Fizik Ötesi Âlemler (1)

Arş

Lügat itibarıyla, çardak, taht, binanın tavanı veya bir şeyin ufku mânâlarına gelen arş; bütün gökleri ve yerleri kaplayan, bütün burçları kuşatan maddî-mânevî umum kâinatlarla alâkalı ilâhî emir, irade ve meşîet-i sübhâniyenin ilk tecellî ve zuhur mahalli ulvî bir âlemin unvanıdır. Bu yüce âleme 'Arş' dendiği gibi onun tersi sayılan ve altı kabul edilen yere de 'ferş' denegelmiştir. 'Arş'a çıkılır, ferşe inilir.' sözleriyle, bunu daha bir netleştirmiş ve Arş u ferşi iki kutup şeklinde göstermişlerdir; devriyelerden birine arşiye ve diğerine de ferşiye denmesi de bu mülâhazaya bağlıdır.

Arş'ı, kinâî olarak, Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametinin ilk tecellî ufku şeklinde yorumlamanın daha uygun olacağını söylemeden edemeyeceğim; zira böyle bir yaklaşımda Allah'ın hayyiz ve mekân mülâhazalarından münezzehiyeti de ifade edilmiş olmaktadır. 'Arş'a istivâ' sözü bir hakikat-i mübhemedir; yoksa, Hakk'ın ne Arş'ta oturması ne de kurulması söz konusudur.

Eski astronomi Arş'a, bütün eflâkı kuşatan, dokuzuncu, en büyük ve muhît felek nazarıyla bakıyordu. Aynı zamanda ona 'felek-i âzam' ve 'felek-i atlas' da diyordu. Böyle bir yaklaşım o günkü astronomik telâkkilere göre doğru sayılabilirdi. Şimdilerde ise, astronomlar farklı şeyler söylüyorlar. Kur'ân-ı Kerim, Sünnet-i Sahîha ve müfessirîn hazerâtının mütalâalarına gelince, bence asıl üzerinde durulması gereken de bu olmalı.

Arş, Âlemlerin Rabbi itibarıyla Cenâb-ı Hakk'ın tekvînî ve teşrîî emirlerinin mahall-i tecellîsi, kudret ve azametinin matla-ı münevveri; fevkânîliği mutlak, esrarı Allah'a emanet sıfât-ı sübhaniye ve esmâ-i fiiliyenin câmi' bir aynası ve canlı-cansız bütün varlığın şekillendirildiği -tabir caizse- bir tezgâhıdır. Böyle olunca da gözü madde, cisim ve fizikî varlıklardan başka bir şey görmeyenlerin onu anlaması mümkün değildir.

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir diğer konu da Arş'a istivâ meselesidir. Eski-yeni pek çok yorumcu bu mevzuda bir hayli farklı düşünceler serdetmiş ve nefes tüketmişlerdir.

Evvelâ, ' اِسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ ' sözünde onun üzerine yükselme, fevkânî bir durum izhar etme... gibi hususlara işaret yanında, hâkimiyetini duyurma, kudret ve azametini gösterme türünden mânâlar da söz konusu olabilir. Zira Arş, bütün zamanları, mekânları, cihetleri kuşatan bir varlık olması itibarıyla orada bunların hiçbiri yoktur ki, hayyizden ve mütehayyizden de söz edilebilsin.

Sâniyen, Allah, madde, cisim, cevher, araz ve mütehayyiz olmadığından, O'nun istivâsında da bizim oturma ve kurulmamıza benzer şeyler söz konusu değildir. Nasıl olur ki O, Kur'ân-ı Kerim'in de ifade buyurduğu gibi, bütün arz ve semâvatı yed-i kudretinde tutmanın yanında insana da şah damarından daha yakın bir kudret-i kahire ve bir Rahmân u Rahîm'dir.

Sâlisen, bizim gibi âciz kimseler hakkında dahi 'hâkim oldu, tahtına oturdu veya kuruldu' dediğimizde, 'ahkâm ve emirlerini herkese kabul ettirdi, iradesini dört bir yana duyurdu ve saltanatına baş eğdirdi' şeklinde bir şeyler anlarız. Zât-ı Ulûhiyet mülâhazasında ise bu tür yaklaşımlar O'nun mukaddes ve münezzeh olmasının vâcib neticesidir.

