Ecnebi Memleketlerinde Doğanların Durumları Ötede Nasıl Olacaktır?

Bu soru, öteden beri sorulagelen meselelerden biridir ve zannımca, diyalektik yapılmak istenmektedir. Yani "Biz, Allah'a ve O'nun Peygamberine inandığımızdan dolayı Cennet'e gireceğiz; ama İslâm dünyasına çok uzak memleketlerde, meselâ, Paris'te, Londra'da, Moskova'da doğan kimseler bizim sahip bulunduğumuz imkânlara sahip olamadıklarından erdiğimiz nura eremeyecekler ve dolayısıyla bütünüyle Cehennem'e mi girecekler?" sorusunda iki husus var:

Merhamet-i ilâhiyeden daha fazla merhamet gösterme; İslâm'a karşı sinsice bir tenkit...

Evvelâ, soruda belirtildiği ve çoklar tarafından zannedildiği gibi "Bize uzak diyarlarda bulunan kimseler, Cehennem'e girecekler." şeklinde umumî bir hüküm yok. Şöyle bir hüküm var: Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasını duymuş, davetini işitmiş, O'nun neşrettiği nura şahit olmuş kimseler, inatlarından bu işi kabul etmiyor ve kulaklarını kapıyorlarsa, evet bunlar Cehennem'e gireceklerdir. Burada Allah'ın merhametinden daha fazla merhamet ileri sürerek, başka türlü iddialarda bulunmak ukalâlıktan başka bir şey değildir. Evet, Cehennem'e gireceklerdir. Hem Kur'ân'a ve hadis-i şeriflere göre; sadece yabancı ülkelerde olanlar değil, Müslümanların yaşadığı memleketlerde de, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) davasını işitip O'na icabet etmeyenler, getirdiği esaslarda O'na başkaldırıp arkasından gitmeyenler de Cehennem'e girecek ve ebedî hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.

Rabbin sonsuz rahmetinden ümit ediyoruz ki, bizleri O'nun davetine icabet eden, arkasından koşan, herkesin O'nu terk ettiği dönemde O'na sahip çıkan kimselerden eylesin!..

Bu mevzu, öteden beri Kur'ân ve Sünnet'in meselelerini akıl, mantık, muhakeme, saf düşünce ve felsefe yoluyla ispat, teyit ve takviyeye çalışan kelâmcılar tarafından da ele alınmış ve enine boyuna tahlil edilmiş bir mevzudur. Evet, acaba, O'na icabet etmeyenler gibi, icabet etme fırsatını bulamayanlar da ehl-i Cehennem midir? Yoksa bu ikisi arasında bir fark var mıdır?

Günümüzün pek çok önemli meselelerinin yanında, şimdilik bu kabîl sorular üzerinde durulmalı mı, durulmamalı mı? Bu türlü soruların cevabını bulmak, uhrevî hayatımız adına bize ne kazandırır? Pratik hayatımız adına vaad ettiği şeyler nelerdir? Dev mezhep imamlarının, bu kadar titizlikle üzerinde durdukları bu mesele o kadar önemli ve hayatî bir mesele miydi ki, onu halletmek için bu kadar mesai sarf ettiler?...

Şimdi, bunlar ve bunlar gibi bir sürü soruyu da beraberinde getiren bu meseleyi önce, akaid imamlarının mütalâa ve görüşlerinin hulâsası içinde takdim etmeye çalışalım:

Akidede, iki önemli Ehl-i Sünnet akımından Eş'arîler derler ki: "Cenâb-ı Hakk'ın adını duymayan, O'na dair hiçbir tebliğe şahit olmayan kimse, nerede, nasıl yaşarsa yaşasın, ehl-i fetret, dolayısıyla da ehl-i necattır."

Sizler, Ümmet-i Muhammed olarak Efendimiz'e ait mesajları alıp, dünyanın karanlık iklimlerine götürmemiş iseniz, Eş'arî'ye göre o karanlıktaki kimseler ehl-i necattırlar ve kurtulmuşlardır. Cenâb-ı Hak, belli bir ölçüde onları mükâfatlandıracak ve Cennet'ten istifade ettirecektir...

Maturîdîlere gelince -ki bir noktada Mutezile'nin düşüncesi de aynıdır- derler ki: "Bir insan, aklıyla Yaratıcı'sını bulursa, adını unvanını bilsin bilmesin kurtulur. Ama aklıyla -mücerret olsun- Yaratıcı'yı bulamamışsa o kurtulamaz."

