Dar Bir Açıdan Bir kez Daha Kur’ân
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلهِ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ، وَأَنْزَلَ عَلَيْهِ كِتَابًا مُعْجِزًا أَفْحَمَ مَشَاهِيرَ الْخُطَبَاءِ مِنَ الْقُدَمَاءِ، وَخِطَابًا مُسْكِتًا أَعْجَزَ جَهَابِذَةَ الْبُلَغَاءِ؛ قُرْآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ، أَمَرَ فِيهِ وَزَجَرَ، وَبَشَّرَ وَأَنْذَرَ؛ قُرْآنًا مَنْ تَمَسَّكَ بِعُرْوَتِهِ الْوُثْقَى وَحَبْلِهِ الْمَتِينِ، وَسَلَكَ سَبِيلَهُ الْوَاضِحَ وَصِرَاطَهُ الْمُسْتَقِيمَ، فَقَدْ فَازَ وَنَجَا؛ وَمَنْ نَبَذَهُ وَرَاءَ ظَهْرِهِ فَقَدْ هَوَى وَتَرَدَّى فِي مَهَاوِي الرَّدَى.
وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنْ أَرْسَلَهُ اللهُ إِلَى الْعَالَمِ كَافَّةً هَادِيًا وَبَشِيرًا، وَأَنْزَلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنَ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا، وَعَلَى آلِهِ الْبَرَرَةِ، وَصَحْبِهِ الْخِيَرَةِ، مَصَابِيحِ الْأُمَمِ، وَمَفَاتِيحِ الْكَرَمِ، وَعَلَى مَنْ تَبِعَهُمْ بِإِحْسَانٍ صَلاَةً وَسَلاَمًا مِلْءَ الْأَرْضِ وَالسَّمَاءِ مَا تَنَاوَبَ النَّيِّرَانِ، وَتَعَاقَبَ الْمَلَوَانِ.
Bugüne kadar Kur’ân’ı anlatma uğrunda nice kalemler gözyaşı döktü ve inledi.. nice sineler onun esintileriyle ürperdi ve titredi.. nice dimağlar onun mucizevî, büyülü atmosferinde iç içe “ba’sü ba’de’l-mevt”lere erdi ve uhrevîleşti.
Bizimki kendini bilmezlik olsa da onun yeryüzünü şereflendirdiği asırdan günümüze dek nice cins dimağlar birer gavvâs gibi o “el-menhelü’l-azbü’l-mevrûd”a daldı ve kendi çağdaşlarına ne cevherler ne cevherler sundu..! Biz şimdilik, o harikulâde beyan âbidesiyle alâkalı pek çok esrar ve incelikleri o alanın mahir üstadlarının güzide eserlerine havale ederek, dar bir çerçevede bir kere daha “i’câz” ve “îcâz” demek istiyoruz.
İ’câz, sözlük itibarıyla güç yetirilememe, âciz bırakma, benzerinin yapılamaması ve başkalarının yapmaya, söylemeye muktedir olamayacağı aşkın bir muhteva ve harika bir beyan demektir.
Îcâz ise bir mazmun ve mefhumu çok az kelime kullanarak özlü söyleme; tabir-i diğerle, çok az ifade ile pek çok şey işaretleme ve pek az sözle maksadın vâzıh olarak ifade edilmesi mânâlarına gelmektedir.
Belâgat uleması, îcâz sözüyle alâkalı şu mütalâaları serdederler: Bir söz, ifade edilmek istenen mânâyı tam karşılayacak ölçüde ise buna “müsavât” denir ki beliğlerin beyanlarında en şayi olan da budur. Bazen de bir faydadan ötürü ve tabiî “mukteza-i hâl” veya “mukteza-i zâhir” esprisine bağlı olarak fazla kelimeler kullanıldığı da olur ki, buna da “itnâb” denegelmiştir ve kendi çerçevesinde bu da makbul bir ifade tarzıdır. Oldukça az kelime veya haziflerle –maksadı muhill olmama kaydıyla– ifade ve beyana da “îcâz” denir ki, bu konuyla alâkalı Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’dan yüzlerce örnek göstermek mümkündür.
Aslında, üslub-u beyan müsavâtı gerektirdiği yerde o yolu takip etmek; tavzih ve tefsire ihtiyaç duyulan durumlarda itnâb demek; bazen de herhangi bir mazmun ve mefhumu ifadede, konuyu iğlâk etmeme ve anlaşılmaz hâle getirmeme kaydıyla îcâz yolunu seçmek ayn-ı belâgat, dolayısıyla da makbul ve müstahsendir. Mevzu ile alâkalı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan ve Sünnet-i Sahiha’da bu ifade tarzlarının hemen hepsinden değişik örnekler vermek mümkündür. Biz burada daha ziyade Kur’ân’daki îcâz üzerinde durarak, o deryadan sadece birkaç damla ile iktifa etmek istiyoruz.
