Müfredat mânâsı (10. âyet)
Bu mevzudaki diğer bir husus da ahirete mütealliktir; şöyle ki bunlar, yalan söyleye söyleye tabiatlarında yalan bir cibilliyet hâline gelmiş ve ikinci bir fıtrat iktisap etmelerine yol açmıştır ki, bunun neticesi de ahirette azab-ı elimdir. Evet, bunlar o kadar çok yalan söylemektedirler ki, artık yalan onların ayrılmaz bir parçası olmuştur. Dahası, bunlar hem yalan söylerler hem de yalanı yalan saymazlar. O kadar ki insanları aldatmaları, hile, siyaset, propaganda yapmaları onlarca âdeta bir kiyâset ve fetanet sayılmaktadır. Öyle ki onlar bu kiyâset ve dirayet saydıkları durumlarıyla Peygamberimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı da demogojiye kalkışmaktadırlar.
Evet, bunlar her yönüyle âdeta yalan kesilmişlerdi; sürekli yalan imal ediyor ve yalanla oturup kalkıyorlardı. Arap şairi bir şiirinde, فَلَوْ شِئْتُ أَنْ أَبْكِيَ بَكَيْتُ تَفَكُّرًا “Ağlayacak olsam, tefekkür ağlarım.”[1] der. Yani o kadar düşünüyorum, o kadar efkârlanıyorum ki, ağlamam dahi tefekkür edalı oluyor. Bunlar da yalana o kadar revaç vermişlerdi ki, yalan hem ferdî hayatlarında hem ticarî hayatlarında başkalarını aldatma ve çeşitli spekülasyonlara başvurma konusunda kullandıkları mühim bir unsur hâline gelmişti. Bunlar siyasî hayatlarında yalanı; halkı aldatmak, idarî işlerde memurlara baskı yapmak, içtimaî hayatlarında kitleleri kandırıp arkalarından sürüklemek için bir unsur olarak kullanıyor ve hep yalan düşünüyor, yalan yaşıyor, kizble mâlemal bulunuyorlardı.
İşte bu hâle gelen ve bu türlü düşünen kimselerdir ki doğru söyleyen insanların sözlerini de yerinde yalan sayacak ve söylenen her sözün arkasında bir art niyet olduğunu düşüneceklerdir ki bu, tam içtimaî bir maraz ve ruhî bir hastalıktır. Evet bunlar, يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ “Çıkan her sesten pirelenir, her yeni haberi kendi aleyhlerinde sanırlar.” (Münâfikûn sûresi, 63/4) Böyleleri kendi aralarında baş başa verdiklerinde hep fitne ve fesat planladıklarından; yan yana gelen, baş başa veren iki kişinin konuşmasında hep aynı şeyleri düşünürler. Sürekli yalanla oturup-kalktıkları için doğru olan hiçbir söze de inanmazlar. Böylelerinin karşısına Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de çıksa, O’nu da tekzip edeceklerdir. Zira onlar, tabiatlarıyla yalan kesildiklerinden, kendilerine kıyas ederek herkesi yalancı görmektedirler.
İşte bu maraz-ı ruhî iledir ki –hâşâ– Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de öyle sandılar... Evet, kendileri yalan söylediklerinden, fem-i güher-i Nebevî’den zuhur edenleri de yalan saydılar. Kendilerinin istikbale matuf verdikleri haberlerin mahz-ı yalan olduğu zaviyesinden bakarak Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahirete ait verdiği haberleri de aynı şekilde gördüler. Reybîlik, şüphecilik ve tereddüt içinde tamamen erimiş, kaynamış ve bir yalan bulamacı hâline gelmiş bu kimselerdir ki Efendimiz’i de tereddüt etmeden tekzip etmişlerdi.
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ “Yalancılıkları ve samimiyetsizlikleri sebebiyle bunlara gayet acı bir ceza vardır.”
Kizb (yalancılıkları) esasen onların kesbi, azab-ı elim de Cenab-ı Hakk’ın yaratıp onlar için hazırladığı cezadır. Dolayısıyla da onlar sebebiyet verdiklerinden, bu azabı çekmeye müstahak olmuşlardır. Bu mevzuda وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ cümlesinde haklarındaki azabın عَلَيْهِمْ ile değil de لَهُمْ ile ifade edilmesi –7. âyet-i kerimenin tefsirinde geçen izahlar mahfuz– azabın onların lehinde olduğunu gösterir gibidir. Lehlerinde olan azap, ebedî yokluğa nispetendir. Yoksa hiçbir azabın insanın lehinde olduğu düşünülümez. Ayrıca, haklarındaki takdirin عَذْب (tatlı) olması mümkünken onlar için عَذَابٌ olmuştur.