Aslında selef-i sâlihîn tâ baştan itibaren, İbrahim Hakkı hazretleri dilinden ifade edecek olursak, O'nu şöyle tavsif etmişlerdir:

Ne cism ü ne arazdır ne mütehayyiz ne cevher,
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden dahî elvân ü eşkâlden,
Muhakkak ol müberrâdır budur selbî sıfâtullah.
Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde
Ve sûretten münezzehtir, mukaddestir teâlallah.

Bu tür yaklaşım ümmetin büyük çoğunluğunun kabul ettiği bir yaklaşımdır ve Ehl-i Sünnet akidesi de bu telâkkiye göre örgülenmiştir. İlkler, bu tür konular üzerinde münakaşaya girmemiş; hatta bu kabîl müteşâbihatla alâkalı sorulara dahi cevap vermeden kaçınmışlardır. Öyle ki, İmam Mâlik hazretlerine istivâ ile alâkalı soru soran birine, Hazret bir miktar teemmülden sonra ona dönmüş ve 'İstivânın ne olduğu belli, keyfiyetini idrak etmek mümkün değil, onu olduğu gibi kabul vacip, bu tür bir soru da bid'attır.' diyerek kestirip atmıştır.

Ne var ki, daha sonraları, Müslümanlar arasında, pek çoğu itibarıyla yabancı menşe'li düşünce akımları zuhur edince, o dönemdeki ulema (müteahhirîn) bazılarının 'istivâ' sözcüğünden çıkardıkları, tecsim, hayyiz ve mütehayyiz... gibi bâtıl yorumlara karşı bu kelimeyi Kitap ve Sünnet'in ruhuna uygun tevil ederek saf yığınları sapık düşüncelerden sıyanet etmeye çalışmışlardır; çalışmış ve özet olarak şu yorumlar üzerinde durmuşlardır:

İstivâ sözcüğü, hâkimiyet ve mülkiyetin tamamiyeti, nizamın da ekmeliyetinden kinaye bir tabirdir. Kur'ân-ı Kerim'de, istivânın geçtiği hemen her yerde böyle bir hâkimiyet ve tedbire vurguda bulunulması da bunu göstermektedir.

İstivâ sözüyle tekvinî emirlerin arka planındaki âdât-ı ilâhiye hatırlatılarak eşyânın ilk yaratılışta olduğu şekilde perdesiz, hâilsiz bırakılmadığına, esbab ve ilelin, izzet ve azamete perde yapıldığına telmihte bulunulmuştur.

Yine bu kelimeyle, mebde'de bütün eşyâ O'nun ilim, kudret ve iradesiyle var edildiği gibi, daha sonra da her şeyin Arş'ta mütecellî O'nun hâkimiyet ve kayyûmiyetiyle devam ettiği/edeceği ihtar edilmiştir.

Bu kelimenin üzerinde isti'lâ mânâsıyla, Allah hâkimiyetinin, beşerî idare ve tedbirlerle kıyas edilemeyecek ölçüdeki ihatası hatırlatılmıştır.

Yine bu kelime ile, bizim fevkalâde bu'dumuz ve O'nun manzar-ı a'lâdan her şeyi ve herkesi gören-bilen ve onlara kendi nefislerinden daha yakın olan kurb-u mutlakı ifade edilmiş gibidir.

Bunlar ve benzeri tevillerle ulema-i kirâm, ehl-i İslâm'ı tecsim, hayyiz, mütehayyiz ve ittihat gibi dalâlet mülâhazalarına yuvarlanmaktan sıyanet etmeye çalışmış ve bize fikir istikametimiz adına her zaman başvurabileceğimiz önemli argümanlar hazırlamışlardır. Onların bu samimî sa'y ve gayretlerini şükranla karşılamanın yanında firak-ı dâllenin sapık fikirleri söz konusu olmadığı durumlarda, fakir, bu tür konuların hakikatini Hazreti 'Allâmü'l-Guyûb'a havale ederek İmam Malik gibi davranmanın daha uygun olacağını düşünüyorum.