Belâgat uleması ekseriyetle îcâzı iki nev’e taksim ederler:
1. Îcâz-ı kısar,
2. Îcâz-ı hazf.
Belâgatçıların, birkaç kelime ile pek çok hakikati ifade etmenin unvanı saydıkları “îcâz-ı kısar”la alâkalı Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da onlarca örnek bulmak mümkündür. Evet, اَلْحَمْدُ لِلهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ’den مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ’a kadar farklı seviyelerde hep bu îcâz hakikatinin nümâyân olduğu görülür. Ne var ki, biz şimdilik konunun hususiyeti açısından belâgat erbabınca da üzerinde durulmuş bir-iki örnekle iktifa etmeyi düşünüyoruz.
Mesela, A’râf Sûre-i Celîlesindeki خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ “Sen her zaman bağışlama (afv u safh) yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle uğraşmaktan uzak dur.” (A’râf sûresi, 7/199) ferman-ı sübhânisi üç cümleden ibaret olduğu hâlde mehâsin-i ahlâkın bütün disiplinlerini câmi bir beyan harikasıdır. Evet, bu engin beyan içinde bağışlama ahlâkı, iyilik ve güzellik düşüncesini yaşayıp yaşatma kararlılığı, bilgisiz ve densiz insanlarla tartışmalara girmeme ciddiyeti, demagoji ve diyalektiklerle faydasız dalaşmalarda bulunmama vakarı… türünden pek çok hususun hemen hepsini bir solukta ifade etme gibi bir câmiiyet söz konusudur.
Üzerinde durulan âyetlerden biri de Bakara Sûre-i Celîlesindeki وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ “Kısasta sizin için hayat vardır.” (Bakara sûresi, 2/179) âyet-i câmiasıdır. Arap beliğlerinin, bu mazmunu ifade adına ortaya attıkları en parlak örnek اَلْقَتْلُ أَنْفَى لِلْقَتْلِ “Öldürmek, öldürmeyi ortadan kaldırır.” sözcüğü olmuştur. Beyan üstadlarının bu konudaki mütalâaları bir yana, bizim gibi sıradan insanların nazarında bile Kur’ân’ın beyanı karşısında bu ifadenin ne kadar sönük kaldığı açıktır.
Her şeyden evvel bu sözde اَلْقَتْلُ kelimesi tekerrür etmektedir ki, buna kelimenin iç musikisi de inzimam edince hiss-i selim ve zevk-i selime aykırı olduğu hemen hissedilir. Âyette ise mevzuun ve mazmunun özünü aksettiren o engin iç musiki ile beraber böyle bir tekrar söz konusu değildir.
Sâniyen, “Katl, katli ortadan kaldırır.” yaklaşımı yanlıştır; zira her öldürme öldürmeyi önlemez/önleyemez; hatta bazen öldürme, peşi peşine öldürmeler fâsit dairesi bile oluşturabilir.
Sâlisen, âyetteki حَيَاةٌ ve اَلْقِصَاصِ kelimeleri, Kur’ân’ın iç musikisi açısından gayet latif düşmesine mukabil, اَلْقَتْلُ أَنْفَى لِلْقَتْلِ ifadesinde kulağı ve hiss-i selimi tırmalayan bir ses söz konusudur.
Râbian, âyette herhangi bir hazif mevcut olmadığı hâlde burada اَلْقَتْلُ [قِصَاصًا] أَنْفَى لِلْقَتْلِ [ظُلْمًا مِنْ تَرْكِهِ] hazfedilmiş ibarelerin mevcudiyeti bahis mevzuudur.
Hâmisen, âyette kısas sonucuyla hayat arasında bir tıbâk mevcut olmasına karşılık, nazire olarak ortaya konan ifadede böyle bir husus mevcut değildir.
Sâdisen, âyetteki kısas kelimesi öldürmenin berisinde daha küçük cinayetleri de kapsamasına mukabil, nazirede ise bunlara, delâletin hiçbir şekliyle, işaret söz konusu değildir.
Bu konuda üçüncü bir örnek olarak İhlâs Sûre-i Celîlesi üzerinde de durulabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın pek çok yerinde îcâz vurgusunda bulunan Bediüzzaman Hazretleri bu sûre ile alâkalı da şunları söyler: Çok kısa olan İhlâs Sûre-i Celîlesinde üç müspet, üç de menfi cümle mevcuttur. Sûre, bu altı cümle ile altı mertebe tevhidi ifade ve ilanın yanında o kadar da şirk envaını reddetmektedir.[1]
Bu konuyla alâkalı “Yirmi Beşinci Söz”deki o bahse bakılabilir. Aslında o Hazret’in “İşârâtü’l-İ’câz” kitabı, Kur’ân’daki bu tür cezâlet-i beyan örnekleri adına mutlaka mütalâa edilmesi gerekli bir şaheser mahiyetindedir.
