Kur'ân, Peygamberimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Beyanı Olamaz mı? Değilse Nasıl İspat Edilir?

Kur'ân-ı Kerim'in, Efendimiz veya başka biri tarafından tertip edildiği iddiası, birkaç gözü dönmüş cahiliye insanıyla, günümüzün, Kur'ân düşmanı bazı müsteşrikleri tarafından sık sık ortaya atılan bir mevzudur ve bununla bilgisiz, görgüsüz kimselerin zihinlerinin bulandırılması hedeflenmektedir. Kanaatimce, dünün müşrikleri gibi, bugünün müşrikleri de, bu mevzuda düşünmeden, garazlı davranıyor ve garazlı konuşuyorlar. Zira Kur'ân, kim tarafından olursa olsun, insafla ele alındığı zaman bir beşere mâl edilemeyecek kadar muallâ ve ilâhî olduğu anlaşılacaktır.

Şimdi bu ciddî mevzuun derinlemesine tahlilini dev adamların devâsâ kitaplarına havale edip sadece birkaç ana başlığı hatırlatacağız:

1. Bir kere Kur'ân'ın üslûbuyla hadislerin üslûbu birbirlerinden o kadar farklıdır ki; Araplar, Efendimiz'in Kur'ân dışı beyanlarını, kendi muhavere ve konuşma tarzlarına uygun buluyorlardı ama, Kur'ân karşısında hayret ve hayranlıktan kendilerini alamıyorlardı.

2. Hadisleri okurken, arkasında düşünen, konuşan, Allah haşyetiyle iki büklüm olan bir insan imajı sezilir. Oysaki, Kur'ân'ın sesinde yüksek bir celâdet, heybetli bir eda ve cebbar bir şive hissedilir. Bir insan beyanında, birbirinden öyle çok farklı iki üslûbu birden tasavvur etmek ne mâkuldür ne de mümkün.

3. Mektep-medrese görmemiş ümmî bir insanın -O Ümmî'ye ruhlar feda olsun!- eksiksiz, kusursuz; ferdî, ailevî, içtimaî, iktisadî ve hukukî bir sistem getirip vaz'etmesi, her şeyden evvel düşünce ve aklın bedahetine terstir. Hele bu sistem, asırlar boyu, dost-düşman bir sürü millet tarafından tatbik edilecek kadar harika ve bugüne kadar tazeliğini korumuşsa.

4. Kur'ân'da varlık, hayat ve bunlarla alâkalı ibadet, hukuk ve iktisat gibi mevzular birbiriyle öyle dengeli ve yerli yerince ele alınmıştır ki; bunları görmezden gelerek onu beşer kelâmı farz etmek, bir bakıma onun Mübelliği'ni beşer kabul etmemek demektir. Zira, yukarıdaki meselelerin bir teki bile, süreklilik ve zaman üstü olma gibi hususiyetleriyle, en büyük dâhilerin dahi altından kalkamayacağı ağır meselelerdir. Böyle, yüzlerce meselesinden her biri, birkaç dâhinin üstesinden gelemeyeceği zengin muhtevalı bir kitabı, mektep-medrese görmemiş bir Ümmî'ye isnat etmek mücerret bir iddiadır.

5. Kur'ân, geçmişe-geleceğe dair verdiği haberler itibarıyla da harikadır ve kat'iyen beşer kelâmı olamaz. Bugün, yeni yeni keşiflerle ortaya çıkarılan, geçmiş kavimlerin yaşayış tarzları, iyi veya kötü akıbetleri, kelimesi kelimesine asırlarca evvel Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi çıkmıştır. İşte, Hazreti Salih, Hazreti Lut ve Hazreti Musa gibi peygamberler, işte onların kavimleri ve işte her biri başlı başına birer ibret meşheri olan meskenleri..!

