırmak da doğru değildir. Belki Allah karşısında mükellef olan herkes usûlü dairesinde hemen her yerde hizmet vermelidir.

İnsanoğlu, hayat boyu âdeta hep talebelik eder. Diğer bir ifade ile, insan için en mühim, en hayatî mektep hayattır. Hususî mânâsıyla mektep, ancak hayatın cüz'î bir kısmına ait meseleleri üzerine alıp tekeffül edebilir. Orada, tecrübeli üstad ve hocalar, edindikleri malumatla bu tecrübeleri hallâç eder ve çıraklarına aktarmaya çalışırlar. Hâlbuki geniş ve umumî mânâsıyla hayat mektebinde her bir fert, hem bir çıraktır, hem hoca, hem de üstad. O, bir taraftan öğretirken diğer taraftan yeni yeni şeyler öğrenme durumundadır.

İrşad ve tebliğ vazifesinde de durum farklı değildir. Okullarda öğrenilen ve öğretilen hususlar onun sadece bir bölümünü teşkil eder. Orada edinilen malumatla insan ancak belli bir seviye katedebilir. Eşya ve hâdiselere bakışı değişir, ufku genişler. Kendi durumundakilere de aynı zamanda irşad ve tebliğ namına hizmet götürebilir.

Fakat, vazife sadece ona münhasır değildir. Hayata atıldıktan sonraki dönemde de hem kendi bir şeyler öğrenecek hem de elde ettiği fikir meyvelerini çevresinde bulunanlara takdim etmeye çalışacaktır. Onun için her bir fert yaş ve seviye ne olursa olsun, anlatılması gereken hususları etrafına anlatmak mecburiyetindedir. Bu onun en hayatî vazifesidir.

Zaten bizim varlık gayemiz de budur. Zira Cenâb-ı Hak, "Ve mâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ liya'budûn"[1] buyurarak, insanların ve cinlerin yaratılış gayesinin O'na kulluk olduğunu bildirmiştir. İşte herkes, bu kulluk anlayışında yarışacaktır. Bu yarışta kimisi takılıp yolda kalacak, kimisi de zirveleştikçe zirveleşecek ve Allah katında en büyük ve yüksek pâyeyi elde eden zümre arasına girmeye hak kazanacaktır.

Allah'ı bilmek ve O'na kul olmak fıtratın gayesi ve yaratılışın yegâne neticesidir. Kulluk bir taraftan dinleme, anlatma, kabul etme, yaşama, hayata mal etme gibi hususiyetleri gerektirirken, aynı zamanda düşüncede berraklık ve sadece kendi Yaratıcısını düşünme ufkuna ulaşmayı da hedefleyen ağır ve o nispette de mübeccel ve mukaddes bir vazifedir.

Cenâb-ı Hak, Bakara sûresinin 21. âyetinde de mealen şöyle buyurmakta ve kulluğu emretmektedir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki böylece takvaya erersiniz."

Rabbinize kulluk edin. O Rab ki, sizi ve sizden öncekileri O yaratmıştır. Hilkat ve yaratma O'na aittir. Sizi O var etti. Hilkatinize medar olabilecek ilk elemanları, parçaları, parçacıkları yaratan da O'dur. Yani sizce "evvel" diyebileceğimiz şeyleri yaratan da O'dur. Veya başka bir mânâsıyla, sizden evvelki insanları yaratan da O'dur. O, nicelerini kırıp geçirmiş ve yerle bir etmiştir. Yeryüzünde böbürlenip gezen Firavunları, Nemrutları, Şeddatları ne hâllere sokmuştur. Çalım satan Roma'yı, Bizans'ı, Yunan'ı hatta bir bakıma, Selçukluları, Osmanlıları âyât-ı tekvîniyesiyle bir enkaz hâline getirmiştir... Ve onları bütünüyle yaratan da O'dur. Sizi de O yarattı. Öyleyse gücü her şeye yeten bu Rabb'e kullukta bulunun. Mazi, hâl ve istikbali bir ibret tablosu gibi gözünüzün önünde bulundurun. Ta ki; takva dairesine girmiş olasınız. Böylece, hayatınızı en iyi şekilde değerlendirme imkânını bulacak, Allah'a karşı en saygı duyan insanlar hâline gelecek, Allah'tan en çok korkan olacak ve yolun en doğrusunda yürüyerek hayatınıza gaye olan hedefe ulaşacaksınız.[2]

O Allah ve O Rab ki, yeryüzünü sizin için bir döşek rahatlığı içinde hazırlamıştır.[3] Öyle ki, ihtiyacınız olan her şeyi burnunuzun dibinde ve yanı başınızda hazır bulabiliyorsunuz. Sanki siz, o döşekte bir hastasınız da sizin ve bu konağın sahibi Zât, yani kevn ü mekâna hükmü geçen Allah (celle celâluhu) size bir aziz misafir gibi ihtimamla bakıyor.

Evet, yeryüzü bir firaş ve bir döşek rahatlığı içindedir. Eğer bir yerinde ufak bir arıza olsa iflâhınız kesilir de dünya size dar gelir. O sizin için her şeyi kolaylaştırmıştır. Yemeğiniz ayağınıza kadar gelmektedir. Ve yatağınızda sizi bir yanınızdan diğer yanınıza çevirmektedir. Eğer normal yataklarınızda yatarken, sağa sola dönme hikmetini araştırarak bu âyeti düşünecek olursanız, sanki bu âyet, sema yüzünü yıldızlarla yazılmış da sizin müşâhedenize arz edilmiş ve siz bu müşâhedeyi tatlı tatlı istirahat ettiğiniz yumuşak bir döşek üzerinde yapıyorsunuz.

Sonra O, semayı sizin döşeğiniz üzerine bir çatı ve tavan yaptı.[4] Sema ile yer arasında daima bir alışveriş vardır. Sema ışık gönderir, yerde rüşeymler başlarını çıkarır, sular buhar olur göğe yükselir ve sonra yağmur hâlinde yine yere inerler. Yıldırımların kendilerine göre faydaları vardır. İçeceğiniz suları menbalarından size ancak Allah akıtır.[5] O size yeryüzünü bir döşek gibi, hazırlamıştır; fakat hazırlayıp da bırakmamıştır. Oranın tertemiz kalmasını da yine O temin etmektedir. Eğer semayı başınıza tavan yapmasaydı, bu temizlik ve nizam olmayacaktı. Otlar baharda çıkar, sonbaharda sararır solar, kışın da tamamen kurur gider ve toprağa taze bir kuvvet olurlar. Bu ameliyenin dahi, temizlikle alâkalı yönü ne harikadır. Ve yeryüzünde, sadece temizlik cihetinden görülebilecek binlerce harika iş var...