عَذَابٌ kelimesindeki tenvin, azabın meçhuliyetini gösterir. أَلِيمٌ kelimesi ise maruz kaldıkları azabın onları çepeçevre sardığını ve onların her yanlarıyla “azap kesildiklerini” ifade eder. Bu azap, sürekli can yakan bir azap olması itibarıyla her zaman elemini hissettiren ağır bir azaptır.
Bundan başka, tasvirinin canlılığı bakımından şöyle bir mânâ da akla gelebilir: “Bunlar için azap vardır.” derken Kur’ân-ı Kerim sanki azabı; eli, ayağı, kolu, dili, dudağı olan bir şey hâline getiriyor ve “elim” derken âdeta azap onların karşılarında bir canlı gibi kalkıyor, oturuyor ve elindeki iğnesiyle, çuvaldızıyla, kılıcıyla, mızrağıyla yanlarına sokuluyor ve onlara sürekli elem veriyor. Kur’ân’ın bu canlı tasviri içinde azap, oynayan, fıkırdayan, onlarla uğraşan âdeta bir canlı şeklinde tasvir ediliyor. Kelimenin burada böyle “elim” şeklinde seçilmesinin sair kelimelere rüçhaniyeti var ve canlılık bakımından böyle düşünülmesi daha muvafık görünüyor.
بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ cümlesinde بِ sebebiyet mânâsınadır. Burada Kelâm açısından, Cebriye’ye bir cevap da çıkarılabilir. Her hasene, bir bakıma Cenab-ı Hakk’ın lütfuna, ihsanına; her seyyie de azaba bir sebeptir. Bu itibarla da eğer Cenab-ı Hak bir kısım kimseler hakkında, azab-ı elim hükmünü vermişse bu onların yalanları sebebiyledir. Burada Mutezile’ye de cevap sadedinde, bu sadece bir sebebiyet vermeden ibarettir. Ancak bu elim azap burada verilmiyor, tasavvuru kâbil olmayan bu azabı onların günahlarına karşılık Allah öbür âlemde verecektir. Öyleyse kesb (günah işlemek suretiyle azaba müstehak olma) onlara, halk (yaratma) da Allah’a aittir. Bu âyet, Cebir’in ve İtizâl’in içindeki bir “dâne-i hakikat”in bulunmasını hatırlatma yanında Ehl-i Sünnet akidesinin hakkaniyetini ortaya koymaktadır.
Diğer bir husus da, münafıkların ancak cinayet kelimesiyle ifade edilebilecek çeşitli günahları içinde, buraya kadar söylenilen şekliyle sadece onların yalanlarının esas alınmasıdır. Evet, yalan çok büyük bir günahtır ve aynı zamanda bunların yalanları, وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ “Öyle insanlar vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler; oysa iman etmemişlerdir.” âyetinde de görüldüğü gibi Allah’a karşı bir yalandır. Onlar Hakk’a inanmıyorlardı, inanmak işlerine gelmiyor ve inandık demelerine rağmen gerçeğe ters olarak yalan beyanda bulunuyorlardı. Yani bu yalanlarıyla onlar Allah’a karşı saygısızlıkta bulundukları gibi insanları da aldattıklarını sanmaktadırlar. Aynı zamanda kendilerine karşı da yalan söylemiş olmaktadırlar. İşte yalan, böyle sağa sola dal-budak salmış korkunç bir cinayet olması itibarıyla, dünyada ve ahirette yalancıların canını yakacak azabı, Allah (celle celâluhu) yalana bağlamıştır.
Ayrıca yalan, bir bakıma küfrün de diğer bir adıdır. Zira küfür, Allah’ı inkâr etmektir, yalan da gerçeği inkârdır. Evet, küfür, biricik hakikate delâlet eden âfâkî ve enfüsî delillerin delâletini görmezlik mânâsına geldiğinden, o en büyük yalandır. Onun içindir ki Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), وإِنَّ الْكَذِبَ يَهْدِي إِلَى الْفُجُورِ، وَإِنَّ الْفُجُورَ يَهْدِي إِلَى النَّارَ، وَإِنَّ الصِّدْقَ يَهْدِي إِلَى الْبِرِّ، وَإِنَّ الْبِرَّ يَهْدِي إِلَى الْجَنَّةِ، “Yalan, insanı “fücûr”a (günaha), o da Cehennem’e; doğruluk “birr”e (iyilik) ve o da Cennet’e götürür.”[2] diye ferman buyurmuşlardır. Burada “sıdk” ile “birr” ve “kizb” ile de “fücûr” sebep-sonuç muvazenesi çerçevesinde zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıddıktır, sâdıktır. Müseylimetü’l-Kezzâb, Esvedü’l-Ansî kezûbdur, kezzâptır. Kıyamete kadar zuhur edecek bütün deccaller, –deccal kelimesinde de esasen mübalağa kipiyle yalancı mânâsı bulunması itibarıyla– yalanın, kizbin temsilcisidirler. Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra bu âna kadar zuhur eden, otuz veya otuzun üstünde ne kadar süfyan ve deccal varsa, hemen hepsi de yalanlarıyla meşhur olmuşlardır.