Diğer bir misal olarak, bütün şerlerin ve hayırların özetini ihtiva eden إِنَّ اللهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَۤاءِ ذِي الْقُرْبٰى وَيَنْهٰى عَنِ الْفَحْشَۤاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ “Şüphesiz Allah, adalet ve istikameti, en engin mânâsıyla ihsanı ve yakınlarına iyilikte bulunmayı emreder; hayâsızlığı, çirkin ve nâhoş işleri, zulüm ve tecavüzü de yasaklar.” (Nahl sûresi, 16/90) âyet-i kerimesi de îcâz açısından üzerinde durulan veciz beyanlardandır.
Kur’ân-ı Mübin’de benzer îcâz türünün onlarcasını göstermek mümkündür; ancak konunun hususiyeti bu enginlikteki bir tahlile müsait olmadığından biz de mecburen çerçeveyi dar tutmak zorundayız. Burada meseleyi noktalayarak bir-iki örnekle îcâz-ı hazf’e geçmek, birkaç âyet-i kerime ile ona da temas ettikten sonra ayrı bir beyan sultanlığını işaretlemek istiyoruz.
Belâgat âlimlerinin ifadelerine göre “îcâz-ı hazf”; kelâmın bazı kısımlarının, onlara delâlet edecek lafzî veya mânevî bir karine bırakılarak hazfedilmesi yani zikredilmemesidir. Hazfedilen, bir harf olabildiği gibi bazen bir kelime ve bir cümle de olabilir. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu tür hazfin de onlarca örneğini göstermek mümkündür.
Mesela, وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا “Ben iffetsiz biri değilim.” (Meryem sûresi, 19/20) Burada أَكُنْ olacakken ن harfi hazfedilmiştir. İfadenin bu şekilde vârid olması, o esnadaki konjonktüre ve heyecan hâline fevkalâde uygun düşmektedir.
Bir başka misal olarak: حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهَاتُكُمْ “Size analarınızla evlenmek haram kılınmıştır.” (Nisâ sûresi, 4/23) âyetinde, evlenmek mânâsına gelen نِكَاح kelimesi hazfedilmiştir; mesele vâzıh ve anlatılmak istenen husus da gayet açıktır.
Bunun gibi, bu Kitab-ı Kerim’de, bazen رَبِّ اغْفِرْ لِي “Rabbim beni yarlığa!” (A’râf sûresi, 7/151) beyanında olduğu misillü muzâfun ileyh yâ’sı (ي) hazf edilerek îcâza gidilmiş; bazen وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا “Kim tevbe edip sâlih amel işlerse.” (Furkan sûresi, 25/71) âyetinde olduğu türden عَمَلًا mevsûfu hazfedilerek sıfatla yetinilmiş ve bazen de وَكَانَ وَرَۤاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا “Zira arkalarında her sağlam gemiyi zorla gasp eden bir melik vardı.” (Kehf sûresi, 18/79) beyanında olduğu gibi sağlam mânâsına gelen صَالِحَةٍ sıfatı zikredilmeyerek mevsûfla iktifa edilmiştir.
Îcâz-ı hazf cümlesinden olarak bazen birkaç kelâmın birden hazfedildiği de olur. Sûre-i Yusuf’taki فَأَرْسِلُونِيُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ “Beni gönderin.. Ey dosdoğru sözlü Yusuf (dedi).” (Yûsuf sûresi, 12/45-46) âyetinde olduğu gibi. Maksadı muhill olmadan burada şu kelimelerin hazfedildiği anlaşılmaktadır: فَأَرْسِلُونِ [إِلَى يُوسُفَ لِأَسْتَعْبِرَهُ الرُّؤْيَا، فَأَرْسَلُوهُ، فَذَهَبَ إِلَى السِّجْنِ، وَقَالَ لَهُ: يَا] يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ “Beni Yusuf’a gönderin, [rüyanın tabirini O’na sorayım. Bunun üzerine onlar da bu zâtı hapishaneye gönderdiler de o:] Ey doğru sözlü Yusuf, dedi.”
Kur’ân-ı Kerim’de bu kabîlden o kadar çok hazif vardır ki, bunların bütününü zikretmek bir mücellet ister; bu ise bu dar tahlilin istiab haddini aşar.. tabi benim boyumu da...