Kur'ân'ın, geçmişe dair verdiği haberlerin kat'iyet ve doğruluğu kadar, geleceğe ait ihbaratı da o ölçüde önemli ve başlı başına bir mucizedir. Meselâ senelerce evvel Mekke'nin fethedileceğini ve Kâbe'ye emniyet içinde girileceğini "Allah dilediğinde, güven içinde başlarınızı tıraş ederek ve saçlarınızı kısaltarak korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih sûresi, 48/27) âyetiyle haber verdiği gibi, İslâm'ın bütün bâtıl sistemlere galebe çalacağını da "O, Resûlünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki bütün dinlere galebe çalsın. Şahit olarak Allah yeter." (Fetih sûresi, 48/28) beyanıyla ilân etti. Keza, o gün Romalılar karşısında savaş galibi görünen Sasâniler'in yenileceğini ve aynı zamanda, Bedir galibiyetiyle Müslümanların da sevineceğini "Rum yenildi (bölgenize) en yakın bir yerde. Onlar bu mağlubiyetten sonra (yeniden) galebe çalacaklar. Birkaç yıl içinde. Bundan önce de sonra da iş Allah'a aittir. O gün mü'minler de sevinirler." (Rum sûresi, 33/2-4) müjdesiyle duyurmuştu; vakti gelince Kur'ân'ın haber verdiği gibi çıktı. Bunun gibi, "Ey Resûl, Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni (insanlardan gelen kötülüklerden) koruyacaktır." (Mâide sûresi, 33/67) âyetiyle de, en yakınındaki amcasından, düşman millet ve düşman devletlere kadar çevresi düşmanlıklarla sarılı olduğu hâlde, hayatını emniyet içinde geçireceği vaad olunmuştu ve öyle de oldu.

Değişik ilim dallarının inkişafıyla, âfâk ve enfüsün yani insan mahiyeti ve mekânların didik didik edileceğini, ilmî buluş ve tespitlerin, yeni yeni keşiflerin insanoğlunu inanmaya zorlayacağını "Biz onlara, ufuklarda ve kendi nefislerinde mucizelerimizi göstereceğiz ki, onun (Kur'ân ve Kur'ân'ın getirdikleri) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?" (Fussilet sûresi, 41/53) mucizevî beyanıyla ifade etmişti ki, günümüzde süratle o noktaya doğru gidilmektedir.

Ayrıca, Kur'ân, nazil olduğu günden bu yana "De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka verseler de." (İsrâ sûresi, 17/88) deyip, hasımlarının damarlarına dokundurduğu hâlde, bir iki küçük hezeyanın dışında, kimsenin ona nazîre yapmaya teşebbüs etmemesi ve edememesi, onun verdiği haberi doğrulamakta ve mucize olduğunu ilân etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim'in nazil olduğu ilk yıllarda, Müslümanlar az, zayıf, iktidarsız ve geleceğe ait hiçbir düşünceleri yoktu. Ne bir devlet, ne dünya hâkimiyeti ne de yeryüzündeki sistemleri altüst edecek dinamikleri hâvi yeni dinin güç kaynağı adına hiçbir şey bilmiyorlardı. Oysaki Kur'ân "Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaad etti ki; onlardan öncekilerini nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini sağlama bağlayacak ve korkularının ardından da onları güvene erdirecektir." (Nur sûresi, 24/55) âyetiyle onlara, bu yüksek hedefleri gösteriyor ve cihanın hâkimi olacakları müjdesini veriyordu.

Daha bunlar gibi, Müslümanlığın ve Müslümanların geleceği, zafer ve hezimetleri, terakki ve tedennileriyle alâkalı pek çok âyetler var ki, hepsini burada zikretmemiz mümkün değil.

Kur'ân-ı Kerim'in gelecekle alâkalı verdiği haberlerin büyük bir bölümünü, değişik ilim dallarının varacakları nihaî hudutlarla ilgili olan âyetler teşkil eder. İlmî tespitlerle alâkalı, kısa fezlekeler hâlinde, Kur'ân'ın verdiği haberler o kadar hari ka ve o kadar erişilmezdir ki, onun bu mevzudaki beyanlarını kulak ardı etmek mümkün olmayacağı gibi, bu mevzudaki beyanlarıyla ona beşer kelâmı demek de mümkün değildir.