Aslında bu iki görüş aynı olmasa bile, birbirinden çok uzak da sayılmaz. Maturîdî'ye göre bir insan nerede olursa olsun, -dağda, bayırda, çölde şurada veya burada- güneşlerin doğup batmasından, ayların tulû ve gurubuna, yıldızların parıldamasından, zeminin nizam u intizam içindeki bin bir güzelliklerine, dağların mehip duruşlarından, tepelerin ünsiyetli esintilerine; koruların gürül gürül inleyen ikliminden otların-ağaçların ince ince salınmalarına, çiçeklerin cilve çakıp tebessüm etmelerine kadar her şey, O'ndan sırlı birer mesaj ve o Sultanlar Sultanı'nı anlatan beliğ birer lisandır. İşte, aklı başında bir insan, göz kamaştıran bu tablolar ve yürekleri hoplatan bu ses ve renk cümbüşü karşısında, her şeyin arkasındaki o gizli eli sezecek ve mutlaka bir Yaratıcı'nın olduğuna inanacaktır. O Yaratıcı'nın ad ve unvanlarını, O'nun kitap ve elçilerini bilmese de böyle birisi ehl-i necattır.

İşte bu itibarladır ki, başka memleketlerde yaşayan insanlar hakkında hemen ulu orta, "İnanmadı, öyle ise Cehennem'e gidecektir." demiyoruz, diyemeyiz de. Zira, mezhep imamlarının bu şekildeki nokta-i nazarı en azından sükut etmemizi gerektirmektedir...

İmam Eş'arî Hazretleri elde ettiği hükmü, "Biz Peygamber göndermedikçe (hiçbir millete) azap edecek değiliz."[1] gibi âyetlerden istinbat ediyordu. Evet, Allah Kur'ân'da: "Peygamber göndermeden azap etmeyeceğiz." diyordu. Öyle ise peygamber görmemiş, duymamış kimselere azap edilmese gerek.[2]

Maturîdî Hazretleri'ne göre akıl, "hüsün-kubuh" mevzuunda da üzerinde durulduğu gibi, önemli bir unsurdur ve bir ölçüde iyiyi kötüden ayırt edecek kapasitededir. İnsan, aklıy la bir kısım şeyleri birbirinden tefrik edebilir, bu güzel, bu da çirkin diyebilir. Vâkıa aklın, her şeyi sezip bilebileceğini iddia da yanlıştır... Onun içindir ki, Allah iyileri emretmiş, kötüleri de yasaklamış ve bu önemli işi her zaman yanılabilirliği müsellem olan akla havale etmemiştir. Vahiy ile bunları tanzim etmiş, aydınlatmış; peygamberleriyle vuzuha kavuşturmuş ve bir muzlim nokta bırakmamıştır. Maturîdîlere göre akıl, zinanın çirkinliğini sezebilir. Çünkü onda nesebin zayi olup karışması bahis mevzuu. Kimin malı kimin evlâdına kalacak? Şayet bir kadın iffetini koruyamıyorsa ve çocuklarının nesebi şüpheliyse, evet o zaman kimin malı kime kalacak? Öyleyse zinanın aklen çirkin olduğu söylenebilir. Hırsızlığın da aklen çirkin olduğu sezilebilir. Çünkü, başkasının kan-ter elde ettiği şeyleri onun elinden almak çirkindir. Aklen içkinin çirkinliği de sezilebilir. Çünkü insanın aklını izale ediyor. Nesiller üzerinde menfî tesiri sürüp gidiyor ve bir kısım hastalıklara da sebep oluyor... Daha bunlar gibi bir kısım şeylerin bir ölçüde aklîliği her zaman söylenebilir...[3]

İyi ve güzel şeyler hakkında da aynı durum bahis mevzuudur. Meselâ adalet, başkalarına iyilikte bulunma güzel şeylerdir ve bunlar aklen sezilebilir. Kur'ân ve Sünnet ise bu mevzuda emirler vermiş, aydınlatmış ve bizi yanlış anlamadan kurtarmıştır.

Bunun gibi Allah'a iman da güzel bir şeydir. Çünkü insan o sayede itminana ulaşır. Daha hayatta iken başı cennetlere erer ve ötelere ait güzellikleri burada yaşar. Aynı zamanda, imana ulaştıran yol da, akıl ve muhakeme ile sezilecek mahiyettedir. Nitekim çöldeki bir bedevi bile bunu hissetmiştir. Huzur-u Risaletpenâhî'ye gelmiş ve nasıl bir yolla Yüce Yaratıcı'ya ulaştığı sorulunca: "Bir yerde bir deve tersi, oradan bir devenin geçtiğine, ayak izleri de orada yüründüğüne delâlet eder. Şu sema burç burç âhenk içinde, bu yer, vadi vadi güzellikleriyle, bir Alîm ve Habîr olan Allah'a delâlet etmez mi?"[4] diyor. Demek ki bir deve çobanı dahi aklıyla her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan, her şeyi ilimle idare eden ve her şeyden haberdar olan bir Zât'ın varlığına intikal edebiliyor. Öyleyse imanda, aklîliği bütün bütün kulak ardı da edemeyiz.