Aslında Furkân-ı Mübin’deki i’câz ve îcâz hakikatiyle alâkalı, me’ânî ve beyan üstadları onun o kadar çok derinliğinden söz etmişlerdir ki, bunlardan her biri tek başına onun “Kelâmullah” olduğunu göstermekte ve aşkınlığına şehadet etmektedir. Fuhûl-ü ulemanın o engin mülâhazalarını yine onların o harika eserlerine bırakıp biz bu konuyu da çağımızdaki bir beyan üstadının ifadelerine işaret ederek noktalamak istiyoruz:
Bediüzzaman, Kur’ân’daki i’câz adına, onun nazmının cezâleti (söylenişte mazmunu tam aksettirmenin yanında fevkalâde ahengi, tebşîr ettiğinde içlere inşirah salan letafeti, tehditlerinde gönüllerde ürperti ve râşeler hâsıl eden müessiriyeti demektir), ifade zenginliğinin yanında hüsn-ü metaneti, üslubunun garîb ve orijinal olması, tarzının zerafet ve güzelliği, ifadelerinin aşkınlık ve fâikiyeti, mânâsının kuvvet, rasânet ve hakkaniyeti, lafızlarının fasih, açık ve anlaşılır olması… gibi mevzular üzerinde durur ve bu hususların hepsini örnekleriyle ortaya koyar.[2] Biz bu konuyu da şimdilik o güzide kaynaklara havale ederek geçelim.
Bunlardan başka, Kur’ân-ı Mu’ciznümâ’nın gaybî haberleri de onun mucize ve Hak kelâmı olduğunu göstermektedir. Evet, bu harika beyan, varlığın mebdeinden Hazreti Âdem Nebi’nin (alâ nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm) hilkat ve sergüzeşt-i hayatına, evlatlarının macerasından onun Allah’la münasebet enginliğine kadar çok farklı konularda öyle detaylı bilgiler verir ki, onun Allah kelâmı olduğu kabul edilmediği takdirde bu geniş malumatın, bu kadar teferruatlı bilginin izahı mümkün olmayacaktır. Keza Kur’ân, Hazreti Nuh, Hazreti Hud, Hazreti Sâlih, Hazreti İbrahim, Hazreti Lût ve diğer enbiyâ-i izâm (alâ nebiyyinâ ve aleyhimussalâtü vesselâm) hazerâtından ve onların kavimlerinden de bahseder; hem de onların karakter ve tabiatlarını gayet net çizgilerle ortaya koyarak tarih öncesi bu dönemleri öyle bir resmeder ki, insan o upuzun geçmişi kendine has şivesi ve deseniyle görüyor gibi olur.
Bütün bunların yanında Kur’ân, –zamanın tevil ve tefsirine emanet– gelecekle alâkalı ihbarlarında o kadar açık bir üslupla meseleleri ortaya koyar ki bütün bunlar İlm-i Muhit-i İlâhî’ye verilmediği takdirde makûl bir izahı mümkün olmayacaktır. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden de onlarca âyet-i kerime göstermek mümkündür.. ve bu âyetlerden her biri هٰذَا كَلَامُ اللهِ “İşte bu, Allah’ın kelâmıdır.” diyen birer şahid-i sadık mahiyetindedir. Bu cümleden olarak o, لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ إِنْ شَۤاءَ اللهُ اٰمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُءُوسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لَا تَخَافُونَ... “İnşâallah, siz kiminiz başını tamamen tıraş etmiş, kiminiz de saçlarını kısaltmış olarak, herhangi bir korku söz konusu olmadan mutlaka Mescid-i Haram’a gireceksiniz...” (Fetih sûresi, 48/27) şeklinde ferman etmiştir. Aylar ve aylar önce bu çerçevede verdiği haberler mevsimi gelince bir bir gerçekleşmiş ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ “Muhammed, Allah’ın Resûlü’dür.” hakikati bir kere daha vurgulanmıştır.
Bunun gibi, yıllar ve yıllar önce Sasanilerle Romalılar arasındaki savaşta yenilen Romalıların birkaç sene içinde derlenip toparlanıp düşmanlarına galebe çalacaklarını ifade eden الٓمٓغُلِبَتِ الرُّومُفِۤي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَفِي بِضْعِ سِنِينَ لِلهِ الْأَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ “Elif, Lâm, Mîm. Romalılar, size yakın bir yerde yenik düştüler; ne var ki bu mağlubiyetten sonra birkaç sene içinde onlar yeniden galebe çalacaklardır; evvel ve âhir hüküm Allah’a aittir; o gün mü’minler de kendi açılarından sevineceklerdir.” (Rûm sûresi, 30/1-4) âyetinin müfâdı, aynıyla birkaç sene içinde gerçekleşmiştir ki, o gün aynı zamanda Bedir zaferiyle Müslümanların da sevinç yaşadıkları güne rastlamaktadır.. evet, bu gaybî haber de bişâretin ihtiva ettiği tarih çerçevesinde santim şaşmadan aynıyla tahakkuk etmiştir. Müslümanların Mekke’de gayet az, zayıf ve baskı altında bulundukları ve Sasanilerin zafer naraları attıkları bir dönemde böyle bir şeyin gerçekleşeceğine ihtimal vermek mümkün değildi; ama Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ) ve etrafındaki hakiki mü’minlerin bir gün bütün bunların mutlaka tahakkuk edeceğine inançları tamdı.