Yüzlerce âyetin sarahat, delâlet ve işaret yoluyla ifade ettikleri harikalara dair pek çok eser yazıldığından, bu meselenin tafsilâtını o eserlere havale ederek, misal teşkil edecek birkaç âyetin işaret ve delâlet ettikleri hususları kaydedip geçeceğiz.

1. Kâinatın Yaratılışı

Kâinatın yaratılışıyla alâkalı olarak "İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik bir durumdayken, onları birbirinden ayırdığımızı, sonra da bütün canlıları sudan yarattığımızı görüp düşünmüyorlar mı? Hâlâ iman etmeyecekler mi?" (Enbiyâ sûresi, 21/30) âyetinin anlattığı yüksek hakikat, teferruatına dair farklı mütalâalar ileri sürülse bile, ilk hilkatle alâkalı değişmeyen en sabit bir prensiptir. Âyette anlatılan, bitişik olma ve ayrılma, ister gazlardan müteşekkil kitlenin, nebülözlere ayrılması, ister Güneş sistemi gibi sistemlere bölünüp şekillenmesi ve manzumelerin ortaya çıkması, isterse bir sehâbiye ve bir dumanın bölünüp, parçalanıp, zapturapt altına alınması şeklinde olsun netice değişmez. Âyet, kullandığı malzeme ve seçtiği üslûp itibarıyla, ilmî araştırmalar için hep bir ışık kaynağı olmuş, bütün faraziye ve nazariyelerin eskiyip atılmasına karşılık o, tazeliğini korumuş, bugünlere gelmiş ulaşmış ve yarınlara hâkim olmaya da namzet görünmektedir.

2. Astronomi

Kur'ân-ı Kerim'de astronomiye esas teşkil edecek o kadar çok âyet vardır ki, bunların bir araya getirilerek teker teker tahlil edilmeleri, ciltler ister. Biz bir iki âyetin işaretiyle iktifa edeceğiz. "Allah o Zât'tır ki, gökleri, görebildiğiniz bir direk olmaksızın yükseltti; sonra da iradesini (tekvin) arşına yöneltti. Güneş'i ve Ay'ı hizmet etmeleri için sizin emrinize verdi. Artık hepsi belli bir süreyle kayıtlı olarak akıp gitmektedir." (Ra'd sûresi, 13/2) Âyet, göklerin yükseltilmesini, genişleyip büyümesini hatırlattığı gibi, her şeyin nizam içinde baş başa, omuz omuza olmasını da (bilebileceğimiz cinsten bir direk olmaksızın) sözüyle ifade etmektedir. Evet, kubbe-i âsumânı tutup, dağılmasına meydan vermeyen görebileceğimiz cinsten bir direk yok ama, yine de bütün bütün direksiz değil. Zira, kütlelerin dağılmaması ve gelip birbirine çarpmaması için, görülsün görülmesin mevcut nizama esas teşkil edebilecek kanun, kaide, prensip mânâsında böyle bir direğin vücudu zarurîdir.

Kur'ân bu ifadesiyle bizlere, kütleler arası ilelmerkez (merkezçek) anilmerkez (merkezkaç) prensibini düşündürmektedir ki, bunun Newton'un "çekim kanunu"na veya Einstein'in "hayyiz"ine uyup uymaması bir şey ifade etmez.

Hele âyetin, Güneş ve Ay'ın akıp gittiğini ifade etmesi çok enteresandır ve üzerinde durulmaya değer. Rahmân sûresinde "Güneş ve Ay'ın hareketleri tamamen bir hesaba bağlıdır." (Rahmân sûresi, 55/5), Enbiyâ sûresinde "Geceyi, gündüzü, Güneş'i, Ay'ı yaratan O'dur. Bunların her biri bir yörüngede yüzmektedirler." (Enbiyâ sûresi, 21/33); Yâsîn sûresinde "Güneş kendine mahsus yörüngede akıp gitmektedir." denildikten sonra "Bunların her biri belli bir yörüngede döner dururlar."(Yâsîn sûresi, 36/38-40) buyrularak, Güneş, Ay ve sair gezegenlerin bir nizama göre yaratıldıkları, bir âhengi temsil ettikleri ve riyazî bir gerçeğe dayalı bulundukları apaçık dile getirilmektedir.

