Fizik Ötesi Âlemler (3)

Sidretü'l-Müntehâ:

Sidr, lügat itibarıyla Arabistan kirazı demektir. Ayrıca bu kelime, hayret ve göz kamaştırma mânâlarına da gelmektedir. 'Sidretü'l-Müntehâ' ise sınır, serhat ve imkân âleminin hududu gibi görülmektedir. Onu, fânîlerin ulaşabilecekleri en son nokta diye yorumlayanlar da olmuştur. Müfessirîn-i kiram değişik ehâdis ve âsârı değerlendirerek Sidretü'l-Müntehâ'yı, yedinci semânın üstünde, Arş'a yemînen mücavir, altından müttakilere vaadedilen Cennet ırmaklarının fışkırdığı bir şecere-i mübareke şeklinde resmederler. Efendimiz (aleyhi ekmelüttehâyâ) onun ihata alanını anlatırken 'Gölgesinde bir süvari yetmiş sene at koştursa, yine de o gölgeyi kat'edemez; onun yaprağı bir milletin bütününü kaplayabilir.' buyururlar ki, bu ifade kesretten kinayedir. Daha büyük rakamlarla ifade ettiğinizde de mübalâğada bulunmuş sayılmazsınız. Zira Sidre, bütün hilkat âleminin âlem-i emir ufkunda bir serhaddi mesabesindedir. Orada imkân âlemi sona erer.. her yana ser çekmiş varlığın dalı, yaprağı, sürgünü gider oraya dayanır.. ruhânîlikte derinleşen rabbanîlerin, melekût-u eşyâya nüfuz edebilen müterakkî gönüllerin nazarları ancak oraya varabilir; nazar-kadem vahdetine ulaşmış kümmelîn gider oranın eşiğine takılır ve orada herkes hayretle soluklanmaya durur. Zira, daha ötesi gayb âlemleri alanına girer ki ona da Allah'tan başka kimse muttali değildir.

Kelimenin özündeki diğer mânâ itibarıyla Sidretü'l-Müntehâ, öyle bir hayret ve dehşet ufku, öyle bir kalak ve heyman zirvesidir ki, 'Ne mekân vardır anda, ne arz u semâ.. ve akl u fikr etmez bu hâli fehm-i hâl' (Süleyman Çelebi). İnsanlık, var olduğu günden itibaren ne mânâ kahramanları yetiştirmiştir ama, Hazreti Şeref-i Nev-i İnsan ve Ferîd-i Kevn ü Zaman olan Ruh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ)'dan başka kimse o ufka yükselememiş ve kimse o zirveye ulaşamamıştır. Hâlen ve zevken ulaşanlar ise, başları dönmüş ve bakışları bulanmış olarak hayret ve heyman içinde kalakalmışlardır. O idi ki 'Gözü kaymadı, asla şaşmadı/şaşırmadı ve haddini aşmadı. Orada Rabbinin en büyük bürhanlarını müşahede etti.' (Necm sûresi, 53/17-18) Bu makam Sidretü'l-Müntehâ idi ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle bu ufuk, vücub-imkân arası kudsî ufuktu. Bu zirvenin ilk ve son seyyahı, yüzü suyu hürmetine kâinatların var edildiği Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet idi.. ve O'nun bu konuda selefi olmadığı gibi halefi de olmayacaktı. Konuyla alâkalı ne hoş söyler Süleyman Çelebi:

'Ermedi evvel gelen bu devlete,
Kimse nail olmadı bu rif'ate.'

Bizim için, ne onun ledünnî derinliklerini, ne görüp duyduklarını ne de zevk edip yaşadıklarını tasavvur etmek mümkün değildir. Biz, duyduklarımızı olduğu gibi korur ve asfiyânın yorumları içinde onları anlamaya çalışırız.

Bazı sofîlere göre, Sidretü'l-Müntehâ, Cenâb-ı Hakk'ın, ibâd-ı mükerremîninin zâhir, bâtın, ruh, nefis, akıl, vehim ve mahiyet-i nefsü'l-emriyelerine, sırasıyla, ism-i Zâhir, ism-i Bâtın, ism-i has, sıfat-ı Rab, ism-i Rahmân, ism-i Hak'la teveccüh ufku ve evsâf-ı sübhâniyesiyle bir tecellî zirvesidir ki, bütün müktesep beşerî bilgiler, mârifetler, ihsaslar, ihtisaslar ne kadar derin ve yüksek de olsa nihayet gider oraya dayanır ve daha ötesine de geçemez. O ufkun ötesine geçildiğinden söz etmeler tamamen konunun hâlî, misalî ve zevkî yanıyla alâkalıdır ve bizim idrak ufkumuzu aşan müteâl konulardandır.

