İnsan Muamması (3)
İnsan, mahiyeti itibarıyla, maddî anatomi, akıl, nefis, kalb ve ruh gibi bir halîtanın mecmuundan ibaret dest-i kudretin bir harika sun’-u bedîidir. O, bu bâtınî ve metafizik televvünlü derinliklerinin yanında, fizikî bir varlık harikası mahiyetindeki yapısıyla da baş döndüren bir sanat eseridir. Her iki yanı itibarıyla da, ilmî bir program çerçevesinde kudret ve irade tezgâhından çıkmış semere-i “Kün fekân” mamulü harika bir fihrist-i âlemdir.
İnsan, yaratılış gayesine uygun hareket eder veya değişik rehabilitelerle gaye-i hilkatindeki konumuna uygun yönlendirilir ve böylece değişik deformasyon unsurlarına karşı korunabilirse, kalbi bir taht gibi renk atmadan, ritim bozukluğuna düşmeden yaratılış gayesi çizgisinde kalır; taakkul, tezekkür ve tedebbür vesilesiyle ruhuyla sinyalleşmeyi devam ettirir.. nefsânîliğin ağına takılmadan, işi hep mehâsin-i ahlâk çizgisinde, “Mustafayne’l-ahyâr”la at başı haline gelir ve melekût âleminin gözdesi oluverir.
Tabiî bu mevzuda en önemli husus, kalbin sürekli şeytânî sinyallere kapalı kalması.. ruhun hemen her zaman esmâ-i ilâhiye meclâlarında doyma bilmeyen bir iştiyakla seyr u temâşâsı.. sırrın sıfât-ı sübhâniye âfâkıyla mütemadi iştigali ve durup dinlenmeden “hel min mezîd” yolculuğu aktivitesidir.
Çizgi değiştirmeden ve dünyanın câzibedâr güzelliklerine takılmadan “seyr ilallah”ını devam ettirdiği takdirde insan bir gün -O’nun vüs’at-i rahmet edâlı meşîetiyle- harem-i harîme mahrem hale gelir ve hafâ, ahfâ kevserlerinden Zât-ı Baht tecellileri yudumlamaya başlar ki, bu ufuk, müterakkî için terakkinin zirvesi ve gerçek insan-ı kâmil ufkunun da bir zıllidir.
Bu payeyi ihraz edenler -tamamının idraki müntehîlere emanet- izafî Mustafeyne’l-Ahyâr kümmelînden sayılırlar. Böylelerinin tavır ve davranışları sürekli tezekkür, tedebbür, aşk u şevk ve “iştiyak-ı likaullah” edalıdır. Bulundukları her mecliste, göründükleri her ortamda bir menhelü’l-azbü’l-mevrûd varidâtı sergilerler. Bu yönleriyle de “tîn”den “salsâl-i ke’l-fahhâr”dan sıyrılmış bir nûranîlikle her zaman şule-feşândırlar.
Ne var ki, bu pâye ve daha ötesi makamlarla taçlandırılmalarına rağmen örgüledikleri kulluk dantelasının atkıları acz u fakr ve hacalet ipliğindendir. Bunlar, cismanî mukteziyâtın dışa vurması sayılan hırs u haset, şöhret ü şan, nefs ü hevâ, gazab u kin, meyl-i mâsivâ, takdir ve alkışlanma hissi gibi şeytânî dürtüler muhassalası olan mesâvîye düşmek bir yana, rüyalarının bile bu tür levsiyâtla kirlenmemesi adına hep tetiktedirler ve bunlarla hayallerinin buğulanması karşısında elli defa tevbe, inâbe kurnalarına koşar ve “Elfu elfi estağfirullah!..” derler.
Bu kıvamlarıyla onlar birer şer’-i şerîf âbidesi ve birer melek ufku üveyiğidirler. Mebde-i hayatları açısından kullukları ihsan ufuklarında, ahlâk-ı âliye-i ilâhiyeye temessükte meleklerle omuz omuza, kalb heyecan ve ritimleri zaviyesinden de hep “Hû” ile nefes alıp vermektedirler -Cenâb-ı Hak bizi ve sizi vüs’at-i rahmeti ve engin fazl-ı keremiyle bu zümre-i âl-i şândan eylesin-...
Bu imrenilecek ufku Hak dostu bir erbâb-ı dil recâ edalı şu sözlerle işaretler:
Nazm-ı Kur’an sanma sırf ezberden ibaret,
İnsan-ı kâmil olanda hak huy-u peygamber gerek.
- tarihinde hazırlandı.