Yerin Yuvarlaklığı

"Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne doluyor." (Zümer sûresi, 39/5) âyeti, kullandığı malzeme itibarıyla, gece ve gündüzün birbirini takip etmesini, sarığın başa sarılması gibi, ışık ve karanlığın, yerkürenin başına "sarık gibi dolanması" sözüyle anlatıyor. Bir diğer âyette ise "Arkasından da yeryüzünü mücessem kat'ı nâkıs (yani yerküreyi elips şeklinde) söbüleştirdi." (Nâziât sûresi, 79/30) diyerek müşahidlere peygamberlik buudunda varılmış en nihaî noktayı göstermektedir.

Mekân Genişlemesi

"Semayı biz kendi elimizle kurduk ve sürekli genişletmekteyiz." (Zâriyât sûresi, 51/47) Bu genişleme ister Einstein'ın anladığı mânâda, ister Edwin Hubble'in Güneş Sisteminin dahil olduğu galaksiden, nebülözlerin uzaklaşması şeklinde olsun fark etmez. Önemli olan Kur'ân'ın, ana temaya parmak basıp, tecrübî ilimlerin çok önünde zirveleri tutup onlara ışık neşretmesidir.

3. Meteoroloji

Hava akımları, bulutların kesafet kazanması, havanın elektriklenmesi, şimşeklerin çakması ve yıldırımların meydana gelmesi Kur'ân-ı Kerim'de, yer yer ilâhî nimetleri hatırlatma ve yer yer de insanları tehdit etme sadedinde çokça zikredilen hususlardan biri. Meselâ, "Baksana, Allah bulutları sürüyor, sonra toparlayıp birleştiriyor, sonra da üst üste yığıyor... Bir de bakıyorsun bunun arkasından yağmur ortaya çıkıyor. Doluyu da yukarıda dağlar gibi olanlardan indiriyor; onunla dilediğini vuruyor, dilediğinden de onu öteye çeviriyor." (Nur sûresi, 24/43) Her yerde olduğu gibi, burada da Kur'ân yağmur vak'asının nihaî durumunu ihtar ederek, fezayı velveleye veren, bulut, yağmur, şimşek ve yıldırımlar gibi ürperten, haşyet veren hâdiselerin arkasındaki in'am-perver eli göstermek ve ruhları ona karşı uyanık olmaya çağırmakta, aynı anda, belli disiplinlere bağlı olarak yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini ve sonra da yeryüzüne inmelerini öyle garip bir biçimde anlatmaktadır ki; böyle bir anlatış tarzından hemen herkes, bugün bilinene ters düşmeyecek şekilde yağmur ve dolunun meydana geliş keyfiyetlerini anlar ve Kur'ân'ın beyanına hayranlık duyar.

Kur'ân, iki ayrı çeşit elektriğin birbirini çekmesi, aynı cinsten elektrik yükünün birbirini itmesi, rüzgârların devreye girerek birbirini iten bu bulutları birleştirmesi, yerden yukarıya yükselen pozitif yüklü akımların fezadaki mevcut elektrikle birleşmesi neticesinde elektriklenmenin meydana gelmesi ve bu noktada buharın su damlaları hâlinde yere inmesi gibi teferruatla meşgul olmaz. O, ana vak'a ve asıl tema üzerinde durur; teferruata ait diğer meselelerin izah ve isimlendirilmelerini zamanın tefsirine bırakır.

