Müsamaha
İnsan, üstün yönleriyle beraber kusurları da çok olan bir varlıktır. Ona gelinceye kadar hiçbir canlı, bağrında bu kadar zıtlıkları barındırmamıştır. O, Cennetlerin semalarında kanat çırpıp pervaz ettiği aynı anda, beklenmedik inhiraflarıyla gayyalara[1] kadar da inen bir ucûbedir. Onda uçurumlaşan, bu korkunç iniş ve çıkışlar arasında münasebetler aramak da nafiledir. Zira insanoğlunda, sebepler, neticeler bambaşka bir çizgide cereyan etmektedir.
Zaman gelir, bir ekin gibi durmadan yatar-kalkar; zaman olur, heybetli bir çınar görünümü arz etmesine rağmen, devrilir-gider de bir daha doğrulamaz. Melekleri, hâline imrendirdiği anları az olmadığı gibi, şeytanları utandıracak zamanları da az değildir onun.
İstidadında bu kadar inişler ve çıkışlar olan insan için, günah asıl olmasa bile mukadderdir. Kirlenme arızî olsa dahi muhtemeldir. Kirlenip de fıtratını ifsat edecek olan böyle bir varlık için, af ise her şeydir.
Af dileme, af bekleme ve kaçırılan fırsatlar için inleme, bir idrak ve şuur işi olması itibarıyla nasıl kıymetli ise, affetme de o kadar, hatta ondan da ileri bir yücelik ve fazilet işidir. Affı faziletten, fazileti de aftan ayrı düşünmek kat’iyen yanlıştır. “Küçükten kusur, büyükten af.” darb-ı meselini bilmeyen yoktur.. ve ne kadar yerindedir!
Affediliş, bir tamir, bir öze dönüş ve yeniden kendini buluş demektir. Bundan ötürüdür ki, Rahmeti Sonsuz’un katında en sevimli davranış, hareket, bu dönüş ve arayış hafakanları içinde sürdürülmüş olandır.
Canlı-cansız bütün varlık affı, insanla tanıdı. Hak, insanda affediciliğini gösterdiği gibi, affetmekteki güzelliği de onun kalbine koydu. İlk insan, insanlık fıtratının gereği olan sürçmesiyle, özüne bir darbe indirirken, vicdanında duyulan şey bir inilti ve yakarış, bu feryada semadan kopup gelen de bir aftı...!
İnsanlık ilk atası ile elde ettiği bu armağanı; ümidi, tesellisi olarak asırlarca muhafaza etti. Her hata işleyişinde, o sihirli tahtın üstüne binerek, günahların hacaletinden ve ümit kırıcılığından yükselip, sonsuz rahmetlere ulaştığı gibi, başkalarının işlediği günahlara karşı da onu, gözüne perde yapma âlîcenâplığını gösterdi.
Affedilme ümidi sayesinde insan, ufkunu saran kasvetli bulutların verâsına[2] yükselip, dünyasını aydın görme imkânına ulaşır. Affın yükseltici kanatlarından haberdar olan tâli’liler, bütün bir hayat boyu, ruhlara inşirah veren bu zemzeme[3] içinde yaşarlar.
Affedilmeye gönül bağlamış bir insanı, affedicilikten uzak düşünme imkânı yoktur. O bağışlanmayı sevdiği gibi, bağışlamayı da sever. Hatalarının iç âleminde tutuşturduğu ızdırap ateşinden kurtulmayı, af kevserlerinden kana kana içmede olduğunu bilen birisinin, affetmemesi mümkün müdür..?
Hele affedilmenin yolunun, affetmeden geçtiği bilinirse... Affedenler affa mazhar olur. Bağışlamasını bilmeyen bağışlanmaz. İnsanlara karşı müsamaha yolunu tıkayanlar insanlığını yitirmiş canavarlardır. Bir kere olsun, kendi günahının muhasebesiyle iki büklüm olmamış bu hoyratlar, hiçbir zaman affedicilikteki yüce zevki idrak edemeyeceklerdir.