Siz de size bu kadar teveccüh eden ve başınızdan aşağı sağanak sağanak nimetlerini yağdıran Rabbinize teveccüh edin ve O'na karşı kullukta bulunun.

Bakın, bu işler bin bir hikmet ve maslahatla, sizin etrafınızda hâlelenmiş, çevrelenmiş ve hepsi birer rızık olarak size koşuyor. Apaçık görüyorsunuz ki, maddî-mânevî rızkınız, gözünüzün ziya rızkı, ağzınızın tat rızkı, kulağınızın ses rızkı, midenizin binlerce yiyecek ve içecekle alâkalı rızkı, evet, bütün bunların hepsi size O'ndan geliyor. Bunları size verirken Kendi işine başkalarını karıştırmıyor. Öyleyse insaflı olun da, siz de O'na olan kulluğunuzda, başkalarını karıştırmayın. Gizli açık, küçük büyük şirkin her türlü çirkinliğinden kendinizi koruyun, muhafaza edin.

Bütün sebepler arizîdir; hiçbirinin hakikî vücudu yoktur. Eğer sebeplere tevessülü, bize bir vazife olarak yüklememiş olsaydı; bizler hiçbir sebebe müracaat etme lüzumunu duymaz, hatta bunu bir şirk kabul ederdik. Ancak hikmet yurdu olan bu dünyada her şey sebeplerle içli dışlı geldiğinden dolayı, biz de onlara sadece âdi şartlar nazarıyla bakıyoruz. Ancak gözümüzü diktiğimiz sabit ve değişmeyen nokta, sadece sebepleri elinde tutan Zât'ın Kudret elidir. Ve bizim kulluğumuz da işte o Zât'a mahsustur.

Sevinç ve sürur hâlinde insan bazen bu dengeyi tam koruyamayabilir. Onun için gelen nimetler karşısında çok dikkat edilmelidir ve Cenâb-ı Hakk'a şerik koşmayı işmam edebilecek her türlü söz ve hareketten kaçınmalıdır. Bu mevzuda gösterilmesi gereken hassasiyet, herkesin kurbiyetiyle doğru orantılıdır.

Mârifetullah adına vicdanınızda hâsıl olacak ruhanî zevk ve mânevî lezzet nimetini tattığınızda, o hava ve edaya yakışır şekilde Rabbinize kullukta bulunun! Kalbinizde bir an dahi başka bir mihraba teveccüh hissi belirmesin. Öyle bir meyil hissettiğinizde, derhal kendinize gelin ve "Lâ ilâhe illallah" deyin. İşte bu şuur içinde yapacağınız kulluk sizin hayatınızın gayesidir. Ve bu gayeye götürücü her türlü hizmet anlayışı öyle bir vecibedir ki, peygamberlerin gönderiliş hikmeti, işte, bu vecibeyi îfa hakikatine dayalıdır. İşte biz mü'minler, Allah'ı sevmek ve başkalarına da sevdirmek, gönüllerin iman nuruyla aydınlanmasına vesilelik etmek gibi kudsî bir vazifeyle karşı karşıyayız. Bu vazifenin bir ucundan tutmak ve ona omuz vermek bir fazilet yarışıdır. Ve bu kulvarda yarışı tamamlayabilenler de dünyanın en faziletli insanlarıdır.

Meseleye bu zaviyeden ehemmiyet atfederek bakan bir insan için, riyasete giden kapılar ardına kadar açılsa ve ona, herkesin gözünü diktiği en yüksek dünyevî bir makam dahi teklif edilse ve mutlaka ikisinden birini tercih durumunda bırakılsa; muhakkak o, bu vazifeyi diğerine tercih edecektir. Zira o bilmektedir ki bu, nebilere, sıddîklara ait bir vazifedir. Orada Allah Resûlü vardır, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallâhu anhüm ecmain) vardır. Büyük ölçüde beri tarafta var olanlar ise, zalimlerdir, şeddatlardır... Bunların vazifesi de mânen beslenmediklerinden, içinde bin bir kinin, nefretin yalanın kuyruğunu dikip akrep gibi gezindiği bir vazifedir. Hâlbuki diğeri, nur hüzmeleri ile ve nuranîlerle her zaman ışıl ışıldır.

Dünyada bir hayat yaşıyoruz ki gelişimiz elimizde olmadığı gibi göçüp gidişimiz de elimizde değildir. Ancak, bu hayatta sırasını savmak için bekleyen bir insan olmaktan kurtulup, kademe kademe yükselerek Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı bir hayat şekline dönüştürmemiz de mümkündür. O da evvelâ, imanın rükünlerini hazmederek ruhlarımızı onlarla bütünleştirme ve vicdanlarımızı mârifet-i ilâhî adına birer bal peteği hâline getirme; daha sonra da imana ait meseleleri, ibadet vesilesiyle "ayne'l-yakîn"e yaklaştırarak ihsan şuuruna erme ve güzel ahlâka ait esasları mahiyetimize dercedilmiş birer melekeye dönüştürme, derken kendi adımıza elde ettiğimiz bu meziyetleri başkalarına da taşıma ve iman nurları sayesinde hayatın her sahasını, herkesi ve her yeri aydınlatma yoluyla kabildir.

Günümüzde, ister Türkiye isterse başka bir İslâm ülkesinde, düşünce ve fikirler İslâm'a karşı çok yabancılaştırılmış durumdadır. Müslümanlık âdeta hayatın dışına itilmiş gibidir. İlim ve teknik sürekli dine düşman gösterilmiş ve kitleler aldatılmıştır. Binaenaleyh, İslâm, Kur'ân ve imana ait meseleleri çok iyi bilmek şarttır. Evet, imana ait bu ulvî mânâların bazı gönüllere girmesi çok zordur. İşte o zoru zorlamadan, sindire sindire ve yavaş yavaş bu mânâların her kalbi aydınlatmasına vesile olmak hakikaten sabır iktiza eder ve aceleci fıtratların bir türlü anlayıp idrak edemedikleri teenniyi gerektiren bir usûl ister ki, Allah'la kullar arasındaki engelleri kaldırmak mümkün olabilsin.