İşte bu noktadan hareketle, Maturîdî "İnsan, aklıyla Yaratıcı'yı sezebilir." demiştir. Nitekim cahiliye döneminde ve fetret devrinde bu mesele, çok kimse tarafından hissedilmiştir. Meselâ, bunlardan biri Varaka İbn Nevfel'dir ki, büyük kadın Hatice-i Kübrâ Validemiz'in amcazadesidir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) ilk vahiy gelince, Cebrâil'i, arz ve sema arasında, bütün buudlarıyla, kanatlarıyla görmüş, irkilmiş, ürpermiş, koşa koşa evine gelmiş ve durumu Hatice Validemiz'e hikâye etmişti. O da Peygamberimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) alıp Varaka'ya götürmüştü.[5] İşte bu zat, daha Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlik gelmeden, Yüce Yaratıcı'nın varlığını sezmiş, putların hiçbir şey yaratamayacağını hissetmiş ve aklıyla Allah'ın var olduğuna inanmıştı...[6]

Bunlardan bir diğeri de Zeyd İbn Amr idi. Hazreti Ömer Efendimiz'in amcası... Yer yer putlara sırtını döner ve şöyle derdi: "Bunlara ibadet edilmez, bunların hepsi bâtıldır, bir Yaratıcı var ama, ben bilemiyorum kimdir?" Vefat ederken de Hazreti Ömer ve oğlu Hazreti Said de dahil, aile fertlerini topladı ve şöyle dedi: "Ben, Allah'ın bir dini olduğuna inanıyorum ki, onun gölgesi, emareleri başınızın üzerindedir." Efendimiz, peygamberliğini henüz ilân etmiş veya etmemiş; işte o dönemlerde "Ben o dinin gölgesinin başınızın üzerinde olduğunu hissediyorum. O din zuhur ettiği zaman, vakit fevt etmeden hemen dehalet ediniz." diyor, birçok şeyi aklı ve firasetiyle anlamış olduğunu gösteriyordu ki, bu da, "İnsanların elleriyle yapılan bu şeyler asla ilâh olamazlar." demekti. Dolayısıyla, insan eliyle dikilen bu put ve heykellerin hiçbiri, insanların ihtiyaçlarını karşılayamaz. Zira, aslında onlar insanlara muhtaç. Kendileri muhtaç olunca, başkalarının ihtiyaçlarına nasıl cevap verecekler ki?

Binaenaleyh böyle basit bir düşünce ile dahi, hemen herkes, gökleri ve yeri elinde tutan bir Zât'ı idrak edebilir. Zeyd ve Varaka, yakınlarının vicdanlarında birer çığlık olarak kalakalsınlar, Zaman ve Mekânın Efendisi ilk talihli dostlarını, hakikate erken uyanmış bu halkadan seçip, muhakeme ve aklın dizginlerini vahyin eline vererek sonsuzluğa yelken açıp yürüyecektir...

Şimdi yeniden dönüp soruyu tekrar edelim: İslâm diyarının dışında doğan kimseler hemen Cehennem'e mi gidecekler? Evet, Efendimiz'i (sallallâhu aleyhi ve sellem) duymuş, Kur'ân'ı işitmiş ve Peygamberimiz'in peygamberliğine şahit olmuş, ama bunların hakikatini araştıracağına inadına karşı çıkıp mücadele etmiş olanlar Cehennem'e girecekler. Fakat bu kadarcık olsun herhangi bir imkâna sahip olamamış, karanlıkta yetişmiş, karanlıkta kalmış, hep karanlık soluklamış, karanlık içinde yatmış-kalkmış kimselere gelince, ümit ederiz ki, Cenâb-ı Hakk'ın merhametinden istifade ederek muaheze görmesinler...