Müfessirîn-i izâmdan bazıları, Kürsî ile Arş'ın aynı şey olduklarını söylemiş ve her ikisinin de evsâf-ı sübhaniye ve hâkimiyet-i ilâhiyenin mahall-i tecellîsinden başka bir şey olmadıklarını vurgulamışlardır. Ancak pek çok muhakkıkînin beyanlarının yanında İbn Kesîr'in 'el-Bidâye ve'n-Nihâye'de zikrettiği hadis ve eserler bu iki mahall-i tecellînin birbirinden farklı şeyler olduğunu göstermektedir. Evet, konuyla alâkalı Efendimiz'den şerefsudûr olmuş ehadîs ve âsâr, Arş'ın Kürsî'den başka olduğunu ve ondan milyon defa büyük bulunduğunu ifade etmektedir. Öyle ki, Kürsî kâinatlardan ne nisbette büyük gösterilmişse, Arş'ın da Kürsî'den o kadar geniş ve kuşatıcı olduğu ifade buyurulmuştur. Onun bu vüs'atini ortaya koyma sadedinde, arz, sema, Cennet, Cehennem, Sidretü'l-müntehâ, Beytü'l-ma'mur... gibi bütün ulvî âlemler Arş'ın ihatası altında gösterilmiştir.

Bununla beraber, Arş'ın bu genişlik ve kıymeti kendine ait vüs'at ve ihtişamında değil de, Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve hâkimiyetinin birinci derecede mahall-i tecellîsi olmasında aranmalıdır. Evet, onu bu âlem ve ötelerde kıymetler üstü kıymete ulaştıran bu mahalliyet ve mir'âtiyettir; bu itibarla da onun eşi-benzeri yoktur.

Arş, evsâf-ı kemâliye ve esmâ-i fiiliyenin mahall-i tecellîsi olması açısından izafî bir sınırsızlığı hâizdir. Bir mânâda her varlık onda başlar ve onda sona erer.. onda zaman, mekân ve cihet de söz konusu değildir; çünkü onun bütün bunları aşkın bir fevkânîliği vardır.. ve o bu keyfiyetiyle dünyayı da kaplar ukbâyı da.

Biz, bütün bunları tam idrak edemesek de, Kur'ân ve Sünnet-i Sahîhanın haber verdiği çerçevede onun mevcudiyet ve fonksiyonlarına inanır; hakikatini kavrayamayacağımız itirafında bulunur ve mahiyet-i nefsü'l-emriyesini Hazreti Allâmü'l-Guyûb'a havale ederiz. Onu düşündüğümüzde sıfât-ı sübhaniyenin ilk meclâsını ve esmâ-i fiiliyenin en nûrânî aynasını hatırlar; onun ötelerde ehl-i imanın başına saldığı/salacağı ukbâ gölgeleriyle doyar gibi oluruz.

Arş, Kürsî her şeyin üstünde ve zamanları, mekânları aşan birer mâhiyeti haizdirler; ne var ki onların bu hususiyetleri lâzamânî ve lâmekânî olan Ezel ve Ebed Sultanı'ndandır, dolayısıyla da izafîdir.

Her biri bir bilmece gibi görünen bu muğlak ve muammâ konuları kavramada akıl zorlansa, ilimler acz itirafında bulunsalar da, her zaman O'na müteveccih 'latîfe-i Rabbaniye' ne eder eder kendi ufkundan bir kısım hakikatlere ulaşarak itminana vesile olabilecek pek çok şey bulabilir; ifade darlıkları yaşasa da gönlünün dilinden değişik şeyler dinleyebilir.. kavradıklarını hamd ü senâlarla seslendirir, dahasına arzusunu ortaya koyar, kavrayamadığı hususlar karşısında da ' اَلْعَجْزُ عَنِ اْلإِدْرَاكِ إِدْرَاكٌ ' der ve kendi arş-ı kemâlâtına, ihata serhaddine saygılı kalmasını bilir.