İrşad vazifesini hakkıyla yapabilmek için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Şimdi bunları hulâsa hâlinde takdime çalışalım:

Birincisi: Muhatabın ruhuna girme yolları araştırılmalıdır. Bu insanî bir yaklaşım şeklidir. Hediyeleşme veya ona ait bir sıkıntıyı bertaraf etme gibi, esasen dinin ruhunda bize emredilmiş olan hususları pratiğe dökmeli ve muhatabımıza o yollarla yaklaşılmalıdır. Aslında bu meseleyi belli kalıplara dökmek, fikir vermesi bakımından faydalı olsa bile, işin özünü, ruhunu dondurması açısından değerlendirilecek olursa bazı zararları da melhuzdur. Onun için biz, mevzuun elastikiyetini koruyarak şöyle demeyi uygun buluyoruz: Muhatabımızın gönlüne girebilmek için her meşru yol denenmelidir. Yani kendisine bir şeyler anlatacağımız insan, evvelâ bizim şahsî dostluğumuzu kabul etmelidir. Bu ona vereceğimiz düşünceleri kabulde mühim bir faktördür ve ihmal edilmemelidir.

İkincisi: Muhatabımızın inanç ve kültür seviyesini iyi bilmemiz gereklidir. Meselâ, ona açıp okuyacağımız Kur'ân dahi olsa, eğer bu onu ürkütüp kaçıracak ve bir daha bize yaklaşmayacaksa, o esnada ona Kur'ân dahi okunmamalıdır. Esasen Kur'ân misalini bazı eserlere telmih için söylemiş oldum. Ona okuyacağınız kitabın her satırı ruh ve kalbleri fetheden ilhamlarla köpürüp dursa bile ruhen buna hazır olmayan insanlara onu okumak İslâm davasına karşı kapalı bir ihanettir.

Cenâb-ı Hak, yeni doğmuş bir bebeğe rızık olarak evvelâ "ağız" denilen bulamaç gibi bir mâyi yaratıyor, daha sonra süte geçiliyor.. ve tedricen çocuk büyüdükçe ona vereceğimiz gıdanın da şekli değişiyor. İşte bu fıtrat kanunu, ruh terbiyesinde ve mânevî beslenmede de aynen geçerlidir. Cenâb-ı Hakk'ın, tekvînî âyetlerinde bize gösterdiği hususları cümle cümle, satır satır, hece hece ve nokta nokta iyice tetkik edip davranışlarımızı ona göre ayarlamak zorundayız. Bazen bu ayarlama yapılmadığından irşad namına söylenenler, onlarda öyle bir reaksiyona sebep olur ki, daha sonra münasebetini bulup anlatsanız da, artık fayda vermez. Onun için ilk durumda onun idrak ve vukuf seviyesini tespit etmemiz çok önemlidir. Bunu bir büyüğümüz şu sözlerle vecizelendirir: "Ata et, aslana ot atmayınız!"[6]

Üçüncüsü: Muhatabınızın itimadını kazanmanız da şarttır. O size öyle itimat etmeli ve öyle bağlanmalı ki, bütün sevdikleriyle tartılsanız orada siz ağır basmalısınız. Çünkü sizin onunla münasebetiniz, sadece Allah içindir. Siz onu Allah için sevdiğinizden dolayı bu sevgi onun gönlünde tesirini gösterecek ve sıhriyet itibarıyla teessüs etmiş sevgi atmosferine; sizin olan bu sevgi ve saygı girecek ve ağır basacaktır. Bu ağır basma o denli olmalıdır ki, sizin yanınızda olmakla yüklendiği ağır mükellefiyetleri, diğer tarafın zevk ve safasına tercih edebilmelidir. Hatta sizin, yoluna baş koyduğunuz mefkûre uğrunda başına gelmesi muhtemel her türlü tehlike ve katlanılması mukadder her türlü çile onun için önceki hayatın rahat ve rehavetinden daha sevimli olmalıdır. Bu da o şahsın sizi iyice tanıyıp, size son derece itimat etmesiyle mümkün olabilecektir.

İşte Asr-ı Saadet'ten çarpıcı bir manzara ve müşahhas bir misal: Utbe İbn Velid, Mekke'nin en zenginlerindendi. Allah Resûlü'nün en büyük düşmanlarından biri de odur. Kavmin en şakîsi mânâsına ona, "Eşka'l-kavm" denmektedir. Hemen her fitnenin başındaydı. Allah'a isyanın olduğu her yerde başı o çekiyordu. İşte bu şakînin evinde yetişen mesut bir insan vardı, bu, Utbe'nin oğluydu, fakat ona hiç benzemiyordu. Allah Resûlü'ne sadakatle bağlanmış ve babası tarafından getirilen -dünya adına- bütün cazip teklifleri bir çırpıda elinin tersiyle itivermişti. Adı Huzeyfe'ydi. Baba bütün servetini önüne seriyor ve sadece davasından vazgeçmesini istiyordu. Ama o Muallim ve Mürşidinden aldığı dersle, gerilimi tam, inanç ve kanaati de sağlamdı. İki Cihan Serveri'ne aynı teklif getirildiğinde ne demişti? "Güneş'i bir omuzuma, Ay'ı diğer omuzuma koysanız yine bu davadan vazgeçmem."[7] İşte O'nun dediği bu söz, vicdan ve gönüllerde öyle bir tesir icra etmiş ve öyle yerleşmişti ki, bütün sahabe gibi, ona yapılan böyle bir teklifte alacakları cevap aynı olacaktı. Muallim, gönüllerine işte bu şekilde girmiş ve kalblerinde böyle yer etmişti. O'nun adının anıldığı yerde ana-baba-kardeş ve akraba gibi değer hükümleri sukut edip gidiyor ve değerler odağı olarak sadece O kalıyordu.

Dünden bugüne, irşad eden ve irşad edilen adına değişen fazla bir şey olmamıştır. Dün değişik şekilde cereyan eden bu meseleler, bu gün de farklı bir şekilde aynen devam etmektedir. Öyleyse mürşid ve mübelliğler, Allah Resûlü'nün gönüllere girme yolunu aynen tatbik etmelidirler. Aksi takdirde, anlatılan meseleler hep havada kalacak ve hüsnü kabul görmeyecektir. Bu bir ruhlara nüfuz etme meselesi ve gönüllere yerleşmenin adıdır. Düşünmeli ki, Allah Resûlü kendisini ashabına bu kadar sevdirememiş olsaydı, sahabenin O'nun arkasına düşüp Bedir'e gelmesi mümkün olur muydu? Çünkü şartlar tamamen aleyhlerine bulunuyordu. Hem bu ilk savaşta, karşı cephedekiler çoğunluk itibarıyla, babaları, kardeşleri, amcaları veya öz evlâtlarıydı. Ve onlarla savaşmaya gidiliyordu. Zira işaret güçlü yerden gelmişti. Ve O'nun yolunda ölmeyi herkes cana minnet biliyordu.

