Sıfât-ı Sübhaniye (2)

Zâtî Sıfatlar

Şimdi isterseniz konuya bir de mütekellimîn-i kiram açısından göz atalım:

Mütekellimîn-i kiram açısından sıfât-ı sübhaniyenin, ifade ve üslup farklılığı mahfuz, yukarıdaki esaslar çerçevesinde olduğunu söyleyebiliriz. Aslında sofiye 'akâid-i hakka-i islâmiye' konusunda 'usûlüddin' ulemasının görüşlerini esas almış ve elden geldiğince kendi müşâhedelerini onların mütalâaları istikametinde yorumlamaya çalışmışlardır.

Mütekellimîne göre sıfât-ı sübhaniye, zâtî, tenzihî, sübûtî, fiilî ve haberî bölümleri içinde ele alınıp incelenmişlerdir. İlmihallerde bizim görüp bildiğimiz sıfatlar: Sıfât-ı zâtiye, sıfât-ı sübûtiye, sıfât-ı fiiliye olmak üzere üç bölümde ele alınıyordu. İşin esası yine o tasnife râci olmakla beraber, bizim bildiğimiz bir icmaldi, bu ise kısmen bir tafsil...

1) Tenzihî sıfatlar: Bunlara 'selbî sıfatlar' da denir; Zât-ı İlâhî'nin acz, fakr, zaaf, ihtiyaç, yeme-içme, doğma-doğurma... gibi Cenâb-ı Zât hakkında eksiklik ve kusur sayılan evsaftan münezzeh ve müberra olmasını gösteren ifadelerdir ki, bir kısmını İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle sıralar:

Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde,
Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah.
Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak,
Ehaddir, küfvü yok, 'İhlâs' içinde zikreder Allah.
Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân u eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah
Hudâ vardır velî, varlığına yok evvel ü âhir;
Yine ol varlığıdır kendinden, gayrı değil vallah.
Bu âlem yoğ iken ol var idi, ferd ü tek ü tenhâ;
Değildir kimseye muhtaç O, hep muhtaç gayrullah.
Âna hâdis hulûl etmez ve bir şey vacib olmaz kim;
Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.

Ulema, Zât-ı İlâhî'ye yaraşmayan daha bir hayli selbî sıfattan bahseder ama aslında mevzu onların söz konusu ettiği şeylerle de sınırlı değildir; zira âyât-ı muhkemât ve Sünnet-i sahîha çerçevesinde tanıyıp bildiğimiz ulûhiyet ve rububiyet hakikatlerine karşı öteden beri pek çok yakışıksız şeyler söylendiği gibi şimdi de söylenmektedir ve gelecekte de söylenecektir; buna karşılık da mü'minler tarafından Zât-ı Ulûhiyet tenzih ve takdis edilecektir ve edilmektedir.

2) Zâtî Sıfatlar: Vücud, vahdâniyet, kıdem, beka, muhâlefetün lilhavâdis ve kıyam binefsihî gibi altı sıfattan ibarettir. Bunlar, Allah'a mahsus sıfatlardır ve başka birisi hakkında kullanılmaları da caiz değildir. Aynı zamanda bu sıfatların zıtları Zât-ı Hak için düşünülmediğinden bir mânâda bunlar da tenzihî sıfatlardan addedilmişlerdir.

1. Vücud'dur:

Bulunma ve var olma mânâlarına gelen vücud, Cenâb-ı Hakk'a nisbeti itibarıyla Allah'ın zâtî ve nefsî bir sıfatı olup Zât-ı Hakk'ın varlığının kendinden olduğunu ifade eder. Bir kısım mütekellimîn ve mutasavvıfînin, 'Vücud, Zât'ın aynıdır.' deyip buna tevhidî bazı mânâlar yüklemeleri bir tarafa muhakkikîn onu, ezelden ebede bir vücud-u daimînin unvanı olarak görmüş, fizikî ve metafizikî dünyaların temel mercii kabul etmişlerdir: Evet, bütün mevcudat, bir mânâda o zâtî vücudun ziyasının gölgesi olduğu gibi imkân, hudûs, ihtirâ', fıtrat, gaye, nizam, inayet, hikmet ve rahmet televvünleriyle de o vücud-u ezelînin delil ve şahididir. O, öyle bir 'Vacibü'l-Vücud'dur ki, âfâkî ve enfüsî bütün deliller, şahitler, emareler ve işaretler vücudları ve hususî mahiyetleriyle O'nun varlık ve birliğini gösterdikleri gibi, ruhumuzun derinliklerinde her zaman nümâyân olan duyuşlarımız, sezişlerimiz ve vicdanlarımızdaki nokta-i istinat ve nokta-i istimdatlar birer birer ve hepsi birden o vücud-u bâkîyi göstermektedirler. Evet, kalbî ve ruhî hayata açık bütün vicdanlar her zaman varlıklarının özünden fışkıran bir batınî duyuş ve sezişle zahirî ihsas ve idraklerin çok çok üstünde ve akıl, fikir alanlarını aşkın bir derinlikle hep O'nu haykırmaktadırlar.