Müsaadenizle bizi alâkadar etmesi bakımından meselenin bir başka buudunu arz etmek istiyorum. İlk Müslümanlar, Müslümanlığı tam temsil edip, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mesajları dünyanın dört bir yanına götürüyor ve mâşerî vicdanı uyarıyorlardı. Bugün, onların menkıbelerinin gölgelerinde dahi, öyle büyük, öyle derin bir ruh hâleti sezilmektedir ki, insan onların hakikatlerini düşününce, götürdükleri mesajlara insanlığın lâkayt kalamayacağını hemen anlar. Bu, alabildiğine pervasız, alabildiğine fütursuz, gözünü budaktan esirgemeyen insanlar, çok kısa zamanda, dünyanın dört bir yanında öyle bir velvele meydana getirdiler ki, âdeta seslerini duymadık hiçbir yer kalmadı. Ve İslâm nuru en karanlık, en muzlim noktaları dahi aydınlattı. Evet, onlar çok hızlı, çok hareketli ve çok üst seviyede İslâm'ı temsil etti ve Kur'ân'ın mesajlarını, Sebt Boğazı'ndan Aral Gölü'ne, Anadolu kıyılarından Çin Seddi'ne kadar ulaştırdılar. Evet Hazreti Osman döneminde Müslümanlık buralara kadar gelip ulaşmış, Hazreti Muaviye döneminde Ukbe İbn Nâfiler vasıtasıyla Herkül burcuna gidip dayanmıştı.[7] Bütün Berberîler, bugünkü Fas, Tunus, Cezayir topyekün Mağrip memleketleri İslâm'ın vesâyâsı altına girmiş ve artık emri ondan alıyordu. Başlangıç itibarıyla hesap edilecek olursa henüz 30 sene olmamıştı. Bu 30 sene içinde dünyanın dört bir yanında şem'alar, meşaleler yaktı ve dünyaları aydınlattılar. Girdikleri yerlerde bihakkın İslâm'ı temsil etti, herkes tarafından sevilip sayıldı ve benimsendiler. Hem öylesine benimsendiler ki, artık Hıristiyan ve Yahudiler onları kendi dindaşlarına tercih ediyorlardı. Hazreti Ömer Mescid-i Aksa'ya giderken, Ebû Ubeyde Şam'a girerken sevgiyle karşılanıyordu. Hatta bir aralık Müslümanların Şam'dan çekilmeleri bahis mevzuu olunca, Hıristiyanlar, rahip ve ruhbanlarıyla kiliselere dolup Müslüman vesâyâsının devamı için dua ettiler. Ve Müslümanlara, "Gittiğiniz gibi inşâallah yine gelirsiniz. Cizye verir ve himayenizde oluruz." dediler.[8] İlk Müslümanların böyle şirin görünmesinden gürül gürül Müslümanlığa akın oluyordu. Aslında her birisi birer Ömer o mübarek topluluğu görenlerin, Müslüman olmaması da düşünülemezdi ya!... Gece, Hak huzurunda ibadet ü taat ve âh u enînlerle yürekler yakan, gündüz at üstünde elinde kılıç, kahramanlardan kahraman ve o "Ruhbânun fi'l-leyl ve fürsanun fi'n-nehâr" olan yiğitler, öyle gönüllere girmiş, herkes üzerinde öyle bir intiba bırakmışlardı ki, çok yakın bir gelecekte bütün cihan kapılarının onlara açılacağına muhakkak nazarıyla bakılıyordu.

Şimdilerde bizler, birer ada ve adacığa söz geçiremememize, elde ettiğimiz yerlerde dahi asayişi temin edemememize karşılık, onların emniyet, kiyaset, dirayet ve diyanetleri karşısında, onlara, kalelerin kapıları ardına kadar açılıyor ve fahrî hemşehrilikler, sembolik anahtarlar değil; hakikî reislik ve gerçek anahtarlar veriliyordu.

Bugünkü Suriye ve Filistin, Müslümanların eline geçince, orada bulunan ordu kumandanları Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını istemişlerdi. Vazifeli papaz: "Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını alacak zatın şemâilini biliyoruz ve bu anahtarları ondan başkasına vermemiz mümkün değildir." diyordu. Onlar aralarında konuşadursunlar, Hazreti Ömer çoktan yola çıkmış geliyordu bile... Ve kimsenin nasıl geldiğinden de haberi yoktu. Ama o, papazın bildiği gibi geliyordu. Hazineden bir deve almış onunla yola revan olmuştu. Taksi yok, araba yoktu ama, bir tane at olabilirdi. Ne var ki, o at da yoktu. Hizmetçisiyle beraber bir deveye münavebeten binerek geliyordu. Yaklaştıklarında kumandanlar, dua ettiler; inşâallah, Ürdün nehrini geçerken binme sırası Hazreti Ömer'e gelir. Zira, bu Bizans halkı, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey görmediği için, başımızdaki halifeyi böyle görürlerse; yani, paçalarını sıvamış, hizmetçisi devenin üzerinde ve kendi deveyi yediyor görürlerse ayıp olur. Haddizatında ayıp olan şey, adaletsizlik ve hakkaniyetsizlikti; Hazreti Ömer de bunu irtikâp etmemeye çalışıyordu. Onlar dua ededursunlar, Allah (celle celâluhu) en hayırlı olanı tahakkuk ettirmişti bile. Tam nehri geçecekleri zaman, devenin yularından tutma sırası Hazreti Ömer'e gelmişti. O, deveden indi yerine köle bindi ve Hazreti Ömer devenin yularından tuttu ırmağı öyle geçtiler!.. Devenin üstünde oraya gelinceye kadar, elbiseleri, semere sürtüne sürtüne yırtılmıştı. Oraya gelinceye kadar kim bilir kaç defa eline bir iğne, bir iplik aldı ve bir kenara oturdu, elbisesini yamadı... Üzerindeki elbisede o gün, 14 tane yama vardı. -Estağfirullah! Ona yama dememek, ona şeref işareti demek lâzım...- Bu durumu gören papaz: "Tamam, bizim kitaplarımızda yazılı olan bu zattır." diye bağırdı. Meğer büyüklerinin istihraçlarına göre seyahat boyu Hazreti Ömer'in yaptığı şeylerin hepsi biliniyormuş. Onun için Hazreti Ömer'i tanıma fırsatı bulan papaz: "Biz anahtarları ancak buna veririz." dedi.