Hicr sûresindeki "Aşılayıcı rüzgârları gönderip onunla gökyü zünden su indirip size takdim ettik. (Yoksa) siz o suyu depo edemezdiniz." (Hicr sûresi, 15/22) âyeti, bu hususa ayrı bir buud ilâve ederek ağaçların ve çiçeklerin aşılanmasında rüzgârların fonksiyonuna dikkati çektiği gibi, onların bilhassa, bulutları aşılama vazifesini de ihtar etmektedir. Oysaki, Kur'ân nazil olduğu zaman, ne otun, ağacın, çiçeğin ne de bulutların aşılanma ihtiyaçları bilinmediği gibi, rüzgârların çelik-çavak bu önemli vazifeyi gördüklerinden de hiç kimse haberdar değildi...

4. Fizik

Varlığın ana unsuru madde ve onun çift ve tek olma gibi hususiyetleri de Kur'ân-ı Kerim'in ele alıp anlattığı mevzulardandır.

Meselâ, Zâriyât sûresinde "İyice düşünesiniz diye biz her şeyi çift olarak yarattık." (Zâriyât sûresi, 51/49) fehvasınca her şeyin çift olarak yaratıldığı ve Kur'ân'ın kullandığı malzeme itibarıyla, bunun önemli bir esas ve âlemşümul bir prensip olduğu anlaşılmakta. Şuarâ sûresindeki âyette ise "Yeryüzüne bakmıyorlar mı? Biz onda nice iç açıcı çiftler yaratıp yetiştirdik." (Şuarâ sûresi, 26/7) denilerek, her sene gözümüzün önünde haşr u neşr olan yüz binlerce çifte dikkat çekilmekte ve Allah'ın nimetleri hatırlatılmakta. Yâsîn sûresindeki âyet ise, daha şümullü ve daha enteresan: "Ne yücedir o Allah ki toprağın bitirdiklerinden, (onların) kendilerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden hep çiftler yaratmıştır." (Yâsîn sûresi, 36/36) şeklindeki beyanıyla, bugün bilip tespit edebildiğimiz çift yaratıkların yanında, henüz bilemediğimiz birçok çiftlerin varlığı da ihtar edilmektedir.

Evet, Allah, insanlardaki erkeklik ve dişilikten, otların, ağaçların çift olma esasına; atomlar, atomlardaki elektron ve çekirdek ikiliğinden, madde-anti madde zıt eşliliğine kadar, canlı-cansız, yerde-gökte değişik keyfiyet ve buudda ne kadar çift varsa, umum nimetlerini tâdât sadedinde, kendinden başka her şeyin çift olduğunu zikredip bizleri düşünmeye davet ediyor. Sırf birer misal teşkil etsin diye yukarıda zikrettiğimiz âyetlerden başka, pek çok ilâhî beyan var ki, her birisi başlı başına birer mucize olması itibarıyla, hem Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğuna hem de Peygamberimiz'in O'nun elçisi bulunduğuna apaçık delâlet etmektedir.

Evet, Kur'ân, yeryüzünde hayatın ortaya çıkışından, bitkilerin aşılanma ve üremelerine, hayvan topluluklarının yaratılmasından hayatlarını onlarla devam ettirdikleri bir kısım sırlı düsturlara, bal arısı ve karıncanın esrarlı dünyalarından kuşların uçuş keyfiyetine, hayvan sütünün hâsıl olma yollarından insanın anne karnında geçirdiği safhalara kadar pek çok mevzuda, kendine has ifade tarzıyla, öyle veciz, öyle muhtevalı, öyle hâkim bir üslûpla ele aldığı şeyleri takip etmektedir ki, bizim yorumlarımız bir yana, ne zaman onlara müracaat edilse, hep taze, genç ve ilimlerin varabilecekleri en son hedefleri tutmuş oldukları görülecektir.

Şimdi, bir kitap, binlerce insanın, bilmem kaç asırlık çalışmaları neticesinde varabildikleri noktaların dahi ötesine parmak basıyor, mevzua hâkim bir üslûpla o mevzuun hulâsasını veriyorsa, o kitabı, değil on dört asır evvelki bir insana, günümüzün mütefennin yüzlerce, binlerce dâhisinin mesaisine ver mek dahi mümkün değildir. Hele o kitap, Kur'ân gibi muhtevası zengin, ifadeleri çarpıcı, üslûbu âli, şivesi de ilâhî olursa...

