Kırağı Korkusu
Bir bahar gibi başlar her şey. Güzel tasavvurlar, tatlı düşünceler ve zümrütten hayâllerle... Her güzel başlangıç, neticeye ermenin ilk şartı ve ilk sebebi olması itibariyle de, zevkli ve ümit vericidir. Ancak, pek çok güzel başlangıç vardır ki, 'baharı görmeden hazâna' erer ve geride kırağı vurmuş bir sürü yıkık rüya bırakır gider.
Başlatılan her hayırlı iş, her hayırlı teşebbüs, kadirşinâs mirasçılar ve birleri, binlere ulaştırma sevdâlısı nesiller sayesinde, varlığa erer ve süreklilik kazanır. Ve şayet, o iş ve teşebbüs, serpilip bağrında gelişebileceği bu ideâl kadroyu ve bu karasevdâlıları bulamazsa, samyeli vurmuş gibi kurur ve yerle bir olur.
Mısır'dan Roma'ya ondan da bütün doğu medeniyetlerine ve hattâ Osmanlı İmparatorluğuna kadar, bilumum umrân-ı âlem [1] aynı kader çizgisinde doğmuş, aynı plâtformda gelişmiş ve aynı hazin akıbetle kadavralaşarak tarihe mâl olmuştur. Bir bakıma böyle olması da zarurî ve tabiî idi; zira onlar, kendilerini devamlı kılacak özlerini, çoktan yitirmişlerdi. Evet, bir şeyin varolması, şekillenmesi ve olgunluk çağına ermesi için, ne kadar ceht ve gayret gerekli ise, hayatiyetini devam ettirmesi ve varlığını sürdürmesi için de, en az o kadar, belki daha fazla safvet, öze bağlılık, aşk ve vecde ihtiyaç vardır.
Bir tomurcuk, bir yumurta, bir yavru binbir zorluklarla meydana gelir ve varlığa erer. Sonra küçük bir ihmâl az bir gaflet ve ehemmiyetsiz bir ârıza ile mahvolur gider. Gider de, ne bahar bekleyen tomurcuktan, ne yığın yığın müşkülleri aşarak ortaya çıkan yumurtadan ne de yavrudan eser kalmaz. Toplum hayatı da öyledir. Bin meşakkatle elde edilen zaferler; debdebe ve ihtişama ulaşan medeniyetler; göz kamaştırıcı umranlar, beklenmedik bir kırağı ile yerle bir edilir de, esefli birer rüya, hasretli birer hayâl olur kalırlar.
Nedendir bu çözülüş ve çöküşler? Nedendir önüne geçilmez gibi işleyen bu hâdiseler? Acaba, toplumları ve medeniyetleri, bu âfetlere karşı koruyacak bazı seralar bulunamaz mı.? Bulunamazsa, insanın cemadattan farkı nedir...?
Üst üste bu sorular, hazândan ürkmüş bir dimağın istifhamlarını aksettiriyor. Belki daha bir sürüsünü bunlara ilâve etmek de mümkündür.. ne var ki, kalpleri tereddüt ve şüpheler içinde bırakmamak için, böyle bir tasvire girişmeyi uygun bulmuyoruz.
Evet, vâkıa, her fert gibi, her toplumun da belli bir ömrü ve takdir edilmiş bir eceli vardır. Müddetini dolduran her fert ve toplum -büyük veya küçük bir sebeple- elvedâ diyerek ayrılır. Ayrılır da kimse onu durduramaz. Her varlık bu mihnet evine birer birer gelir, birer birer gider; bu geliş ve gidişte fertleri, milletler ve devletler takip eder. Gelenler bir yığın çâre ve tedbire dayanarak gelir. Ama gidenler, sezilmedik sebeplerle ve sessizce silinir gider.
Şimdiye kadar bu kahhâr-ı devvârın [2] dişleri arasında binlerce millet ve yüzbinlerce umrân çiğnenip gitti. kim bilir, daha nice medeniyetler, o diş ve damaklar arasında eriyip yokolacaktır.!
'Bu bir devvâr u gaddârdır.
Gözü gördüğünü hep yer
Ne şâh u ne gedâ bunda,
Ne bir ferd pâyidar olmuş' L.