Farklı bir gaybî haber de Mâide Sûresi’ndeki وَاللهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ “Allah Seni, Sana zarar vermek isteyenlerin şerrinden koruyacaktır. Şüphen olmasın, Allah asla kâfirlerin, emellerine ulaşmasına fırsat vermeyecektir.” (Mâide sûresi, 5/67) beyanıyla ortaya konan hıfz u inayet ve teminat u riayet ifade eden âyettir. Şöyle ki, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bilhassa Mekke döneminde koruyucuları az, düşmanları çok ve amansız olmasına, akla hayale gelmedik onca komplo ve mekr u hileye rağmen âyet-i celîlenin haber verdiği gibi olmuş, onların kötülük plânları ve entrikaları boşa çıkmış/çıkarılmış ve o Masum-u Masûn kendi saadethanelerinde ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar hep ilâhî inayet ve riayetle korunup kollanmış ve kötülüğe kilitlenmiş o habis ruhların arzuları da kursaklarında kalmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de, herkese هٰذَا كَلَامُ اللهِ dedirtecek âyetlerin ta’dâdını Allah bilir; biz bu hususu da, geçen şu iki-üç örnekle noktalayarak gaybî ihbarâta dair biraz daha farklı bazı konuları hatırlatmak istiyoruz:
Kur’ân-ı Mübin, Fussilet Sûre-i Celîlesinde, tekvinî emirlerin doğru okunacağı, varlık ve hâdiselerin hak söyleyen birer fasih lisan hâline geleceği ve bütün önyargısız insanların da bu Mu’cizbeyan Kitab’ın, hakkın ta kendisi olduğunu ifade ve itiraf edecekleri günlerin yakın bulunduğunu beyan sadedinde سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَفِۤي أَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ “Biz onlara gerek âfâkta (dış dünya) gerek kendi öz varlıklarında varlık ve birliğimizin delillerini göstereceğiz de onlara Kur’ân’ın Allah’tan gelmiş bir hak ve hakikat olduğu tam tebeyyün edecektir.” (Fussilet sûresi, 41/53) buyurur ki, bugün makro ve mikro plânda keşfedilip ortaya konan bütün buluşlar ve onların işaretlediği hakikatler milimi milimine bu ihbar-ı ilâhiyi doğrulamakta ve Kur’ân’ın semaviliğini haykırmaktadır.
Buna benzer hem bir ihbar-ı gaybî hem de hakiki mü’minlere va’d u bişâret diyeceğimiz, gerçekleşmiş bir haberi de Nûr Sûre-i Celîlesinin 55. âyeti işaretlemektedir. Evet, yeryüzündeki hâkimiyet-i İslâmiye’den yıllar ve yıllar önce Kur’ân-ı Mübin: وَعَدَ اللهُ الَّذِينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا... “Allah, daha önceki mü’minlere (Hazreti Davud, Hazreti Süleyman ve daha başkalarına) dünya hâkimiyeti lütfettiği gibi, sizin içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere de kesin olarak aynı şeyi vaat etmektedir. (Öyle ki) onlar için razı olup intihap ettiği İslâm dinini yaşama, temsil etme imkân ve iktidarı bahşederek onları da o korkulu dönemin arkasından tam bir güvene erdirecek; gayrı onlar yalnız Bana ibadet edecek ve Bana asla şerik koşmayacaklar...”(Nûr sûresi, 24/55) şeklinde çok önemli bir bişârette bulunmuştur ki, mevsimi gelince de gönülden Allah’a inananlar o gül devirlerini doya doya yaşamış ve ütopyalara sığmayan, tasavvurlar üstü içtimaî, iktisadî, ahlâkî ve idarî sistemler tesis etmişlerdir.
Bu konuyla alâkalı da onlarca âyetten bahsetmek mümkündür ama biz bu fasla da bir nokta koyarak o menba-ı mu’cizâtın daha farklı bir yanını işaretlemeyi düşünüyoruz.
Evet, oldukça küçük birer işaretle geçiştirdiğimiz gaybî ihbarların yanında, ilmî gelişmelerin sunduğu daha derin, daha farklı bir bakış zaviyesi açısından ve modern anlayışlar çerçevesinde yorumlanmış ve yorumlanabilir daha onlarca âyetten söz etmek de mümkündür. Bu cümleden olarak da jinekoloji, embriyoloji, astronomi, jeoloji ve diğer alanlarla alâkalı bir hayli âyetten söz edilegelmiştir. Erbabı bu hususlarla alâkalı mücelletler meydana getirmiş; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın bu derinliğini de gözler önüne sermiş ve bu tür tekvinî emirlerin tahlilinde de اَلْقُرْاٰنُ كَلَامُ اللهِ hakikatini ortaya koymuşlardır. Bunların bütününü burada serdetmek zordur; biz bu konuyu da bir-iki küçük misalle işaretleyip geçeceğiz.