2. Vahdâniyet'tir:

Birlik ve teklik mânâlarına gelen bu kelime Cenâb-ı Hakk'ın Zât'ında, sıfatlarında, tek, yektâ, eşi-benzeri ve zıddı-niddi olmama anlamında zâtî bir sıfattır. Bu sıfat eşi-benzeri, misli ve menendi olmama mânâları itibarıyla da tenzihî ve selbî sıfatlardan addedilmiştir.

Hazreti Zât-ı Vahid ü Ehad'e ait böyle bir birlik ve teklik riyazî anlamda değil de, Zât'ında, sıfatlarında, ef'âlinde eşi-benzeri olmama mânâsında bir tekliktir. O, Zât'ında tek ve yektâ bulunduğu gibi ulûhiyetinde de misli ve şerîki yoktur; Mâbud-u Mutlak, Maksud-u Mutlak, Mahbub-u Mutlak ve Matlub-u Mutlak yalnız O'dur. Kur'ân-ı Mübin, 'De ki: O Allah'tır; hakikî ilâh (ve Mâbud-u Mutlak) O'dur. Allah (herkesin ve her şeyin kendisine muhtaç olduğu, ihtiyaçtan müstağni bir) Samed'dir. O, doğurmadı ve doğurulmadı. O'na bir küfüv ve denk de olmadı.' diyerek O'nun mutlak tekliğini ve Müstağni-i Ale'l-Itlak olduğunu ifade etmektedir.

Kur'ân ve Sünnet'te O'nun varlığının hatırlatıldığı her yerde vahdâniyetine de işarette bulunulur; vahdâniyetinin ifade edildiği yerlerde de 'Vâcibü'l-Vücud' olduğu vurgulanır. İsterseniz konuyu, ifadelerde az bir tasarrufla, hayatını O'nun vücudunu ve vahdâniyetini anlatmaya vakfetmiş Üstad Bediüzzaman'dan dinleyelim: 'Arkadaş, her bir mevcut üstünde O Sâni-i Ehad ü Samed'in bir sikkesi ve hâtemi bulunmakta ve o şeyin Zât-ı Ehad ü Samed'in mülkü ve sanatı olduğunu ilan etmektedir. Sen, gayr-i mütenâhî olan o ehadiyet sikkelerinden ve samediyet hâtemlerinden bahar mevsiminde sahife-i arza darbedilen sikkeye bakabilsen, şu zikredilecek fıkraların cümlelerinin güneş gibi O'na delâlet ve şehadetlerini göreceksin. Şöyle ki, şu sahife-i arzda her zaman pek garip ve hakîmâne bir icat müşâhede ediliyor. Şimdi gir şu fıkraların içine ve gör o hakîmâne icadı.

1- Yeryüzündeki o icat fiili pek büyük ve geniş bir sehâvet-i mutlakadan geliyor..

2- Bir suhûlet-i mutlaka ile bir kuvvet-i mutlakadan geldiği görülüyor..

3- Her şey mutlak bir intizam içinde olabildiğine bir süratle var ediliyor..

4- Bütün varlık, gayet mevzun ve mizanlı olmanın yanında fevkalâde bir süratle yaratılıyor..

5- Olabildiğine güzel ve mükemmel var edilmeleriyle beraber, fevkalâde bir bolluk ve ucuzluk içinde ve herkese yetişecek şekilde ihsan ediliyor..

6- Karışıklığa sebebiyet verecek onca esbaba rağmen, her şey fevkalâde bir temyiz ve tefrik içinde varlığa eriyor..