Yer yer Allah Resûlü onları karşısına alıyor ve kendisini tercih etme işini ruhlarına üflüyor ve tenbihlerde bulunuyordu. Meselâ, Kab İbn Malik'i, Tebuk hareketi esnasında geriye kalışından ötürü hırpalamış ve: "Sen bana Akabe'de söz vermemiş miydin? Nereye gidersem arkamdan gelmeyecek miydin?" diyordu. O da bunlara itiraz edemiyor "Evet, yâ Resûlallah! Söz vermiştim. Aslında hiçbir savaşa bugün hazırlandığım kadar hazırlanmamıştım. Fakat bugünü yarına, yarını da öbür güne erteleyince, derken günler gelip geçti; koşup arkadan size ulaşamadım." diyor ve Allah Resûlü'nden özür diliyordu. Doğru söylediği ve hak kapısında sebat etmesini bildiği için de affolunmuştu.[8]

İşte, mürşid muhatabının gönlüne böyle girmeli ve ona her dediğini yaptırabilmelidir. Ancak, şunu da unutmamalıdır ki, talep edilecek hiçbir şey kendi nefsi adına olmamalıdır. Kendi adına talepte bulunanların durumunu -Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine göre- temsil edenler Firavunlar, Nemrutlar ve Şeddatlardır. Hâlbuki nebiler bütün taleplerini Hak namına ve ümmetleri hesabına yapmışlardır. Bu da çok dikkat edilmesi gereken hassas bir meseledir.

Dördüncüsü: Müslümanlığa ait meseleler çok iyi bilinmelidir. Herkes aklına gelen şeyleri söylememeli ve felsefe yapmamalıdır. Zira Allah Resûlü bize gündüzü geceden ayırabileceğimiz ve onlarla hidayette kalacağımız aydınlık tufanı iki ana kaynak bırakmıştır: Kitap ve Sünnet.[9] Binaenaleyh, İslâm davası adına bir şey anlatırken, bu iki ana kaynağın prensipleri dahilinde ve mevzua hâkim olunarak anlatmalıdır. İşin diyalektiğine ve ilzam etme tarafına kat'iyen meyledilmemelidir. Anlatacaklarımız, anlayıp hazmettiğimiz şeyler olmalı ki, muhatabımız da rahatlıkla alıp gıdalanabilsin. Yine büyük mütefekkirin ifadesiyle bizler birer koyun gibi olmalıyız, alıp öğrendiğimiz şeyleri hazmederek süt hâline getirmeli ve muhtaç gönüllere süt gibi, bir şifa kaynağı olarak takdim etmeliyiz. Kuş gibi yapıp da onlara kusmuk vermemeliyiz.[10] Öyle olunca bu malumat onların ruhuna girdiğinde, hemen ilim ve irfan adına petekleşebilecek, ballaşabilecektir. Aksine, verilen şeyler kusmuk gibi olursa, bu duruma gelinmesi elbette ki düşünülemez.

Tabiî ki bu da okuyup belleme, kültür ve bilgi dairesini genişletmekle olacaktır. Onun için irşadı bir vazife kabul edenler, mutlak surette vakitlerinin belli bir kısmını okumaya tahsis etmelidirler. Devrin kültüründen mahrum bir insanın muhatabına söyleyebileceği bir şey yoktur. Veya başka bir ifadeyle, kültür seviyesi sığ bir insan, irşadıyla meşgul olduğu insanı uzun süre tatmin edemez. Dolayısıyla, her seviyede insanla muhatap olma durumundaki mürşid, en az muhatabını tatmin edecek ölçüde mevzua hâkim olmalıdır. Bu itibarla asrının çok gerisinde seyreden bir insanın bugünün insanına vereceği bir şey yoktur, kanaatindeyim...

Evet, ısrarla tekrar ediyorum ki, irşadı hayatlarının gayesi hâline getirenler ilim ve irfanla mücehhez olmalıdırlar. Boş bir insanın, diyeceği şeyler de boştur. Daha ziyade bu tür insanlardır ki, anlatacakları meselelerdeki boşluklarını, şiddet ve hiddetle örtmeye çalışırlar. Bu durumda da muhatapları, onların hareketlerine reaksiyon olarak, en mâkul ve kabul edilmesi kolay bir meseleyi dahi kabule yanaşmazlar.

Cihanı aydınlatacak ve nazarları aydınlık kapıya çevirecek, aydınlık dönemin münevver insanları inşâallah, her bakımdan ilimle mücehhez olacak, çırak olarak kapılarına müracaat eden herkesin eteklerini Muhammedî cevherlerle dolduracak ve onları doyuracaktır.

Beşincisi: Yapılan bütün işler ihlâs ve samimiyet içinde yapılmalıdır. Perspektifte daima Cenâb-ı Hakk'ın rızası bulunmalı ve yapılacak her iş ona göre ayarlanmalıdır. Gidilecek olan yol ve tatbik edilecek olan strateji öncelikle Rabbimiz'in rızası yönünden bir değerlendirmeye tâbi tutulmalı, eğer O razı olacaksa yapılmalı, yoksa o yol kat'iyen terk edilmeli ve herhangi bir kimsenin aldatılmasına meydan verilmemelidir.

Allah Resûlü, Allah yolunda olan cihadı, sadece Allah'ın dinini yüceltmek için yapılan cihad olarak sınırlandırıyor.[11] Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk'ın yüce isminin i'lâsı istikametinde kavga veriliyorsa bu Allah içindir. Yoksa, konuşanımızla, yazanımızla sadece kendimizi anlatmış oluruz ki, böyle bir durumda ne samimiyet kalır ne de sevap. İhlâsın bu kadar darbe yediği bir yerde de ne Allah'ın rızasından ne de gönüllere tesir etmekten bahsedilebilir.

Bizden evvelkiler bu işi ihlâsla yaptılar. İçlerinde öyleleri vardı ki, söz söylerken arızasız, pürüzsüz söyleyince hemen dize geliyor, başını yere koyuyor ve "Aman yâ Rabbi, el-İhlâs!" diyordu. Ve yine Ömer İbn Abdülaziz gibi kimseler, yazdıkları mektubu çok belîğane bulunca, gurur ve kibir gelir korkusundan hemen yırtıp atıyor ve başka bir mektup yazıyordu. O devrede İslâmî meseleler işte hep böyle bir ihlâs atmosferi içinde anlatıldı. Nefislerine hiç de hoş gelmeyen bir iklimde Rablerini anlatma âdeta onlarda bir prensip hâline gelmişti, mademki nefis böyle anlatmadan pay almıyor, ihtimal, bunda marz-ı ilâhî var dediler ve bunu düstur edindiler.