Embriyolojiyle alâkalı onlarca âyetten birkaçı şunlardan ibarettir:
Kur’ân, Abese Sûre-i Celîlesinde şöyle buyurur: قُتِلَ الْإِنْسَانُ مَۤا أَكْفَرَهُمِنْ أَيِّ شَيْءٍ خَلَقَهُمِنْ نُطْفَةٍ خَلَقَهُ فَقَدَّرَهُ “Kahrolası nankör insan, ne kadar küfran içinde o.. (Biliyor musun) Yaratan onu neden yarattı? Onu bir “nutfe”den yarattı; yarattı ve onu fevkalâde bir biçime koydu.” (Abese sûresi, 80/17-19) Burada “nutfe”den kastedilen şeyin “zigot” olduğu açıktır. İnsan Sûresi ikinci âyetteki مِنْ نُطْفَةٍ أَمْشَاجٍ cümlesiyle de spermin yumurtayla karışıp birleşmesi ve döllenme vetiresi işaretlenmektedir. Bunların yanında sperm ve yumurtanın oluşum merkezi ve çıkış noktalarına da Târık Sûresi’ndeki فَلْيَنْظُرِ الْإِنْسَانُ مِمَّ خُلِقَخُلِقَ مِنْ مَۤاءٍ دَافِقٍيَخْرُجُ مِنْ بَيْنِ الصُّلْبِ وَالتَّرَۤائِبِإِنَّهُ عَلٰى رَجْعِه لَقَادِرٌ “Şimdi insan bir de neden yaratıldığına baksın; o atılıp dökülen bir mâyiden (yani menide sperm ve yumurtadan) yaratıldı. Bir mâyi ki o arka kemik ile göğüs kemikleri arasından çıkmaktadır. Onu böyle ilk yaratan Allah diriltmeye de kâdirdir.” (Târık sûresi, 86/5-8) âyetleri işaret etmektedir. Evet, bu âyetlerde sperm ve yumurtanın mezc u imtizacıyla malum döllenme vetiresi hatırlatılmaktadır ki, Kur’ân farklı üsluplarla da olsa çok yerde hep bu hususu vurgular ve insanları bu süreci düşünmeye davet eder.
Bu cümleden olarak Mü’minûn Sûresi’nde konu daha bir detaylı anlatılarak şöyle buyrulur: وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طِينٍثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَكِينٍثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ فَتَبَارَكَ اللهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ “Andolsun ki Biz, insanı bir “sülâle”den (çamur, balçık özü veya bunların ihtiva ettiği elementler) yarattık. Sonra onu (bu unsurları, erkeklerin spermi ve kadınların yumurtası) “nutfe” (zigot) hâline getirdik ve bu zigotu sağlam (tam donanımlı) bir yere yerleştirdik. Daha sonra bu “nutfe”yi (rahmin cidarlarına) yapışan, tutunan bir “alaka” hâline getirdik; müteakiben o “alaka”yı “mudğa”ya (belli belirsiz bir çiğnem ete) çevirdik; bundan sonra da o “mudğa”yı kemiklere dönüştürdük; bunun ardından, kemiklere et giydirdik. (Bütün bu vetirenin sonunda) onu hiçbir canlıya benzemeyen harika bir yaratılışa mazhar eyledik. Yarattığı her şeyi en güzel şekilde halk u takdir eden Allah’ın şanı ne yücedir!” (Mü’minûn sûresi, 23/12-14) Tercüme azizliği ve mütercimin ufuk darlığına rağmen konu o kadar açıktır ki, buna ilâhî mucize demenin ötesinde bir şey söylemek mümkün değildir. Hac Sûre-i Celîlesinin beşinci âyeti ise oraya mahsus siyak ve sibak çerçevesinde mevzuu bir kez daha vurgular ve münsif vicdanlara bir kere daha هٰذَا كَلَامُ اللهِ dedirtir.
Aslında konuya müteallik onlarca âyetten bahsetmek mümkündür ama embriyolojiyle alâkalı bu hususu da noktalayarak yine bu Mu’cizbeyan Kitab’ın farklı bir mucizesine temas etmek istiyoruz.
Modern yorumcular, astronomiye işaret eden bir hayli âyetin var olduğundan söz ederler. Bu cümleden olarak –daha önce de geçen ve makam münasebetiyle bir kere daha zikredilecek olan– Fussilet Sûresi’ndeki سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَفِۤي أَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ “Biz onlara gerek âfâkta (bütün buudlarıyla yer-gökler) ve gerek kendi nefislerinde (anatomik, fizyolojik yapılarında, ilm-i nefs ve ilm-i ruh açısından) âyetlerimizi (delil ve burhanlar) göstereceğiz de onlar nazarında bu Kur’ân’ın mutlak doğru olduğu tebeyyün edip ortaya çıkacaktır.” (Fussilet sûresi, 41/53) âyet-i mübini, günümüzde dev teleskoplarla âfâkın keşfedilip değerlendirileceğini; ilm-i ebdân, ilm-i nefs ve ilm-i ruh gibi konuların da bizcesinin ortaya konacağını işaretlemektedir ki –yarınların daha nelere gebe olduğu mahfuz– bu babda da yine o Mu’cizbeyan Kitap selim vicdanlara وَبِالْحَقِّ أَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ “O Kur’ân’ı Biz, hakkın ta kendisi olarak indirdik ve o mutlak hakkın kendisi olarak nâzil oldu.” (İsrâ sûresi, 17/105) hakkaniyetini tescil ettirmektedir.