Hz. Mesih (aleyhisselam), taşlanmaya götürülen bir mücrim karşısında, eli taşlı kalabalıklara şöyle seslenmişti: “İlk taşı hiç günahı olmayan birisi atsın!” Bu bağlayıcı ifadedeki inceliği anlayan hangi fert, taşlanacak başı varken, başkasını taşlamaya yeltenir? Keşke, hayatını başkalarının hayat muhasebesinde tüketen günümüzün tâli’sizleri de bunu anlayabilselerdi..! Vâkıa, mücrim cezalandırılır ve cezalandırmada şefkat dahil, hiçbir yüce duygu, fermanı yüksek yerden çıkan bu hükmün infazına mâni olamaz. Ne var ki kin ve nefretlerimizin mahkûm ettiği kimseleri taşlamaya dair bir hüküm bulunduğunu söylememiz de mümkün değildir. İşin doğrusu şu ki; biz, benliğimiz içindeki putu, bir Hz. İbrahim (aleyhisselam) cesaretiyle kırmadıktan sonra, ne nefsimiz adına, ne de başkaları adına hiçbir zaman isabetli karar vermeyiz…
Af, insanoğluyla gün yüzüne çıkmış ve onunla kemale ermiştir. Bu itibarla biz, en Yüce Kamet’te, en geniş affediciliğe şahit oluruz.
Kin ve nefret ise, habis ruhların, insanlar arasına saçtığı Cehennem tohumlarıdır. Yeryüzünü gayyaya çeviren bu kin ve nefret körükleyicilerine mukabil, bin bir bunalım içinde, itile kakıla hep meçhullere sevk edilen insanımızın imdadına, affedicilikle koşmalıyız. Arkada bıraktığımız şu bir iki asır, af bilmezlerin, müsamaha tanımazların gaseyanlarıyla en kirli ve en sevimsiz hâle getirildi. Geleceğe de bu nasipsizlerin hükmedeceğini düşündükçe, ürpermemek elden gelmiyor. Onun içindir ki, bugünkü nesillerin kendi evlat ve torunlarına en büyük armağanı, “affetmesini” öğretmek olmalıdır.
En kaba davranışlar, en iç bulandırıcı hâdiseler karşısında dahi affetmesini... Ne var ki, ruhu hırçınlaşmış, vicdanı acı çektirmekten zevk alan insan azmanlarının, affedilmesini düşünmek de, af müessesesine karşı bir hürmetsizlik olacaktır. Evet, onları affetmek, hem elimizden gelmez, hem de böyle bir af, insanlığa karşı bir saygısızlıktır. Böyle bir saygısızlığı makul görecek ve gösterecek kimse de bilmiyoruz. Belli bir geçmişiyle, düşmanlık telkinleri altında yetişen bir nesil, içine itildiği karanlık dünyalarda hep arenaların dehşet ve vahşetini seyretti. Ufkunun ağardığı anda, öten horozların nağmelerinde dahi, o, hep kan ve irin görüyordu. Böylesine, sesi kan, soluğu kan, düşünüşü kan, gülüşü kan bir topluluktan ne öğrenebilirdi. Ona verilen şeylerle, kalbinin bin bir hafakan içinde arzuladığı şeyler, tamamen birbirine zıt ve ters şeylerdi. Senelerin ihmali ve yanlış telkinleri altında ikinci bir fıtrat kazanmış bu nesli, onun sergilediği fitne ve fesadın bir sel ve tufan hâlini aldığı şu dakikada bari onu anlayabilseydik! Heyhât! Nerede o basiret...
Biz affın ve hoşgörünün, yaralarımızın büyük bir kısmını saracağına inanıyoruz. Elverir ki bu semavî silah, dilinden anlayanların elinde olsun. Yoksa şu âna kadar, tedavi deyip de sürdürdüğümüz yanlış muâleceler, karşımıza pek çok komplikasyonlar çıkaracak ve bundan sonra da bizi hep şaşkına çevirecektir.
“Bil illeti, kıl sonra müdâvâta tasaddi,
Her merhemi, her yâreye derman mı sanursun.”[4](Ziya Paşa)
[2] Verâ: Öte, başka taraf, arka.
[3] Zemzeme: Nağme, hoş ses.
[4] Önce hastalığı bil, sonra tedaviye başvur. Her merhemi her yaraya derman mı sanırsın.
Sızıntı, Mart 1980, Cilt 2, Sayı 14
- tarihinde hazırlandı.