Şu satırların aziz okuyucusunun da kim bilir kendine ait böyle nice tecrübeleri vardır. Onun için tekrar söylemek gerekirse, ihlâs ve samimiyet, anlatılan hususların hayatı ve ruhu durumundadır. Anlattıklarımızın yüzümüze çarpılmasını arzu etmiyorsak, ihlâsa sarılmalıyız.

Altıncısı: Mürşid ve mübelliğ hangi seviyede olursa olsun kalbi dinî ilimlerle, aklı medenî fenlerle mücehhez olmalı ve bu ikisi ile pervâz eden istidat ve kabiliyetlerini işleterek iç murâkabesinde derinleşmeli ve çapına, yapısına göre bu mevzuda ne kadar ledünnîleşebilirse ledünnîleşmelidir. Bu da yine, bir bakıma yukarıda temas ettiğimiz hususla alâkalıdır; yani ihlâs ve samimiyette buudlaşma demektir.

Allah Resûlü, müteaddit hadislerinde ihlâs üzerinde durmuş ve onu insan için en yüce ufuk olarak göstermiştir.[12] Kur'ân-ı Kerim pek çok nebiyi bize anlatırken bu yönleriyle anlatmış ve ihlâsı nübüvvetin ayrılmaz bir parçası olarak takdim etmiştir.

Hz. Musa için "O muhlesti."[13] tabirini kullanan Kur'ân-ı Kerim, Hz. Musa'nın her hareket ve davranışını, sadece Cenâb-ı Hakk'ın rızasını tahsil gayesiyle yaptığını en veciz bir üslûpla ifade ediyor ve bu ifadesiyle inananlara ihlâs dersi veriyor.

Seyyidinâ Hazreti İbrahim, ihlâs anlayış ve şuurunun zirvesinde bulunan bir insan olarak hâdiselerin aleyhine cereyan ettiği zamanlarda bile bir anlık sarsıntı ve tereddüde düşmüyor, hatta bir bakıma, meleklerin yardım talepleri gibi meşru bir teklifi dahi reddederek, "O olanlardan haberdar ya, O bana yeter." diyor ve onlardan gelen imdat mesajını "Hasbünallâhü ve ni'me'l-vekîl" ile savıyor.[14] O'nun için, mühim olan Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğu idi. Bu düşüncesini, kendine ait en masum talepleri dahi gölgeleyemiyordu. Zira ona Allah'ın dostu mânâsına, "Halilullah" denmişti.[15] Dostluk da bunu gerektiriyordu.

Allah Resûlü'ne bir gün "Ey Allah'ın dostu." denince, "Hayır o İbrahim'dir." buyurdular.[16] Ve yine bir gün efendimiz mânâsına "Seyyidünâ" ile kendisine hitap edilince "Efendimiz İbrahim'dir'' buyurdular.[17] Cevher kadrini cevherfürûşân olan nasıl da anlıyor! İşte ihlâs ve samimiyet, bir peygamber vasfı olmakla, o işi kendine iş edinen insanların da ayrılmaz vasfı olmak zorundadır. Kur'ân her peygamberi ya ihlâs sahibi olarak tanıtmakta ya da Cenâb-ı Hakk'ın o nebiye ihlâsı emrettiğini nakletmektedir.[18] Kur'ân-ı Kerim'i bir de bu zaviyeden tetkik edip okumakta büyük yararlar olacağı kanaatindeyim.

Evet, irşad ve tebliğ vazifesinin altına girenler, kendilerini kabul ettirme, başkalarına tesir ettiklerine inanma veya müntesiplerinin çoğalmasıyla övünme gibi kaba saba şeylere saplanacaklarına, davranışlarının Allah'ın rızasına uygun olup olmadığının murâkabesini yapmalıdırlar. Murâkabe, yani insanın kendi kendini kontrol etmesi... Evet, irşad ve tebliğ adına bu husus çok mühimdir.

Yaptığını niçin yapıyorsun? İşte bunun kontrolü lâzımdır. Eğer meselede nefsimize ait bir yön varsa, hemen orada durmasını bilmeliyiz. Meselâ bir yerde oturmuş, bir cemaate nurefşân bir kitap okuyorsun. Haddizatında yaptığın güzel bir iştir. Fakat biraz dikkat edince, okuduğun kitabın muhtevasındaki meselelerden ziyade okuyuş keyfiyetine kapılıp gittiğini ve asıl sana zevk veren, seni cezbedenin kendi okuyuşun olduğunu görüyorsun. Hemen orada duracak ya kitabı kapayacak ya da okuması için onu bir başkasına takdim edeceksin.

Veya bir vaizsin. Kürsüye çıktın, vaaz ediyorsun. Cenâb-ı Hakk'ın ihsanıyla öyle bir bast hâline mazhar oldun ki sanki sadece dudaklarını kımıldatıyorsun da kelimeler kendiliğinden dökülüyor. İşte o anda seni konuşturanın kim olduğuna dikkat edecek ve ihsan sahibini mülâhaza ederek başını aşağıya eğeceksin. Eğer bu durumda dahi nefis kendine bir pay çıkarıyor ve sen de buna kapılmış gidiyorsan, hemen konuşmayı kesip kürsüden inmesini bilmelisin. Güzel konuşmada da bazen fitne vardır. Ve o fitneden insan Allah'a sığınmalıdır. Dünyaya arkalarında kitleleri sürükleyen nice hatipler gelmiştir ki, içlerinde, ihlâs sahibi olanların dışındakiler şimdi, ihtimal, ötede söyledikleri sözlerin hesabını veriyorlardır.

Burada şöyle müşahhas bir misal verebiliriz: Diyelim ki biz, her zaman aksatmadan Kur'ân'a ait virdimizi okuyoruz. Öyle ki, onu okuyamadığımız zaman ruhen rahatsız oluyoruz. İsterseniz siz buna alışkanlık da diyebilirsiniz. Biraz sonra da bizi bekleyen bir cemaatle sohbet edeceğiz. Birkaç âyet okur okumaz, birdenbire bu Kur'ân'ı, tam sohbete çıkacağımız sırada sesimizi akort etmemiz için okumuş olabileceğimiz aklımıza geliyor ve irkiliyoruz. Vâkıa bu, her gün okuduğumuz Kur'ân'dı ama, yine de Hak rızasının dışında başka, mülâhazalara açık olması ihtimaliyle, devam edip etmeme mevzuunda tereddüde düşüyor ve "Allah'ım, Senin için okumaya başladım ve Senin için şimdilik bırakıyorum." diyor, Kur'ân'ı kapatıyor, kalkıyoruz. Evet bizler, iç murâkabeyle, kalbimizin derinliklerinden gelen şeylere göre kendimizi ayar etme mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde etrafımıza müessir olmamız mümkün değildir.