7- Her nesnenin taalluk noktaları sonsuz denecek kadar çok olduğu halde, her varlık fevkalâde bir nizam, bir intizam ve bir ahenk içinde meydana geliyor.'

İşte bütün bunlar, o Zât-ı Vacibü'l-Vücud'un hem varlığına hem de birliğine öyle şahitlerdir ki, binler delil kuvvetindeki bu şahitleri görmemek körlükten öte bir körlük ve inattan öte bir temerrüttür.'

3. Kıdem'dir:

Eski ve zamanca uzun geçmişi olan anlamındaki kıdem, Allah'ın zâtî sıfatlarından biridir ve başlangıcı olmama ve sâbık bir illete dayanmama mânâlarına gelmektedir. Bu yönüyle o, 'Evvel' ism-i şerifiyle bir iltisak içinde, ezeliyetin bir unvan-ı mübecceli, 'Mukaddim' ism-i celilinin de esası sayılmaktadır.

Zât-ı Ulûhiyet'in kıdemi mevzuunda Sünnî, Şiî ve Mutezile uleması arasında herhangi bir ihtilaf söz konusu değildir. Bütün âlimler, kıdemi Zât-ı İlâhî'nin vasıflarından biri saymış ve onu, Cenâb-ı Kibriya'nın ilel-i sâbıka ve esbaptan müstağni bulunması mânâsına yorumlayarak Hazreti Mevsuf-u Mukaddes'i nazara alıp وَأَوَّلٌ قَدِيمٌ بِلاَ ابْتِدَاءٍ demişlerdir.

Aslında kıdem sıfatı ve kadîm ism-i mübecceli Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyetini ifade etmektedir. Allah'ın varlığının başlangıcı olmadığını, vücud-u Bârî üzerinden -bu tabir de kelime yetersizliğinden- asla yokluk geçmediğini ve O'nsuzluk yaşanmadığını belirtmektedir. İşte bu, Zât-ı Hakk'ın kıdemi demektir ki, bunun karşılığı hudûstur (sonradan olma) ve Allah (celle celâluhu) hudûstan münezzeh ve müberradır.

4. Beka'dır:

Devam ve sebat içinde bulunma, kesintiye uğramama, fenaya maruz kalmama mânâlarına gelen beka, zâtî sıfatlardandır ve kıdemle ism-i Evvel'in münasebetine benzer şekilde, bu sıfat-ı sübhaniyenin de Âhir ism-i celiliyle alâkası söz konusudur. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i sahihada, sarahaten ve işareten beka sıfatına temas edildiği gibi, onun bir başka ifadesi olan Âhir ism-i celiliyle, bazen tek başına bazen de Evvel ismiyle zikredilmesi de az değildir. Evet Kur'ân her şeyin fena bulup O'nun bâkî kaldığını ifade etmenin yanında, sık sık 'Evvel O, Âhir O' diyerek kıdem ve bekaya göndermelerde bulunmaktadır. Bu arada Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de bir dualarında, 'Allahım, Sen öncesi olmayan bir Evvel'sin ve sonu bulunmayan bir Âhir'sin' buyurarak kıdem ve beka sıfat-ı sübhaniyelerini hatırlatmaktadır. Beka ile kıdem mânâ olarak da birbiriyle yakından irtibatlıdırlar. Eskiden beri ulemanın, cerhedilmez mantıkî bir ifade olarak 'Kıdemi sâbit olanın ademi mümtenidir.' sözleri böyle bir irtibat ve münasebete dayanmaktadır. Ayrıca, muhakkikîn-i ulemanın, ezeliyet-i ilâhiyenin yanında hemen ebediyetten bahsetmeleri de bu iki zâtî sıfatın iç içe olmalarını göstermesi açısından fevkalâde önemlidir.

Ulema, beka sıfat-ı sübhaniyesini bazen 'lâ yezâl', bazen 'lâ yemût', bazen de 'lâ yefnâ' sözcükleriyle de ifade edegelmişlerdir ki esas itibarıyla hemen hepsi de aynı mânâya gelmektedir.