Âfâka ait bir diğer örnek de Yâsîn Sûre-i Celîlesindeki وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذٰلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِوَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتّٰى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِلَا الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَۤا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ “Güneş de onlara bir âyet ve bir delildir, akar durur hep yörüngesinde; bu, o Azîz ve her şeyi kuşatan ilm-i muhit sahibinin takdir ve tayini iledir. Biz, Ay için de bir kısım menziller (metâli’) takdir ettik; o (bu menzillerdeki seyahatinin sonunda) eski bir hurma çöpü gibi kavisimsi bir hâl alır. Ne Güneş’in Ay’a yetişmesi ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi söz konusudur. Gök cisimlerinin hepsi değişik bir yörüngede yüzer durur.” (Yâsîn sûresi, 36/38-40) âyetleriyle ortaya konan hakikattir. Başta insanlar, sonra hayvanî, nebâtî hatta madenî varlıkların teşhiri ve temaşaya sunulması adına bir meşher mahiyetinde yaratılan yerküre, Ay, Güneş ve diğer gök cisimlerinin hatta Samanyolu gibi galaksilerin, hep birer kanun-u vahdetle iç içe, pek çok gaye ve maksadı gerçekleştirmek üzere feza-yı ıtlakta tıpkı gemiler gibi yüzüp durdukları, hem de her çağ insanının anlayabileceği bir üslupla vurgulanmaktadır ki, günümüze kadar tecrübe ve müşâhedeye dayanan pozitif hiçbir tespite muhalif düşmemiştir ve düşmeyecektir de...
Bu hususu tenvir için değişik bir örnek olarak Enbiyâ Sûresi’ndeki أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَۤاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ “O inkâr edenler bakıp görmezler mi, gökler ve yer bitişik bir bütündü de biz onları birbirinden ayırdık, (sonra da) hayat sahibi her şeyi sudan yaratıp var ettik. (Buna rağmen) onlar hâlâ inanmayacaklar mı?!” (Enbiyâ sûresi, 21/30) âyetini de gösterebiliriz. Evet, bu âyet-i kerime; Güneş sistemi, yerküre, hatta bütün gök cisimleri bulutumsu (nebula) ve bir arada iken her semavî cismin ve tabi bu arada küre-i arzın da o kütleden ayrılarak, ayrılıp belli safhalardan geçirilerek hâlihazırdaki durumu aldıklarını, hemen her devrin insanının anlayabileceği bir üslupla anlatmakta ve konunun detaylarını geleceğin araştırmacılarına bırakmaktadır.
İsterseniz konuyu daha küçük ayrıntılarıyla biraz daha açalım:
Evvela, Kur’ân-ı Mübin أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُۤوا “O kâfirler bakıp görmezler mi?!” hitabıyla şu hususları işaretlemektedir: Bütün semavî cisimler ve bu arada yerkürenin, bulutumsu bir şekilde yapışık ve bitişikken fevkalâde bir nizam ve intizam içinde hâlihazırdaki harika keyfiyeti aldığının anlatılması o kadar açık bir mucizedir ki bunları görmeyen kör, görüp de itiraf etmeyen nankördür.
Sâniyen, yerkürenin de o bulutumsu kütleden ayrılarak, Ay, Güneş ve diğer gezegenler gibi bir gök cismi olduğu vurgulanmaktadır ki, son tecrübelerin ve araştırmaların gösterdiği de bundan başka değildir.
Sâlisen, âyetteki üslup ve ifade tarzından, arz u semanın yaratılışından sularda canlı cisimlerin hilkatine kadar geçen süre ile alâkalı –mahiyetlerinin müphemiyeti mahfuz– farklı devirlere de işaret edilmektedir ki, küre-i arzın serencamesi sayılan bu devirleri, A’râf Sûresi’ndeki إِنَّ رَبَّكُمُ اللهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ “Rabbiniz o Allah Teâlâ’dır ki, semaları ve yeri altı günde yarattı...” (A’râf sûresi, 7/54) âyeti daha açık ve net bir şekilde vurgulamaktadır ve aşağı yukarı başta jeologlar olmak üzere günümüzün ilim adamları da hemen hemen aynı şeyi söylemektedirler.