Yeri geldiğinde kendimizi nefyedebilmeli ve kendi içimizde kendi kendimizle kavga verebilmeliyiz. Ve bu kavgada Cenâb-ı Hakk'ın rızası aranmalı, O'nun hoşnutluğu istikametinde hareket edilmelidir.

Böyle bir ruh hâletinin, zaman zaman bir kısım anormal gibi görünen tezahürleri de olacaktır. Yerinde başınızı sallayacak, yerinde iki büklüm olacak, yerinde inim inim inleyecek, yerinde secdeye varıp kıvrım kıvrım kıvranacak ama muhakkak her davranışınızda ihlâs, zamanla, tabiî bir davranış hâline gelecektir. Ve artık insan, gönül rahatlığı içinde, yaptığı her şeyi gayet kolaylıkla O'nun için yapabilir, O'nun için terk edebilir.. O'nun için oturup O'nun için kalkabilir.

Cenâb-ı Hak, liyakatimize göre değil, ihtiyacımıza göre bizi ihlâs ve samimiyetle serfiraz kılsın! O'ndan hep bunu talep etmeliyiz.

Yedincisi: Eğer bir meseleyi bizim anlatmamız bir kısım vicdanlarda reaksiyon ve tepkiye sebep olacaksa, "Hakkın hatırı âlidir." diyerek o meseleyi bir başkasına anlattırmak hoşumuza gitmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken bir incelik var. Başkasının anlatmasına razı olmak başkadır, ondan hoşlanmak daha başkadır. İşte bizler ikinci durum çerçevesine göre, ondan hoşlanmalıyız, nefsin hiç hoşlanmadığı durumlardan birisi de budur. Ve bu, bir civanmertliktir.

Bazı kimselerin şahsımıza ait bir durumdan ötürü bize reaksiyonları olabilir. Bizim anlatacağımız her şey onlarda aksi tesir yapabilir. Bu durumda kalkıp bir hak ve hakikati ona anlatmamız, anlattığımız şeyi kabul etmemesi için gayret sarf etmemizden farksız olacaktır. Böylece o, bir hakkı kabul etmemekle ziyan edecek, biz de bir hakkın kabulüne mâni olduğumuz için kendi adımıza zarara uğrayacağız. Bunun çaresi, o mevzuu ona, bizim değil de bir başkasının anlatmasıdır. Böylece o hakkı kabul edeceği gibi, biz de vesile oluşumuzun sevabını aynen ona o hakikatleri anlatan kadar kazanmış olacağız.

Nasıl ki, imarete talep, Allah Resûlü tarafından hoş karşılanmadı[19]; öyle de, bir yerde konuşmaya talip olmak da hoş karşılanmamıştır. O daima bu gibi vazifeleri kendi inisiyatifini kullanarak lâyık ve ehil olanlara verirdi.

Bu itibarla, insanlara kim nüfuz edip herhangi bir meseleyi daha iyi anlatacaksa, herkes onun için konuşma zemini hazırlamalı ve diğerleri de dinleyenler arasında bulunmaktan rahatsızlık duymamalıdır.

Sekizincisi: Karşımıza bilmediğimiz meseleler çıktığında rahatlıkla bilmediğimizi itiraf etmeli ve "Bilmiyorum." diyebilmeliyiz.

İşte, yine Rehberimiz ve Efendimiz bu mevzuda da bize en güzel örnek durumundadır. Kendisine Yahudiler, ruh hakkında soru soruyorlar. Efendimiz böyle bir pozisyonda dahi bilmediği bir hususta sükût buyuruyor. Evet, peygamberliğine dair şüphe ve tereddüt hâsıl etmek isteyen bu hasımların, hasımca sualine dahi Efendimiz, henüz vahiy gelmediği için cevap vermiyor. Bir müddet sonra da "Ve yes'elûneke ani'r-ruh. Kuli'r-ruhu min emri rabbi"[20] âyeti nazil oluyor. Yani "Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir ve bu mevzuda size ilim adına az bir şey verilmiştir."[21]

Efendimiz'in evvel susup vahiy geldikten sonra bu âyeti tebliği, muhataplara karşı daha tesirli olmuş ve gerekli cevabı alarak seslerini kesmişlerdi. Burada bu âyeti tercihim, meseleye müşahhas bir misal getirmek içindi. Yoksa ruhu anlatmak için değil. Demek ki Allah Resûlü dahi her meseleye "Biliyorum." demiyor. Bu, bizler için ne büyük bir derstir.

Kendisine Cibril gelip kıyametin ne zaman kopacağını sorunca ne demiş ve nasıl cevap vermişti? "Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha fazla bir şey biliyor değildir."[22] Her sorulana cevap verme mecburiyetinde olmadığımızı anlatmak için bundan daha güzel bir misal bulunabilir mi?

İmam Ebû Yusuf Hazretleri'ne yüz soru sorulur, altmışına bilmiyorum cevabını verir. Derler, "Yâ İmam, biz sana maaş ödüyoruz, yüz sorudan altmışına bilmiyorum cevabını verdiniz; bu nasıl olur?" İmam cevap verir: "Siz bana bildiklerim karşısında maaş ödüyorsunuz. Eğer bilmediklerim karşısında bir şey ödemeniz gerekseydi bütün dünya yetmezdi." İmam Ebû Yusuf o gün fetva makamının zirvesinde "Kâdı'l-kudat" olarak bulunuyordu. İmam Malik sorulan otuz sorudan ancak üçüne cevap vermişti...

Bunlar ve bunlar gibi misaller gösteriyor ki, haysiyet ve şeref itibarıyla en devâsâ kametler bile her sorulan şeye cevap vermemişler. Hatta, "Bilmiyorum." bile diyebilmişler. Bizler de bilmediğimizi itiraf edelim ama işin arkasını da bırakmayalım. Muhatabımızı, o meseleleri bizden daha iyi bildiğini kabul ettiğimiz insanlara götürelim; öğrenelim, onlara da öğrenme zemini hazırlayalım.