Şimdi dönüp muhatabımıza soralım: Ümmîliği mucize o Zât, mektebin, medresenin, kitabın bilinmediği o cahilî vasatta, canlılarda sütün meydana geliş keyfiyetini kimden öğrendi? Rüzgârların aşılayıcı olduğunu, nebatat ve bulutları telkih ettiğini, yağmur ve dolunun meydana gelme noktalarını nasıl bilebildi? Yerkürenin elipsî olduğunu O'na kim talim etti? Mekân genişlemesini hangi rasathanede ve hangi dev teleskoplarla tespit edebildi? Atmosferin yapı taşlarını ve yukarılara doğru çıktıkça oksijenin azlığını hangi laboratuvarda öğrendi? Hangi röntgen şualarıyla ceninin anne karnında geçirdiği safhaları aynı aynıya tespit etti? Sonra da bütün bu bilgilerin teferruatına vâkıf, mütehassıs bir ilim adamı edasıyla, tereddütsüz, fütursuz ve kendinden gayet emin bir tarzda muhataplarına anlattı?..

5. Efendimiz'e Yapılan İkaz

Kur'ân-ı Kerim, Efendimiz'in vazife, mesuliyet ve salâhiyetlerini anlatıp O'na yol gösterdiği gibi, yer yer de seviyesine uygun olarak O'na itapta bulunmakta ve ikaz edip ırgalamaktadır. Meselâ: Bir defa münafıklara, izin vermemesi gerekirken izin verdiğinden dolayı "Allah seni affetsin, doğru söyleyenler sana iyice belli olup ve yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin?" (Tevbe sûresi, 9/43) şeklinde tembihte bulunduğu gibi, Bedir esirleri hakkındaki tatbikatından dolayı da "Yeryüzünde tam yerleşip istikrar kazanıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir..." (Enfâl sûresi, 8/67) "Eğer Allah'tan (affınıza dair) bir yazı ve takdir geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." (Enfâl sûresi, 8/68) mahiyetinde itapta bulunmuştu.

Bir keresinde, Allah'ın dilemesine havale etmeden, "Yarın bu işi yaparım." dediği için "Hiçbir şey için bunu yarın yapacağım deme! Ancak 'Allah dilerse.' (de). Unuttuğun zaman Rabbini an ve 'Umarım Rabbim beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştırır.' de." (Kehf sûresi, 18/23-24) emir ve tembihinde bulunmuş, bir başka sefer "İnsanlardan korkup çekiniyordun; oysa asıl çekinmeye lâyık olan Allah idi." (Ahzâb sûresi, 33/37) itap işmam eder mahiyette sadece Allah'tan korkulması lâzım geldiğini ihtar etmişti.

Zevcelerinin bir meseledeki tavırlarına karşı, bal şerbeti içmemeye yemin edince "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını arayarak Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin haram kılıyorsun? Allah çok gafûr ve rahimdir." (Tahrîm sûresi, 66/1) diyerek sertçe ikaz ediyordu.

Daha bunlar gibi, pek çok âyetle, bir taraftan O'nun vazife, mesuliyet ve salâhiyetlerinin sınırları belirlenirken, diğer taraftan az dahi olsa bu sınırlara riayet edilmediği, vazife ve mesuliyetin mukarrabîne göre yerine getirilmediği zamanlarda O'na itap edilmiş, tembihte bulunulmuş ve yer yer sertçe uyarmalar yapılmıştır.

Şimdi hiç akıl kabul eder mi ki, bir insan bir kitap telif etsin, sonra da o kitabın muhtelif yerlerine kendi hakkında, itap, kınama, ikaz ve ihtar ifade eden âyetler yerleştirsin. Hâşâ!... O kitap Allah Kitabı, o Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) da O'nun şerefli mübelliğidir...

6. Belâgat Harikası

Kur'ân-ı Kerim, bir belâgat harikasıdır ve bu sahada eşi menendi yoktur. Bu itibarla da onu bir beşere mâl etmek mümkün değildir.