Anahtarların ona verilmesi, Mescid-i Aksa'nın Müslümanlara teslim edilmesi gürül gürül Müslümanlığa iltihaklara vesile oldu.

Ben size, Hazreti Ömer gibi İslâm'ın şerefli bir kametiyle alâkalı vak'aları sıralayıp, his dünyanızı tehyiç etmeyi düşünmedim. Maksadım, dün olduğu gibi, acaba bugün de İslâm, kendi ulviyetine uygun temsil edilebiliyor mu? Onlar 20-25 sene içinde büyük ölçüde Afrika'yı, Taşkentleri, Semerkantları, Buhâraları... Buhârîleri, Müslimleri, Tirmizîleri, İbn Sinaları, Fârâbîleri, Birûnîleri yetiştiren mübarek bir dünyayı bir solukta, bir hamlede, bir nefhada elde etmiş; Kafkasya, Azerbaycan, Irak ve İran üzerinde hâkimiyet kurmuşlardı. Evet bir hamlede dünyanın dört bir bucağında "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" hakikatini temsil etmiş ve İslâm mesajını herkese duyurmuşlardı.

Bugün o uzak ülkeleri bırakın, biz doğru dürüst kendi dünyamıza dahi bir şey anlattığımızı söyleyemeyiz. Bizi dinleyen bir cemaat içinde bulunuyor, onları inandırmaya çalışıyoruz. Ama, bir türlü inanmıyorlar. Söylediğimiz sözler, buzdan duvarlara aksediyor gibi, soğuk soğuk gelip yüzümüze çarpıyor. Sözde anlatıyoruz ama, bir türlü ruhlarına giremiyoruz. Bunları, Rabbimizin sonsuz lütuflarına karşı küfran-ı nimet sadedinde arz etmiyorum; edemem de. İlk devrin insanlarıyla bizleri mukayese ederken, ashab-ı kiramla aramızdaki mesafeye dikkatlerinizi çekmek maksadıyla takdim ediyorum.

Üveyikler gibi kanatlanmış, küheylânlar gibi şahlanmış ve omuzladıkları ilâhî mesajı herkese, her yere duyurmak için dört bir yana dağılmışlardı; İran'a, Turan'a ve bütün bir dünyaya... Ukbe İbn Nâfi'ye de Afrika'nın fethi düşmüştü. Üst üste muvaffakiyetleriyle, Müslümanların yüzünün akı hâline gelen Ukbe, çekemeyenler tarafından gammazlanmış, devrin emîri tahrik edilmiş ve koluna bir zincir vurularak, İslâm'ı duyurma hareketinden alıkonmuştu. Bileklerinde zincir, beş senelik hicran döneminde en büyük hasreti, İslâm'ı anlatmadan alıkonması olmuştu. "Bir baştan bir başa Afrika'da Müslümanlığı neşretmek istiyorum, buna mâni oldular ve işte buna üzülüyorum." diyordu. Bir gün, İslâm'a çok büyük zararlarının yanında, Ukbe'nin kolundaki zinciri de çözüp, onu yeniden Afrika'ya vali tayin etmek suretiyle, en büyük iyiliği yapmış olan Yezid, seyyiatına denk bir hayır yapıp Ukbe'yi salıvermekle, tıkanan İslâm fütuhatı ve İslâmlaştırma hareketini yeniden başlattı; Ukbe de varıp bir solukta son noktaya ulaştı. Atını okyanusa sürüyor, denizin içine kadar giriyor ve "Allah'ım" diyor, "Bu zulmet denizi önüme çıkmasaydı, Senin yüce adını denizler aşırı dünyalara da götürecektim!..."[9] Dünyayı öyle biliyor. İhtimal ki, ona yeni bir dünyadan, Amerika'dan bahsedilseydi, "Oraya nasıl gidilir?" diye onu da düşünecekti...