Dokuzuncusu: İrşad ve tebliğ adamı civanmert olmalıdır. O, neyi var neyi yok hepsini davası uğrunda feda etmesini bilmelidir. Gönülleri fethetme yolunda, civanmertliğini bir burak edinmeli ve o yola öyle gitmelidir. Civanmertlik deyince hislerime hâkim olamam ve hemen büyük kadın Hatice-i Kübrâ'yı hatırlarım. Efendimiz'den çok erken doğmuş ve irtihali de çok erken olmuştu. Belki de bu erkenlik ona isminden geliyordu. Zira Hatice 'erken doğan' demektir. Kâinatın Efendisi'ni tanıdığında, Allah Resûlü'nün dünya adına hiçbir şeyi yoktu. Hz. Hatice ise zengin, soylu ve güzeldi. Buna rağmen o büyük firasetli kadın, Allah Resûlü'ndeki büyük mânâyı sezmiş ve O'na talip olmuştu.

Ticarî maksatla kervanlar teşkil ediyordu ve bu mevzuda söz sahibiydi. Allah Resûlü'nden çocukları oldu. Medine devrini idrak edemeden de rihlet edip gitti. Bu da bana inkisar veren hususlardan biridir. Bu durumu da hatırladıkça gözyaşlarımı tutamaz ve ağlarım.

Tam peygambere zevce olabilecek yaratılışta bu büyük kadın, hakikaten civanmertti. Allah Resûlü risalet emrini tebliğe başlayınca, sanki O'nun böyle bir vazife ile tavzif edileceğini daha önceden biliyormuş gibi hiç tereddüt etmeden O'nu tasdik etti. Sonra da bütün servetini Allah Resûlü'nün emrine verdi. O büyük serveti, hep Allah için sarf ediliyordu. Kâfirlerin Müslümanlara karşı başlattıkları boykot döneminde bu koca servetten hiçbir şey kalmamıştı. Öyle ki bazen, Allah Resûlü açlıktan bayılacak hâle gelir, fakat yiyecek bir şey bulamazdı. Zira, o esnada sofraya getirilecek bir kuru ekmekten dahi mahrum bulunuluyordu. Hz. Hatice Validemiz işte bu devrede yatağa düşüyor; hatta yoksulluktan tedavi çaresi dahi aranamıyor ve bir gariplik içinde uçup ötelere gidiyordu. Civanmertlikte son ufuk bitip tükenmedir ve işte Anamız, binlerce anayı uğruna feda edeceğimiz Anamız Hz. Hatice Validemiz, bu ufka herkesten önce ulaşmıştır.

Hz. Ebû Bekir, testinin içine koyduğu çakıl taşlarıyla babasını oyalıyor ve bütün altınlarını Allah için sarf ediyordu. Bundan dolayı halife olduğunda dahi, başkalarının koyunlarını sağarak geçinmek zorunda kalacak kadar fakir düşmüştü. Bir zamanlar Mekke'nin en zengin tüccarlarından olan Allah Resûlü'nün bu mağara arkadaşı, sıddîklerin serdarı, bir civanmertlik örneği ile her şeyini feda etmişti.[23]

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) Efendimiz, Medine'nin en fakiri ne ile geçiniyorsa o da onunla yani birkaç hurmayla geçiniyordu. Demek ki o da maddî imkânlar açısından tükenmişti.[24]

Her sahabi bu mevzuda âdeta birbiriyle yarışıyordu. İnandıkları dava uğruna, gösterdikleri civanmertlikle kalb ve gönüller fethediliyor ve her geçen gün iltihaklar çığ gibi büyüyordu. Zira onlar her mevzuda olduğu gibi bu mevzuda da derslerini Allah Resûlü'nden almışlardı. Bir gün müellefe-i kulûbdan birisi kavmine giderek şöyle demişti. "Ey kavmim derhal bu zâta teslim olun, çünkü O peygamberdir. Eğer peygamber olmasaydı bu kadar cömert olamaz ve rızık korkusundan endişeye kapılırdı. Hâlbuki O, kim ne isterse hemen veriyor!"[25]

Genç-ihtiyar her mübelliğ ve mürşid, bu kabîl yollarla gönüllere girmeye çalışmalı ve onları fethetmelidir. İnsan bu yolda bütün varlığını sarf ederek bir insanın gönlüne, Cenâb-ı Hakk'a imanı yerleştirebilse, çok şey kazanmış ama buna karşılık hiçbir şey kaybetmemiş sayılır.

Cennet'in kapısını cömertler açacaktır.[26] Dünyada o kapıya giden yolları da açın ki, yanımızda daha nicelerini o kapıya kadar götürmüş olasınız. Sizin bu davranışınızla cemiyet içinde size muhatap olanlar öyle bir seviyeye ulaşacaklardır ki, bir gün Kur'ân'ın hükümleriyle beşer karihasından çıkan şeyler arasında bir tercih yapılması bahis mevzuu olduğunda, o, Kur'ân'ı tercih ederek, Resûlullah'ı seçerek bütünüyle Allah'a râm olsun.

Evet, Cennet'e ilk defa âlimler, vaizler veya hocalar değil, hak ve hakikati neşir uğruna malını ve canını hak yolunda bezleden, esnaf, tüccar ve kazanç seviyesi ne olursa olsun, bütün cömertler, hakka dilbeste civanmertler girecektir. Evet onlar Rablerine, fâni olan şeyleri verecek ve bâkiyi kazanıp ebediyete ereceklerdir.

Onuncusu: Burada, biraz hususiyet arz eden bir noktaya da temas etmek istiyorum. 15-20 sene öncesinde bizim rüyalarda dahi görmemiz mümkün olmayan bir manzarayı bugün apaçık görmekteyiz ve bu da bizlere, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz lütfunun ifadesidir.