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberlikle ortaya çıktığı zaman, kitleleri arkasından sürükleyen bir sürü şair, edip ve söz üstadı vardı. Bunlar pek çoğu itibarıyla da O'na muarız idiler. Yer yer kafa kafaya verip düşünüyor; Kur'ân'ı bir kalıba yerleştirmek, bir şeye benzetmek ve ne olursa olsun mutlaka hakkından gelmek istiyorlardı. Hatta, zaman zaman Hıristiyan ve Yahudi âlimleriyle de görüşüyor, onların düşüncelerini alıyorlardı. Ne pahasına olursa olsun Kur'ân çağlayanını durdurmak ve kurutmak için akıllarına gelen her şeyi yapma kararındaydılar. Bütün bu engellere ve engellemelere, akla hayale gelmedik karşı koymalara aldırmadan yoluna devam eden Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem), bilumum inkârlara, ilhadlara karşı sadece ve sadece Kur'ân'la muaraza ediyor ve mücadelesini de zaferle noktalıyordu. Hem de bunca hasma rağmen.

Evet, o gün, Hıristiyan ve Yahudi ulemâsıyla beraber, belâgatın dev temsilcileri, tek cephe olup etrafı velveleye verdikleri bir dönemde, Kur'ân o üstün ifade gücü, o büyüleyici beyanı, o baş döndürücü üslûbu, o insanın içini ürperten ledünnîliği ve ruhanîliğiyle muhataplarının gönlüne girdi; Arşı, ferşi çınlatacak bir ses, bir soluk oldu yükseldi.. bir mübâriz gibi hasımlarını muarazaya çağırdı, tehdit etti, meydan okudu. Siz de Kur'ân'a benzer bir kitap, hiç olmazsa onun bir sûresine denk bir şey, daha da olmazsa aynı ağırlıkta bir âyet ortaya koyun; yoksa savulun gidin!..[1] dediği ve o günden bugüne de:

"Eğer kulumuz Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) indirdiğimizden şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getiriniz ve eğer doğru iseniz Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız."(Bakara sûresi, 2/23)

"De ki: And olsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka çıkıp yardım etseler de." (İsrâ sûresi, 17/88)

"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyle ise siz de onun benzeri on uydurulmuş (dahi olsa) sûre getiriniz! (Hatta) eğer doğru iseniz, Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırınız!" (Hûd sûresi, 11/13)

âyetleriyle aynı şeyleri tekrar edip durduğu hâlde, bir-iki hezeyanın dışında, Kur'ân'ın bu meydan okuyuşuna cevap verilmemesi, onun kaynağının beşerî olmadığını gösterir. Zira, tarih şahittir ki, Kur'ân'ın muarızları ona ve onun mübelliğine her türlü kötülük yapmayı denedikleri hâlde, Kur'ân'a nazîre yapmayı akıllarından bile geçirmediler. Böyle bir şeye güçleri yetseydi, nazîre ile Kur'ân'ın sesini kesecek, tehlikelerle dolu muharebe yoluna girmeyeceklerdi.[2]

Evet, o koca belâgat üstadlarının, şeref, haysiyet hatta ırz, namus gibi en değerli şeylerini tehlikeye atıp muharebe yolunu seçmeleri, Kur'ân'a nazîre yapılamamasının en açık delilidir. Eğer nazîre yapmak mümkün olsaydı, münazara yolunu muharebe yoluna tercih edecek ve geleceklerini kat'iyen tehlikeye atmayacaklardı.

Arap şair ve nâsirlerinin, Kur'ân'ın benzerini getirememeleri tahakkuk edince, ona Hıristiyan ve Yahudiler arasında menşe aramak beyhude ve bir çaresizlik ifadesidir. Hem, Hıristiyan ve Yahudilerin bu muhteva ve bu ifade zenginliğinde bir kitap hazırlayıp ortaya koymaya güçleri yetseydi, ne diye onu başkasına nispet edeceklerdi. "Biz yaptık." Der ve onunla övünürlerdi...