Burada beka sıfat-ı celilesini, Cenâb-ı Hakk'ın, hayat, ilim, kudret... gibi 'sıfât-ı meanî'sinden addedip 'Allah Kendi Zât'ına münasip bir beka ile sermedîdir.' diyenler olduğu gibi, onu 'vücud' gibi Zât'tan ayrı düşünülemeyecek bir sıfat-ı nefsiye şeklinde mütalâa edenler de olmuştur. Bazı kimseler ise, onu bütün bütün selbî sıfatlar içinde saymış ve 'beka' sıfatından 'Allah fena bulmaktan münezzehtir.' mânâsını çıkarmışlardır.

Beka ile alâkalı diğer bir husus da ebedî âlemde yaratıkların da bekaya mazhar olması konusudur.. evet, Allah bâkîdir, öbür âlemde bir kısım varlıklar da bekaya mazhar olacaklardır. Ancak, Cenâb-ı Hakk'a ait beka kendinden, Zât'ının lâzımı, vücud-u sermedîsinin ifadesi; başkaları için söz konusu olan beka ise, O'nun ibka etmesiyle bir beka ve izafî bir sermediyettir. İnsan, cin, ruhanî ve melek... gibi varlıkların bekası için bahis mevzu olan bu husus Cennet ve Cehennem için de aynıyla söz konusudur.

5. Muhâlefetün lilhavâdis'tir:

Hâdis olan şeylere muhalif, zıt ve aykırı olma mânâlarına gelen muhâlefetün lilhavâdis, Allah-ı Ecell ü A'lâ'nın yarattıklarına muhalif olması, Zât'ıyla, sıfatlarıyla onlara benzememesi demektir ki, Cenâb-ı Hakk'ın zâtî sıfatlarının zıtlarının Zât-ı Ulûhiyet hakkında muhal olması açısından bu da tenzihî sıfatlar arasında mütalâa edilegelmiştir. Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'te aynıyla olmasa da, misli, dengi ve şerîkinin bulunmadığını gösteren nasslar muhâlefetün lilhavâdis hakikatine de işaret etmektedir.

Bir kısım dalâlet fırkalarının Allah'ı yaratıklara benzetme sapkınlığına düşmelerine karşılık, Mutezile ve Cehmiye gibi bazıları da tenzihte aşırılığa giderek birbirine zıt ve düşman grupların oluşmasına sebebiyet vermişlerdir. Ehl-i Sünnet uleması ise, orta yolun sesi soluğu diyebileceğimiz muhâlefetün lilhavâdis kavl-i faslıyla ifrata, tefrite 'dur' demiş; Yaratan'la yaratılan arasındaki önemli bir farkı hatırlatmış ve ne Allah'ın Zât'ının başka zatlara ne de sıfatlarının başka sıfatlara benzemediğini/benzemeyeceğini ortaya koymuş, كُلُّ ماَ خَطَرَ بِباَلِكَ فَاللّٰه ُتَعاَلَى غَيْرُ ذٰلِكَ -Aklına ne gelirse Cenâb-ı Hak ondan başkadır.' demişlerdir.

6. Kıyam binefsihî'dir:

Kendi kendine ayakta durmak, istiklâl sahibi olmak, varlığında, varlığının devamında kimseye muhtaç bulunmamak demek olan kıyam binefsihî, Allah'ın bizâtihi kaim bulunduğunu, varlığı ve varlığının devamı adına kimseye muhtaç olmadığını, O'ndan başka her şeyin ve herkesin (mâsivâ) vücud ve bekasını O'nunla devam ettirdiğini ifade eden zâtî bir sıfat ve bu mülâhazaların zıddının O'nun hakkında düşünülmesinin muhal olması açısından da tenzihî sıfatlardandır. Bu sıfat-ı sübhaniye de Kur'ân-ı Kerim'de aynıyla mevcut değildir ama, kayyûmiyet-i ilâhiye ile alâkalı bütün âyetler aynı zamanda kıyam binefsihî hakikatini de hatırlatırlar.

Mütekellimîn, Cenâb-ı Hakk'ın, cevher-araz, zaman-mekân, madde-mânâ açısından hiçbir şeye muhtaç olmadığını tasrih etmiş ve icraat-ı sübhaniyesinde görülüp müşâhede edilen esbap ve ilele de izzet ve azametinin hicap ve perdeleri nazarıyla bakmışlardır. Bediüzzaman'ın ifadesiyle 'İzzet ve azamet ister ki, esbap perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında', ta ki kudretin bir kısım umur-u hasiseyle mübaşereti görülmesin.

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.