İslâm dünyasında bile, bir insana hak ve hakikati anlatabilmek için aylara ve haftalara ihtiyaç duyulduğu dönemi artık aşmış bulunuyoruz. Evet, ben ve emsalim öyle günler hatırlarız ki, namaz kılan bir üniversite talebesi duyup gördüğümüzde Hızır'la görüşmüş veya Cebrail'i görmüş kadar sevinir kendimizden geçerdik. İmanın neşvesine ermiş ruhlar, kendi gönül dünyalarını dolduran o nurlu mesajları sunabilmek için imandan nasipsiz birinin arkasında bazen aylarca koşar; koşar ama, hiçbir şey elde edemezlerdi. Hâlbuki bugün durum değişmiştir. Artık bu gibi meselelere sahip çıkanlar, fertler değil kitlelerdir. En mütemerrit insanların dahi yumuşadığı ve İslâmî meselelere olabilirlik ihtimaliyle baktığı bir devreyi idrak etmiş bulunuyoruz. Bu durumda bize düşen vazife, işin özünden ve ruhundan uzaklaşmamak kaydıyla yeni yeni metot ve yöntemler denemek ve değerlendirmek olmalıdır. Aksi hâlde devrini idrak edemediğinden bütün fonksiyonunu kaybeden insanların durumuna düşmemiz muhakkak ve mukadderdir. Böyle bir duruma düşmekten Allah'a sığınırız. Öyleyse günün gerektirdiği şekilde hizmet adına yeniliklere adapte olmak mecburiyetindeyiz. Uyumda ne kadar gecikirsek, mutlu yarınlarına ulaşmada da o kadar gecikmiş olacağımız asla unutulmamalıdır.

İşte bu hususî durumdan hareketle, umumî ve herkes için geçerli bir prensibe varabiliriz. İrşad ve tebliği kendine vazife edinenler, devrini idrak etmek ve irşadını bu temel üzerine oturtmak zorundadırlar. Başkalarının fezayı fethe açıldığı bir dönemde, insanları karanlık dehlizlere çekerek bir şeyler anlatmakla hiçbir yere varılamayacağı bedîhîdir.

On birincisi: Kitle ruh hâlinden istifade ile şuraya-buraya dağılmış yığınların asıllarına dönmelerini kolaylaştırıcı metot ve usûllerin tatbiki de irşad ve tebliğ adına çok mühim hususlardan biridir. Sizin senelerce anlattığınız hâlde bir türlü kabul ettiremediğiniz bazı hususların nazara arz edilmesi, bir kısım derinliklerin gözler önüne serilmesi, imanlı gönüllerin aşk ve heyecanının ruhlara duyurulması, ne büyük tesirler icra ettiği gösteriyor ki, sadece haber vermek, gözle göstermek kadar kat'iyen müessir değil. Öyleyse, çevremizde, İslâm adına olup bitenleri, hiçbir ayırıma tâbi tutmadan ve sınırlandırıcı ve dondurucu hizip anlayışından uzak bir hava içinde gezdirip göstermek, bazen muhatabımıza ve onun kuvve-i mâneviyesini takviye adına öyle tesirli olacaktır ki, o insan, senelerce yaşadığı boşluğu bir anda sıçrayarak geçecek ve sizinle omuz omuza bir çizgide yer tutacaktır. Bunu kitleler için de düşünebiliriz. Ve bugün bu müesseseler, dostun yüzünü güldürecek, düşmanı da deliye çevirecek seviyede sürekli yükselen bir grafiğe sahiptir. Bize bunları ihsan eden Rabbimize hamdolsun. Ve bu anlattıklarımızı da birer tahdis-i nimet olarak kabul buyursun! Âmin!

Tekeffül etmek: Üstlenmek, yüklenmek.
Âyât-ı tekvîniye: Kâinatta işleyen ilâhî kanunlar.
Kevn ü mekân: Kâinat, âlem.
Firaş: Yatak, döşek.
Rüşeym: Tohumcuk, cücük.
Arızî: Dış tesirle meydana gelen, sonradan olan.
İşmâm: Hissettirme, duyurma, koklatma.
Telmîh: Üstü kapalı, imâ yoluyla ifade etme.
Nurefşân: Etrafı aydınlatan, nur saçan.
Bast: İç rahatlığı, ferahlık, inşirah.
Serfiraz kılmak: Yüceltmek, üstün kılmak.
İrtihal: Bâki âleme göç, vefat.
Rihlet etmek: Göç etmek, vefat etmek.
Bezletmek: Bol bol vermek, cömertçe sarf etmek.
Dilbeste: Gönül vermiş, âşık.
Tahdis-i nimet: Şükür maksadı ile Hakk'ın nimetlerini ilân etmek.

[1] Zâriyât sûresi, 51/56.
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/22; Nebe sûresi, 78/6.
[3] Bkz.: Tâhâ sûresi, 20/53; Zühruf sûresi, 43/10-14.
[4] Bkz.: Enbiyâ sûresi, 21/32.
[5] Bkz.: Bakara sûresi, 2/22.
[6] Nursî, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, 1/725; 2/1670.
[7] Bkz.: İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 2/285.
[8] Bkz.: Buhârî, meğâzî 79; Müslim, tevbe 53.
[9] Bkz.: Muvatta, kader 3.
[10] Bkz.: Nursî, Berdiüzzaman Said, Mektûbat, 494 (Hakikat Çekirdekleri, 32. vecize).
[11] Bkz.: Buhârî, ilim 45; cihad 15; Müslim, imâre 149-151; Ebû Dâvûd, cihad 26.
[12] Bkz.: el-Hâkim, el-Müstedrek, 4/342; et-Taberanî, el-Mu'cemu'l-kebir, 8/140; ed-Dârekutnî, es-Sünen, 1/51.
[13] Meryem sûresi, 19/51.
[14] Bkz.: Buhârî, tefsiru süre 3; el-Hâkim, el-Müstedrek, 2/326.
[15] Bkz.: Nisâ sûresi, 4/125.
[16] Buhârî, enbiyâ 19; menakıp 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/96, 331.
[17] Buhârî, fezâilü's-sahabe 5; Ebû Dâvûd, edep 9.
[18] Bkz.: Zümer sûresi, 39/2, 11.
[19] Bkz.: Buhârî, ahkâm 5, 6; eymân 1; Müslim, imâre 13, 16, 17; Ebû Dâvûd, imâre 2; Tirmizî, nüzûr 5; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/173.
[20] İsrâ sûresi, 17/85.
[21] Buhârî, ilim 47; Müslim, sıfâtü'l-münafıkîn 32.
[22] Buhârî, iman 37; Müslim, iman 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, sünnet 16.
[23] Bkz.: et-Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 4/250-252.
[24] İbn Sa'd, et-Tabakat, 3/306-307; el-Mes'ûdî, Mürûcü'z-zeheb, 2/303.
[25] Müslim, fezâil 59; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/465; İbn Hacer, el-İsâbe, 2/187; Ali el-Müttakî, Kenzu'l-ummâl, 10/505; İbn Hişam, es-Sîretü'n-nebeviyye, 4/137.
[26] Bkz.: İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, 7/276; el-Münavî, Feyzu'l-kadir, 3/278.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.