Evet, bu insanların yaşadığı dönemde, Müslümanlık duyuruluyor ve herkese anlatılıyordu. Duyuramadıkları yerler adına da ızdıraplar çekiliyordu. Bize gelince, ne onu kendi değerleri ölçüsünde temsil edebildik, ne de yıldırım hızıyla dünyanın dört bir yanına götürebildik. Evet, onlar gibi, bu işi varlığımızın gayesi olarak bilemedik. Onun için şahsî işlerimizi terk edemedik. Onun için bir kerecik olsun evlerimizin yolunu unutmadık. Bu işe "Birinci iştir." deyip diğer işlerimize, sırasıyla "ikinci, üçüncü, dördüncü..." diyemedik. Vâkıa, biz de diyar-ı küfre gittik; gittik ama, mark getirmeye, dolar getirmeye, şilin getirmeye, frank getirmeye gittik. Allah'ın yüce adını götürmeye gitmedik. Binaenaleyh, onlara yüce hakikatleri duyuramadık. Bugün onlar bizim gayretsizliğimizden, bizim aczimizden, bizim beceriksizliğimizden, dalâlet, küfür ve küfranlarını yaşıyorlarsa, herhâlde bir soru onlara, bir soru da bize sorulacaktır.

Dün bir arkadaşımızın mârifetiyle oralarda verilen bir konferansı seyretme imkânına sahip oldum. Konferans Almanca veriliyordu ve ben hiçbir kelime anlayamıyordum. Fakat, tablo ve manzara bana çok şey ifade ediyordu. Çok kısa zaman önce Berlin'de bir mezarın başında ayaklarımın bağı çözülmüş ve: "Kurban olayım Allah'ım, Senin mübarek namını buralara ve buradakilere duyuramadık." deyip inlemiştim. Şimdi, bu kasedi seyrederken, kendi kendime neler hissettim neler! Hollanda'da bir kilisede, bir Müslüman genç konferans veriyor ve kilisenin papazı da oturmuş onu dinliyor. Müslüman olmuş, başı kapalı Hollandalı kadınlar ve iştiyakla İslâm'ı öğrenmek isteyen daha başka kadınlar.. sorular soruluyor, cevaplar veriliyor... Şimdi, burada onları dile getirmekten âciz bulunuyorum. Ancak, bütün bunlar birer cılız ses ve deneme mahiyetinde amatörce şeylerden ibaret... Bu türlü gayretler, dine ve millete hizmet yolunda bulunmak sayılsa da, hizmetin kendisi olmadığı muhakkak.

Biz, bugün henüz bu büyük sarayın sofasında dolaşıp durmaktayız. Çok büyük şeyler yaptığımız söylenemez. Ve işte bundan dolayı da çok kimseler hâlâ dalâletlerini yaşamaktadırlar. Zaman zaman oralara din, diyanet adına gittiğimiz de oldu; ama, kısır çekişmelerden kendimizi kurtaramadık. Ve hâlâ kat'iyen, bir Hazreti Ömer seviyesinde, Ukbe İbn Nâfi seviyesinde, Ebû Ubeyde seviyesinde, Ahnef İbn Kays seviyesinde, Mugîre İbn Şu'be seviyesinde, Ka'kâ seviyesinde bu meseleyi temsil edemedik. Kim bilir onların celâdeti, civanmertliği, insanlığı, inancı, azmi ve kararlılığı karşısında hasımlarının yüreği kaç defa hopluyordu ve onları gören gözler kaç defa iman etmeye karar verdiler?.. Onların bu mevzudaki gayretlerine, çok azı müstesna, bugün bağrında Müslümanları barındıran ülkelerin, o ilk kudsîler tarafından fethedilmesi şahit olarak yeter!..

İşte meseleyi bu zaviyeden ele alınca, o zaman Paris'te, Londra'da, New York'ta yaşayanlara biraz daha müsamahalı bakacak hatta belki dizinizi dövecek ve elinizi vicdanınıza götürerek, "Bizlere yazıklar olsun! Diyemedik, duyuramadık ve karanlıkları yararak bunları ak günlere çıkaramadık." diyeceksiniz.

Burada meşhur vaizlerimizden Necmeddin Nursaçan Hoca'nın hikâye ettiği yaşanmış bir vak'ayı aklımda kalanlarıyla nakletmek istiyorum: Bizim işçilerden birisi, Avrupa'da bir evde misafir olarak kalıyor. Beraber oturuyor, beraber kalkıyor, belki beraber yiyor ve beraber içiyorlar. Sonra o işine gidiyor, onlar da kendi işlerine.. ama; Müslüman, dinî duygu ve dinî düşüncelerini yaşama ve anlatmada kusur etmiyor. Gel zaman, git zaman hane sahibi Müslüman oluyor ve tıpkı Âmir İbn Tufeyl gibi, o Müslüman olunca, hanımı "Efendi şimdiye kadar hep beraberdik yine beraber olalım. Sırat'ta beraber, Cennet'te beraber. Şayet, Müslümanlık insanı ötelere ulaştıran bir şey ise, sen gideceksin de ben niye kalacağım." diyor ve "Lâ ilâhe illallah" cümlesiyle o da kanatlanıyor. Derken, cıvıl cıvıl çocuklar ve bütün aile fertleri tekmil Müslüman oluyorlar.