Yalan, öyle bir hastalıktır ki, insan onun en küçüğünü bilerek-bilmeyerek bir kere kullanıverdi mi gerisi gelmeye başlar. Mesela, siyasî plânda bir kişi –halk diliyle söyleyecek olursak– kendi dümenini çevirmek suretiyle halkı aldatmayı, toplulukları kandırmayı plânlar ve bunu dirayet, kiyâset ve akıllılık sayarsa, yalan deryasına yelken açmış olur; ihtimal bir daha da geriye dönemez. İktisadî plânda halkı sömürmeyi, istismar etmeyi, halkın parasını elinden almayı akıllılık sayar veya fesadını salâh göstermeyi beceri gibi görürse bir daha da doğruluğa yönelemez. Ne var ki onun çevirdiği bu dümenler, hileler, dalavereler, yavaş yavaş halk tabakaları arasında bilinmeye başlar da, ukbâsını yitirdiği gibi dünyasını da kaybeder ve kendi kurduğu düzenin mağduru hâline gelir.
Şöyle ki, Saadet Asrı’ndan bu yana yalanla oturup kalkan bu kizbin temsilcileri, –ilk dönem münafıklarının anlatılması bahsinde de görüldüğü gibi– hep kurdukları tuzağın kurbanı olmuşlardır. Yalanın temsilcisi olan bu kimselerin, Medine-i Münevvere’de içtimaî, siyasî, iktisadî konularda ortaya attıkları, hatta kültür adına ileri sürdükleri bir sürü yalan vardır ki, bununla bütün halkı sömürme, istismar etme ve onlar üzerinde hâkimiyetlerini devam ettirme plânları kuragelmişlerdir. Ancak onların kurdukları bu tuzaklar kendilerinin başına dolanmıştır. Yani halk dilinde, مَنْ دَقَّ دُقَّ “Eden, bulur.” şeklindeki söze mâsadak olmuşlardır. Bunların yeryüzüne neşrettikleri yalan, öyle bir yalancı toplum meydana getirmiştir ki, bunlar, yalanın babası olan münafıklar gürûhunun dahi önüne geçmişlerdir. Ne var ki gün gelmiş, kendileri de kurdukları bu kizb değirmeninde öğütülüvermişlerdir. Zira bir gün gelmiş, onların bu kapitalist anlayışına ve maddeci görüşüne karşı Komünizm çıkıvermiştir. Beri tarafta bunların aksine Liberalizm, Faşizm gibi sistemler çıkıvermiştir. İhtimal ileride kendilerini bitirip tüketecek daha çeşitli içtimaî çalkalanmalar olacak, ektikleri zehir tohumları onları da zehirleyecektir. İşte yalan, onun temsilcisi için dahi bu kadar tehlikeli olması itibarıyla onlar için hem dünyada hem de ahirette, وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ mazmununca vesile-i azap olmuştur.
Evet, yalan söylemeleri ve dini yalanlamalarına bir ceza, bir mukabele olma mânâsında, onlar için can yakıcı hatta “can yakıcılığın ta kendisi bir azap” vardır. İşârâtü’l-İ’câz’da, yalanın, insanlığın sukût sebebi olup, kizble Müseylimetü’l-Kezzâb’ın esfel-i sâfiline yuvarlanmasına; sadakatın da insanoğlunun suûd (terakki) vesilesi olup, o alanın kahramanı Hazreti Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın da beşerin en faziletlisi olduğuna vurgu yapılır.[3] Bu konuda bu kadarlıkla iktifa edip başka bir konuya geçmek istiyoruz.