Beyt-i Ma'mûr:

Mâmur ev veya mâbet demek olan Beyt-i Ma'mûr, semânın üstünde, hadisin ifadesiyle, her gün yetmiş bin meleğin -bu kesretten kinâye, yetmiş milyon da olabilir- ziyaret veya tavaf ettiği, bir kere tavaf edene bir daha sıranın gelmediği/gelmeyeceği, ibadetle mâmur, göklerde Kâbe'nin aynı ve bir çeşit onun hizasında nuranî bir hazîredir. Aslında Beyt-i Ma'mûr'un da ve tabir yerinde ise, yeryüzünde onun izdüşümü sayılan Beytullah'ın da birer mâmur hazîre olarak yâd edilmeleri, her iki mukaddes evi de, hemen her gün, her saat, her dakika tavaf eden melek, ruhanî ve ins ü cinnin onlara gösterdikleri içten ihtiram ve ziyaretlerinden dolayıdır.

Beyt-i Ma'mûr, Kur'ân'da üzerine yemin edilen kutsal mekânlardan biridir; arzın göbeği ve beled-i emînin gözbebeği Beytullah da onun arzdaki aksi olarak diğeridir. Biri göktekiler metâfı, diğeri arzdakilere bir mahall-i tavaf.. göklerde 'Beyt-i Ma'mûr' deyip dönenlerin aynı zamanda Kâbe'nin pervaneleri olmadığı söylenemez; arzdaki semâvîlerin Beyt-i Ma'mûr'a tâzimlerini iletmedikleri de iddia edilemez. Nazargâh-ı ilâhî olan bu iki beytin tavafında da tâif ve ziyaretçinin Hakk'a özel bir teveccühü ve teveccühüne iltifat alması söz konusudur. Bu mukaddes mekânlara yolu düşenler Hakk'a misafir olmuş sayılırlar. Böyle bir bahtiyarlığa ermiş olanlar da kendilerini âdeta bir diriliş çağlayanına salmış olurlar; olur ve ebedî hizlân diyeceğimiz küfür ve dalâlet gibi mutlak bir haybetten -inşaallah- kurtuluverirler. Evet, Beyt-i Ma'mûr'a eren ve imandan kaynaklanan bir cehde bağlı Beytullah'ı gören, dalâlet ölümüyle ölmez ebedâ.

En sağlam kaynaklar Beyt-i Ma'mûr'un göklerin üstünde olduğunu kaydederler. Sahabeden bazıları ve müfessirîn-i kirâmdan bir kısmı ise onun, Hazreti Nuh (alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm) dönemine kadar Kâbe'nin bulunduğu yerde ya da mânevî bir bağla Beytullah'la iltisak içinde bulunduğunu, o devrin insanlarının ona gereken saygıyı göstermemeleri ve tufan hâdisesinin zuhuruyla, Allah tarafından, semâda Kâbe'ye muhâzî bir yere kaldırıldığını söylerler ki gayba ait böyle bir şey karşısında bize, 'İşin hakikatini Allah bilir.' demekten başka bir şey düşmez.

Seleften bazılarının, Kâbe'yi ayn-ı Beyt-i Ma'mûr görmeleri bir anlamda kabul edilse de, -Allahu a'lem- bu, izdüşümle aslın birbirine iltibasından kaynaklanmaktadır ve Kur'ân'ın ilk ve ikinci kez indiği yerleri bir görmeye dayanmaktadır.

Çok az bir kesim, Kur'ân-ı Kerim'in 'Levh-i Mahfuz'dan dünya semâsına indirildiği ilk durağın 'Beytü'l-İzzet' olduğunu söylerler ki, burası da ilâhî beyanın haricî vücud nokta-i nazarından ilk tecellî alanı olması itibarıyla metâf-ı kudsiyândan sayıldığından, ikisinin ayniyetine gidilmiş ve Beyt-i Ma'mûr'a, Beytü'l-İzzet denmiş.

Sofîlerden bazıları, Beyt-i Ma'mûr'u, 'beka billâh maallah' kahramanlarının kalbi diye yorumlamış ve Arş u Kürsî'de olduğu gibi izafî olanı ya da izdüşümü hakikî ve aslî gibi mütalâa etmişlerdir. Aslında Sidretü'l-Müntehâ'nın Beyt-i Ma'mûr'la, Beyt-i Ma'mûr'un Kâbe ile ve kademe kademe hepsinin mü'min kalbi ile bir alâkası vardır ve bir mânâda kalb hem bir Arş, hem bir Sidre, hem bir Beyt-i Ma'mûr, hem de Beytullah'tır. Elverir ki o kalb 'kalp' olmayıp 'kalb' olsun...

اَللّٰـهُمَّ يَا مُنَوِّرَ الْقُلُوبِ نَوِّرْ قُلُوبَنَا بِأَنْوَارِ مَعْرِفَتِكَ وَأَفِضْ عَلَيْنَا مِنْ عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ سَيِّدِ الْعَارِفِينَ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحاَبِهِ الْمُخْلِصِينَ الْوَاصِلِينَ

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.