Ancak bu geliş gidiş devr-i dâimini [3], mutlak bir kadercilik içinde mütâlâa etmeye de imkân yoktur. Bilâkis, bu hususta hem fert hem de topluma terettüp eden pek çok mesuliyetler vardır. Fert, iç müşâhede ve kendi kendini kontrol etme; toplum da ona, emniyet içinde varlığını sürdüreceği bir zemini hazırlamakla mükelleftir. Fert; aşk, hassâsiyet, iç düzenleme ve kendini hesaba çekmede ihmâl gösterir; toplum da, kendisi için tehlike arz eden faktörleri baştan sezemezse, o millet ve o toplum için ölüm emâreleri belirmeye başlamış demektir. Bu itibarla, ferdin hem kendini, hem de içinde yaşadığı cemaati; cemaatinde, ferdi görüp gözetmesi, hayatî ehemmiyet arz eden ciddî bir husustur.
Evet, sıhhatli bir toplum, onu teşkil eden fertlerin iç derinliği ve kalbî, rûhî hayatıyla mevcut sayılır. Ve varlığını, canlılığını da ancak onlar sayesinde devam ettirebilme durumundadır. Denebilir ki, toplum, tamamen aile cüz-ü fertlerinin [4] ve fert izotoplarının hâl ve keyfiyetine göre şekillenmekte ve buna göre yönlenmektedir.
Buna binaen, fertlerde mevcut olan her güzellik, her kıymet ve her değer katlanarak topluma akseder. Aksine, onlardaki her uygunsuzluk, her yetersizlik de, bir fezîa [5] ve bir fâcia olarak toplumun yolunu keser ve onu derinden derine yaralar.
Bu açıdan, fertleri, içten içe yanmış ve karbonlaşmış bir toplumda, ne canlılık, ne sıhhat ve ne de elde ettikleri nimet ve imkânları değerlendirerek, yeni lütuflara liyâkat kazanma ve yeni ufuklara doğru açılma, asla söz konusu değildir. Bilâkis, fertlerdeki bu iç çözülme, önce onlarda, sonra da toplumun bütün kesimlerinde zincirleme hüsranlara yol açacaktır ki; bu da, o toplumun kendi içinde çürüyüp yok olması demektir.
Bu şundandır; 'Yüce Yaratıcı, bir topluma bahşettiği nimetlerini, o toplum kalbî ve rûhî durumunu değiştirmedikçe geri alacak ve değiştirecek değildir' (K). Yani o cemaat, kendisine bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki safvet, samimiyet, azim, kararlılık ve hasbîlik... gibi, yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilâhi âdete göre- o nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir. Aksine, bir heyet-i içtimâiyye [6] kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana gelmiş demektir.
Onun içindir ki; bizler, asırlardan beri devam ede gelen sarsıntı ve çöküntülerimize, dışta sebepler arama yerine, insanımıza iç murâkabe, kendi içinde derinleşme ve kendi kendini keşfetmeyi tavsiye ediyoruz. Ve yine onun içindir ki; makam ve mansıba dilbeste olmayı, öldürücü zehir sayıyor ve hayâlî zaferlerin ganimetini paylaşma uğrunda verilen kavgalara, cinnet nazarıyla bakıyoruz. Ve yine onun içindir ki, bu yüce davaya gönül vermişler arasında, şahsî çıkar arayanları ve şahsî refah peşinde koşanları, bu güzîde topluluk içine sızmış zararlılar addediyor, onlardan ve düşüncelerinden uzak kalmaya çalışıyoruz.
Ne mutlu, geleceğin dünyasını kuracak hasbîlere! Ne mutlu, kutsiler pazarında insanlık uğruna ateşlere atılanlara ve çarmıha gerilenlere! Bin muştu olsun, şahsî haz ve zevklerini, içinde yaşadıkları topluma fedâ edenlere!
[1] Umrân-ı âlem: Âlemin imarı, medenileşmesi, ilerlemesi, refah ve saadeti
[2] Kahhâr: Ziyadesiyle kahreden, yok eden, batıran. Devvâr: Çok dönen, devreden
[3] Devr-i dâim: Devamlı dönme
[4] Cüz-ü dâim: Atomlar
[5] Feziâ: Skandal
[6] Heyet-i içtimâiyye: Topluluğa âit cemiyet
- tarihinde hazırlandı.