Buraya kadar, Cenab-ı Hakk’a karşı veya O’na inanan mü’minlere karşı yapılan münafıkça bir vasıftan bahsedildi ki o da münafıkların, şahsî akide, davranış, duygu ve düşüncelerinde, neticesi itibarıyla kendilerine zarar veren kizb/yalan meselesiydi. Dünyanın neresinde olursa olsun böyle birilerini gördüğünüzde, onlar hakkında mülâhazalarınızı gözden geçirmeniz icab eder. Bunlar insanlar içinde her zaman bulunacak; onlarla beraber yaşayacak ve inanmadıkları hâlde, inandıklarını söyleyeceklerdir. İç ve dış dünyaları arasında bir araştırma ve tecessüste bulunduğunuzda onların zâhir ve bâtın bütünlüğüne sahip olmadıklarını, içlerinin bazen dışlarından çok uzak, bazen çok geride olduğunu görecek; onların yalan söylediklerine ve hilâf-ı vâki beyanda bulunduklarına şahit olacaksınız.
Keza bunlar değişik hile ve dalaverelerle her meseleyi halledeceklerine inandıklarından, mütemadiyen tuzak kurma, komplo peşinden koşma, –Kur’ânî tabirle– “mekir” ve “keyd” yapma işiyle iştigal ettiklerinden, âdeta bunun dışında bir şey bilmez hâle geldiklerini göreceksiniz. Dahası, bunlar insanlara karşı yaptıkları bu şeyleri, Allah’a dayanan mü’minlere karşı da yapacak, hatta bütün duygu ve düşünceleri itibarıyla hileden başka bir şey bilmedikleri için Allah’a karşı yapma cüretinde de bulunacaklardır.
Ne var ki münafık, bütün bunları yaparken sürekli gel-gitler yaşayacak; amelde, duyguda, düşüncede asla tereddütten kurtulamayacaktır. Ayrıca, İslâm hesabına herhangi bir gelişmeyi çekemeyecek, bundan rahatsız olacak ve haset hâsidi yiyip bitirdiği gibi, onları da iman ve İslâm adına meydana gelen başarılar yiyip bitirecek ve hastalıklarına hastalık ilave edecektir. İşte çok yönlü olan, onların akide ve şahsî amel açısından nifaklarına alâmet olarak anlatılan bu husus, münafık alâmetlerinin bir tanesidir.
Daha önceki âyetlerde, münafıkların, mü’minlere ve hatta Cenab-ı Hakk’ın Zât’ına karşı gözü dönmüşçesine muhâdaada bulunma küstahlığına temas edilmişti. Onları bu muhâdaaya sevk eden şeye gelince o, Kur’ân-ı Kerim’in ifadesine göre, kalblerinde bir marazın bulunması şeklinde ortaya konmuştu. Müteakiben, diğer bir münafık alâmeti sayılan ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede fitne ü fesada sebebiyet veren şeylerden biri olarak sayılan bir diğer husus da, toplum sınıfları arasında, aşağı sınıf-yukarı sınıf ayrımcılığının yapılması ve “Bu sınıf daha yüksek, bu değil.” gibi asırlarca hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden bir anlayışın hâkim olmasıdır ki, inananlar arasında farklı; kendi takımları, grupları, şeytanları, yandaşları ve hâkim güçlerle baş başa kaldıkları zaman farklı tavır ve davranış ortaya koymalarını, buna esas teşkil eden iç durumlarını, yani temel psikolojilerini ifade için Kur’ân, konuyu müşahhas olarak ortaya koymanın yanında, bir de istiare-i temsiliye yoluyla mücerredin enginliği çerçevesinde daha bir pekiştirir; ta ki anlayışımızın ulaşmakta zorluk çektiği hususları daha iyi anlayabilelim.
Şöyle ki, aslında onları inhirafa sevk eden husus, bir maraz-ı kalbî, bir maraz-ı ruhî ve bir maraz-ı ahlâkîdir. Böyle bir marazla malûl olanların doğru düşünüp doğru davranmaları çok zor ve hatta imkânsızdır. İşte Kur’ân-ı Kerim bu noktaya dikkatleri çekerek فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ der. Onların kalblerinde böyle kronik bir rahatsızlık olduğundan فَزَادَهُمُ اللهُ مَرَضًا Cenab-ı Hak da onların marazını sürekli artıp duran bir hastalık hâline getirir.
[1] el-Cürcânî, Delâilu’l-i’câz s.136; el-Kazvînî, el-Îzâh fî ulûmi’l-belâğa s.106.
[2] Buhârî, edeb 69; Müslim, birr 102-105.
[3] Bkz.: Bediüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz s.82-83.
- tarihinde hazırlandı.