Sema, yerküre ve atmosfer derken bizi çok alâkadar eden şu hususu işaretlemek de tavzih adına herhâlde yararlı olacaktır: Allah, Enbiyâ Sûresi’nde وَجَعَلْنَا السَّمَۤاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًا وَهُمْ عَنْ اٰيَاتِهَا مُعْرِضُونَ “Biz, (sizin üstünüzdeki atmosfer) semayı korunmuş (koruma hususiyetli) bir tavan yaptık; onlarsa ondaki delillerden hâlâ yüz çevirmektedirler.” (Enbiyâ sûresi, 21/32) buyurmaktadır ki bu, Dünya’nın da gök cisimlerinden bir cisim olmasına rağmen gök taşlarına, ultraviyole ışınlarına ve güneş rüzgârlarına karşı atmosferiyle korunma altına alınmış hususi bir gezegen olduğunu vurgulamaktadır. Aslında bu sema-i dünyanın ervâh-ı habîse ve şeytanlara karşı da bir perde olması söz konusudur ama, burada onun bir zırh gibi yeryüzündekileri ve hususiyle de canlıları koruyucu bir sera vazifesi görmesi hususu daha açıktır. Bu atmosfer örtüsünde, bir kısım basınçlar ve bunların hâsıl ettiği gazların terkip ve terekkübü… gibi fizikî hususiyetlerle, aralarında belli farklılıklar bulunan yedi tabakanın mevcudiyetinden de bahsedilmektedir ki bunlar, erbabının malumu olduğu üzere; 1. Troposfer, 2. Stratosfer, 3. Ozonosfer, 4. Mezosfer, 5. Termosfer, 6. İyonosfer, 7. Ekzosfer gibi isimlerle yâd edilmektedirler.
Bu husus İslâm dünyasında, farklı üslupla da olsa, o kadar çok dillendirildi ki, konunun artık itiraz edilmez bir müteâref hâline geldiği söylenebilir. Aslında Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da bu türden tekvinî emirlerle alâkalı her biri birer mücellet mevzuu onlarca âyet-i kerime göstermek mümkündür; biz burada da şimdilik değişik âyetlerin birleşik noktası açısından kesb-i hakikat etmiş –mevzuun detaylarını o işin uzmanlarına havale ederek– bugüne kadar yazılmış olan ve yazılması beklenen hususları kuş bakışı bir kere daha işaretlemekle yetineceğiz.
Günümüzdeki ilmî araştırmalar sayesinde, yerkürenin de bir zamanlar tıpkı bir ateş topu, daha sonra sert bir kaya (kayaç) safhalarından geçtiği, Güneş sistemiyle alâkalı bir kısım özellikleri, müteakiben arzın atmosferle korunma altına alındığı.. dağ ve tepelerin dünyanın dengesini sağlama gibi icraat-ı ilâhiyeye perdedârlık yaptıkları.. kozmik ışınların Güneş kaynaklı oldukları… gibi jeoloji, astronomi, embriyoloji ve jinekoloji ile alâkalı ulûm-u müteârefe hâlini almış nice tespitler vardır ki bunların hemen hepsini icmalen de olsa Kur’ân’da görmek mümkündür. Evet, elektron kameralarla, anne karnındaki yaratılma sürecinin nasıl geliştiği, rahimde döllenen zigotun nasıl iki-dört-sekiz-on altı... şeklinde mitotik olarak çift çift bölünüp bir tekâmül vetiresi takip ettiği; keza yavrunun amniyon zarı (koruyan zar) ve decidua rahim duvarı derûnunda üç karanlık içinde yaratılış sürecinden geçtiği hususlarını işaretleyen bir hayli âyet mevcuttur.
Bunun gibi, ancak günümüzdeki keşif ve tespitlerle belirlenmiş bulunan, dünyanın da diğer semavî cisimler gibi bir gök cismi olduğu; Güneş’in, çevresindeki gezegenlere göre bir merkez teşkil ettiği ve etrafındaki peyklerin onun çevresinde dönüp durdukları; yerküreyi atmosferin bir zırh gibi sarıp korumasının yanında yağmurlardan rüzgârlara kadar pek çok tekvinî emirlerin ilâhî icraata perdedârlık yaptığı; dünyanın kendi eksenine bağlı dönüp durmasıyla gece ve gündüz hâdiselerinin tenâvübî bir keyfiyet arz etmeleri, diğer bütün seyyarelerde de aynı hususiyetin benzer şekilde var olduğu ve koca Güneş sisteminin Samanyolu galaksisinin çekiminde bulunduğu... gibi hususların bir bir nazara verilmesi, bu ilâhî kitabın zaman-mekân üstü ve beşer idrâkini aşan bir mucize olduğunu göstermektedir.
[1] Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.399 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua).
[2] Bediüzzaman, Sözler s.395 (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua).
- tarihinde hazırlandı.