Aslında mü'min, bildiği şeylerin yanında pek çok bilmediklerinin de olabileceğini baştan kabullenen bir insaf insanıdır. O, kalbinin cihanları kuşatacak bir vüs'atte olduğuna inansa da, bu latîfenin en önemli bir derinliğinin de kendi idrak sınırlarını ve boşluklarını bilmekten geçtiğinin farkındadır; sürekli acz ü fakr soluklar ve gözünü asla Allâmü'l-Guyûb'dan ayırmaz.

Arş'la alâkalı, Bediüzzaman hazretlerinin de enteresan mülâhazaları vardır; konuya son noktayı koymadan özet olarak ondan da söz etmek istiyorum. Bediüzzaman hazretleri Arş'la alâkalı şu mütalâayı serdediyor:

Arş, Zâhir-Bâtın, Evvel-Âhir isimlerinin halîtasından ibarettir. Halîtanın bir buudunu teşkil eden ism-i Zâhir itibarıyla Arş mülk, kâinatsa melekût olur. İsm-i Bâtın açısından Arş melekût, kevn ü mekânlar ise mülk olur. Yani Arş'a ism-i Zâhir itibarıyla bakılsa kendi zarf, kevn mazruf; ism-i Bâtın zaviyesinden nazar edildiğinde de o mazruf, kâinatlar da zarf olur. Keza, ism-i Evvel itibarıyla ona bakıldığında ' وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْماَءِ ' âyetinin ifade ettiği âlemin bidayetini işaretler; ism-i Âhir itibarıyla da ' سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْشُ الرَّحْمٰنِ ' hadisinin imada bulunduğu nihayete vurguda bulunur. Bu itibarladır ki, Arş'a, bu dört isimden aldığı hisse-i tecellî ile bütün varlık ve kâinatların sağını-solunu, altını-üstünü, içini-dışını kuşatan bir halîta nazarıyla bakabiliriz.

Bediüzzaman 'Arş-ı a'zam' ve 'Arş-ı a'lâ' ile alâkalı bu mülâhazalarının yanında bir de şöyle bir arş telâkkisinden söz eder:

Cenâb-ı Hak, mahlûkat-ı arziyeyi rubûbiyeti noktasında bir arş yapmıştır -buna Arş-ı a'zamın izdüşümü de denebilir- bu umumî atlasın önemli bir unsuru olan havayı emir ve iradesine bir nevi arş; nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş; suyu ihsan ve rahmetine farklı bir arş; toprağı da hıfz ve ihsanına ayrı bir arş yapmış ve bunlardan üçünü mahlûkat-ı arziye üstünde gezdirmektedir. Eğer Kâbe, ötelerden bir şeyin izdüşümü veya aynası, insan ayrı bir şeyin mir'ât-ı mücellâsı, fizik âlemleri de metafizik âlemlerin bağı-bahçesi ve serası ise, dünyamızdaki hava, su, nur ve toprak unsurlarının da ulvî âlemlere ait bir şeyin aynası, ziyası ve izdüşümü olması gayet normaldir.

Sofîlerin Arş hakkındaki mütalâaları biraz farklıdır; onlar, müfessir ve kelâmcıların mülâhazalarını reddetmemekle beraber, ona, 'akl-ı küll, nefs-i külliye, âyât-ı tekvîniye' gibi ad ve unvanların yanında ' وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْماَءِ ' âyetinden hareketle 'Arşü'l-hayat', 'Arşü'l-meşîet', bütün zerrat, bütün mürekkebât, arz u sema ve eflâkı ihata etmesi açısından 'Arş-ı Rahmânî', levh-i mahfuz hakikatinin bir aynası olması zaviyesinden de 'Arş-ı a'zam' da deyivermişlerdir. Mü'minin kalbine de arş demişler ise, onu bir 'beyt-i Hudâ' gördüklerinden dolayı demişlerdir. Sofîler arasında böyle bir yaklaşım çok yaygındır; İbrahim Hakkı hazretleri:

'Dil beyt-i Hudâ'dır ânı pak eyle sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.'

derken, bir başka Hak dostu onunla alâkalı şunları söyler:

'Kalb-i mü'min arş-ı Rahmân'dır
Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.'

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.