Kaldı ki, dünden bugüne, dikkatsiz veya garazlı bir iki müsteşrik ve müşrike bedel, bir sürü ilim adamı, araştırmacı ve mütefekkir; Kur'ân'ın muhteva zenginliği, ifade gücü karşısında hayranlıklarını gizleyememiş ve onu alkışlamışlardır.

Charles Miller; Kur'ân'ın üslûbundaki zenginlik itibarıyla tanzir ve tercüme edilmeyecek kadar yüksek bir edaya sahip olduğunu... Victor İmberdes; Kur'ân'ın, bütün hukuk esaslarına kaynak olabilecek zengin bir muhtevaya sahip bulunduğunu... Ernest Renan; Kur'ân'ın dinî bir inkılâp kadar edebî bir inkılâp da yaptığını... Gustave Le Bon; Kur'ân'la gelen İslâm'ın en saf, en hâlis bir tevhid anlayışını dünyaya tebliğ ettiğini... C. Huart; Kur'ân'ın Allah kelâmı olup, vahiy yoluyla Hazreti Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ edildiğini... H. Hol man; Hazreti Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Allah'ın son peygamberi, İslâmiyet'in de vahyedilmiş dinlerin en sonuncusu bulundu ğunu... Emile Dermenyhem; Kur'ân'ın, Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) birinci mucizesi olduğunu, edebî güzelliği itibarıyla da erişil mez bir muamma olduğunu... Arthur Bellegri; Hazreti Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliğ ettiği Kur'ân'ın bizzat Allah'ın eseri olduğunu... Jean Paul Roux; Peygamberimiz'in en güçlü mucizesinin melek vasıtasıyla gönderilen Kur'ân-ı Kerim olduğunu... Raymond Charles; Kur'ân'ın, hükmü hâlâ devam eden ve Allah'ın bir elçi vasıtasıyla mü'minlere tebliğ ettiği beyanların en canlısı olduğunu... Dr. Maurice; Kur'ân'ın her türlü tenkidin fevkinde bir mucize, bir harika olduğunu hatta daha da ileri giderek, edebiyatla ilgilenenler için Kur'ân'ın bir edebî kaynak, lisan mütehassısları için lâfızlar hazinesi ve şairler için bir ilham menbaı bulunduğunu... Manuel King; Kur'ân'ın, Peygamberimiz'in peygamberliği süresince Allah'tan aldığı emirlerin mecmuu bulunduğunu... Mr. Rodwell; insanın Kur'ân'ı okudukça hayretler içinde kaldığını ifade eder ve onu takdirlerle alkışlarlar.

Sadece birer cümleciklerini alıp naklettiğimiz bu seçkin ilim adamı ve mütefekkirler gibi, daha yüzlerce düşünür ve araştırmacı, bilgilerinin vüs'ati nispetinde, aynı hakikatlere parmak basmış ve Kur'ân karşısında takdirle iki büklüm olmuşlardır.

Binlerce mütehassıs ve üstad kalemlerden çıkmış çok ciddî eserlerin yanında, Kur'ân hakkında söz söylemek bize düşmezdi ama, başta Sahib-i Kur'ân'ın, sonra da kalem erbabının bağışlayacağı mülâhazasıyla, yaptıkları hizmete iştirak arzusuyla bu cürette bulunduk.

Haşr u neşr: Öldükten sonra tekrar dirilip mahşer meydanında toplanma.
Hayyiz: Bir cismin boşlukta kapladığı yer, genişlik.
İlhad: İnançsızlık, dinsizlik.
İşmâm: Hissettirme, duyurma.
Sergerdan: Başı dönen, şaşkın.
Söbü: Oval.
Tâdât: Sayma, sayım.

[1] Tahaddi (meydan okuma) âyetleri ile ilgili bkz.: Bakara sûresi, 2/23-24; Mü'minûn sûresi, 10/38; Hûd sûresi 11/13-14; İsrâ sûresi, 17/88; Tûr sûresi, 52/33-34.
[2] Bkz.: Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, 482-484 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şu'le, Birinci Şua).

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.