İslâmiyet'le tanıştıktan sonra, evleri birdenbire Cennet köşelerinden bir köşe hâline geliyor. Aradan bir zaman geçtikten sonra, bir gün ev sahibi, mürşidine, hepimizi şaşırtacak şu sözleri söylüyor: "Vallahi bazen sevinç ve inşirahımdan seni bağrıma basıp her tarafından öpesim geliyor. Fakat, bazen de öyle öfkeleniyorum ki, yakandan tutup hırpalamak, tokatlamak, dövmek geliyor içimden. Zira, sen bizim evimize geldin, şeref misafiri oldun, seni Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) takip etti. Evet, sen gelince Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) de geldi, Kur'ân da geldi, Allah'a iman da geldi. Ve sayende evimiz bir Cennet köşesi oldu. Ama benim bir babam vardı. Saf, temiz bir insandı. Sen gelmeden az önce Hıristiyan olarak vefat etmişti. Niye daha önce gelip ona da anlatmadın?"

Bence bu feryat, bu çığlık, bu sarsma ve ırgalama, ışığa muhtaç bütün insanların Müslümanlara karşı siteminin bir ifadesidir. Biz gidemedik. İslâm'ı götüremedik. Hatta, bulunduğumuz yerlerde dahi dûn-himmet olarak davrandık; onu çevremize götüremedik. İslâm'ı yaşayamadık, anlatamadık ve onu muhtaç gönüllere duyuramadık.

Müsaadenizle bir başka hususa da temas etmek istiyorum. Bizi Müslümanlıktan uzaklaştıranlar, -onların ifadesiyle arz edeyim- bu millete sürekli Batı uygarlığı seviyesinde bir hayat tarzı vaad ettiler. Aradan bir asra yakın, hatta bir yönüyle 150 sene gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, hâlâ Batı kapısında dilencilik yapıyoruz. Değişen hiçbir şey yok. Bir çuvaldız boyu yol alındığı dahi söylenemez. O gün bugün de Batı bizleri hep kapıkulu ve halâyıkı gibi gördü. Üç-beş kuruş için yurdunu yuvasını terk eden kapıkulları... Şimdi ben size bir şey soracağım: "Hıristiyan ve Yahudiler Müslüman olmuyor ve elimizdeki bu güzel prensipleri kabul etmiyorlar. Bunun neden böyle olduğunu hiç düşündünüz mü? Sebep gayet basit; birisi böyle güzel prensiplerle size gelse ve mesajların en güzelini getirse, hatta göklerin kapılarını açsa, cennetlere giden yolu gösterse; ama bu zat sizin kapıkulunuz olsa, sizin hizmetlerinizi görse, küçük gördüğünüz işlerde çalışsa siz bunun dinine girmeyi düşünür müsünüz?.. Herhâlde, kapıkulunuzun arkasından gitmeyecek hizmetçinize tâbi ve dilencinize dilenci olmayacaksınız!.."

Bugün âlem-i İslâm denen bu dünya, beklendiği şekilde derlenip toparlanamamış, kendine gelememiş; İslâm'ı, hayatıyla gösterememiş, temsil edememiş ve hâlâ Batı kapısında dilencilik yapmaktadır. Sen, dünkü kapıkullarının karşısında böyle elli defa nakavt olur, elli defa onların eşiklerine yüz sürer ve onların karşısında tir tir titrersen, Batılının seni dinlemesi, mesajlarına kulak vermesi kat'iyen düşünülemez. Binaenaleyh, tıpkı seleflerimiz gibi izzetli ve şahsiyetli insanlar olarak çok üst seviyede İslâm'ı temsil edip onun temsilcileri hüviyetiyle Batı kapılarını çaldığımız zaman, bizi dinleyecek ve kabul edeceklerdir. "Dilencilerinin dinini kabul etmek istemiyor, kapılarında amele ve işçi olarak çalıştırdıkları kimselere kulak vermek istemiyorlarsa bir bakıma haklıdırlar." diyemeyeceğim ama, kendilerini mazur görebilir ve ihtimal ki, ötede, bir soru onlara sorulduğu takdirde, bir soru da, İslâm'ı temsil ediyor gibi görünüp de yüzüne gözüne bulaştıranlara sorulacaktır.

Bence, mesele evvelâ bu zaviyeden ele alınmalı, bize ve onlara ait mesuliyetler müşterek olarak mütalâa edilmeli, hükümler de adalet ve istikamet dairesi içinde verilmelidir. Yoksa bir kısım muvazenesiz kimselerin, dış ülkelerde yaşayan herkesi Cehennem'e doldurup, kapısına bekçi gibi dikilmesi gibi bir anlayıştan biz fersah fersah uzağız. Keza, Müslümanlık adına ortaya çıkıp yarım yamalak mesajlarını sunar sunmaz, âlemin koşup onları takip edeceklerini bekleme hayalperestliklerinden de fersah fersah uzak bulunuyoruz.

Ama inanıyoruz ki, bir gün dünya muvazenesinde bir değişiklik olacak. Orta kuşağın inci mercan dünyası Türkiye ve Mısır gibi ülkeler, Orta Asya'daki Türkî milletler derlenip toparlanacak. Bu mübarek coğrafya, şahsiyetli ve yaşatma zevkiyle yaşama arzularından sıyrılabilmiş, tertemiz ve hasbî ruhlar sayesinde yeniden dünya muvazenesindeki yerini alacak... İşte o zaman cihanın doğusu da, batısı da bizi dinleyecektir.

Bu olmayacak diye bir şey yok. Olacaktır, hatta olmaya başlamıştır da. Bugün Batının fikir adamları, Müslümanlığın çarpıcılığı, tazeliği karşısında büyülenmiş gibidir. Ve bu bakış çok ciddî değişikliklere sebep olacak gibi görünmektedir. Çok yakın bir gelecekte, içtimaî coğrafyada ciddî değişikliklerin olacağını uzak görmemek lâzım. Evet, insanlığın düşünce dünyasında bir kısım değişiklikler olacaktır. Ancak, bunu, şahsiyetli, özüyle bütünleşmiş insanlar yapacaktır; kendi işinin altında kalıp ezilmiş, bu türlü meseleleri, bulacağı boş vakitlere bırakmış, tutarsız, yetersiz insanlar değil...

Bir başka zaman arz ettiğim gibi, başlarını mezardan kaldırıp, mezar taşlarının arasından size bakanlar, "İşte bunlar onlardır." dedikleri zaman, siz hak ve hakikati lâyıkıyla temsil ediyorsunuz ve işiniz tamam; bâtılın, demagojinin ve muğalatanın da işi bitmiş demektir. Evet, işte o zaman dünyaya kendinizi ifade edebilirsiniz.

Diyanet: Dindarlık.
Dûn-himmet: Gayretsiz, himmetsiz.
Huzur-u Risaletpenâhî: Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuru, meclisi.
Hüsün-kubuh: İyilik-kötülük.
Kiyaset-dirayet: İncelikleri kavrama, kuvvetli zekâ. Beceriklilik. İrtikâp etme: Kötü bir fiilde bulunma, yanlış bir şey yapma. Mâşerî vicdan: Kamuoyu.
Mehip: Heybetli, ihtişamlı.
Muaheze: Hesaba çekilme, sorgulanma.
Münavebeten: Sırayla, nöbetleşerek.

[1] İsrâ sûresi, 17/15.
[2] el-Eş'arî, Makâlâtü'l-İslâmiyyîn, s. 127; Fahru'l-İslâm el-Pezdevî, el-Usûl, 4/ 1350-1351; el-İsferâyinî, et-Tebsîr fi'd-dîn, s. 170-171; Abdulkâhir el-Bağdâdî, Usûlü'ddin, s. 24-25; en-Nesefî, Bahru'l-kelâm, s. 8; Tâcuddin es-Subkî, Cem'u'l-cevâmi', 1/61-63; es-Suyûtî, Mesâliku'l-hünefâ fî vâlideyi'l-Mustafa, s. 1-2, 12-13, 16-18.
[3] Pezdevî, Usûlü'd-dîn, s. 207; Fahru'l-İslâm el-Pezdevî, el-Usûl, 4/1349-1350; Nesefî, Tebsiretü'l-edille, 1/453-457; İbnü'l-Hümâm, el-Müsâyere, s. 165-166; Beyâzîzâde, İşârâtü'l-merâm, s. 74-82.
[4] el-Âlûsî, Ruhu'l-meânî, 26/62; İbn Kayyim el-Cevzî, Zâdul-mesîr, 1/362.
[5] Buhârî, bed'ü'l-vahy 3; ta'bir 1; Müslim, iman 252; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/312; 4/198; 6/ 223, 233.
[6] İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-azim, 1/115.
[7] İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-tarih, 4/106, 562.
[8] Şiblî Nu'manî (terc: Talip Yaşar Alp), Bütün Yönleriyle Hz Ömer ve Devlet İdaresi, 1/212-214; T.W., Arnold, İntişar-ı İslâm Tarihi, s. 95-98.
[9] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, 4/106.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.