Mülâhazalarımızın Neresindeyiz?

Bir zamanlar bizim mübarek dünyamız; rengi, deseni, havası, ruhanî iklimi, kendi kimliğini koruma azm ü gayreti, geçmişten tevarüs ettiği değerleri, kökleri semavîliğe dayanan âdetleri ve bütün bunların mecmuundan kaynaklanan maddî-mânevî güzellikleriyle bambaşka bir âlemdi. Bizim için, çarşı-pazar, cadde-sokak bile tıpkı mâbed harîmi birer tebliğ mekânı, mescitler ve nurlu evler de âdeta Kâbe'nin izdüşümü gibiydi. Aramızda muvakkaten de olsa bulunma bahtiyarlığına erenler, uğradıkları her yerde, duyguları, düşünceleri ve gönül enginlikleriyle rûhânîleri hatırlatan, olabildiğine derin, incelerden ince, fevkalâde nazik ve hâllerinden memnun çehrelerle karşılaşır; yükselen hemen her seste, göklerin merhameti, meleklerin mehâbeti ve annelerin şefkatini duyarlardı. Hâdiselerin tazyikinden bunalmış gönüller ve muvakkat bazı olumsuzluklarla sıkışmış ruhlar, mütebessim simaların dolaştıkları bu sihirli atmosferde Cennet gölgeliklerine sığınmış gibi bütün hafakanlarını atar, tılsımlı bir meltemle mânevî banyo yapmış gibi rahatlar ve serinlerlerdi.

O iklimde, hiçbir kötülük, çehreleri karartacak şekilde alenîleşip yüze vurmaz; fenalıklar uzun boylu yaşama imkânı bulamaz; günah ve isyan istidadı, gücünü denese bile gizlilik içinde dener ama bu denemeler de asla tutmazdı. O günün insanları, arınmak niyetiyle sık sık tevbe ve inâbe kurnaları altına koşar; istiğfarla şer meyillerinin önünü keser, dua ve niyazlarla sürekli iradelerini güçlendirir; bir hata ya da günahtan dolayı ömür boyu devam eden pişmanlıklarla kıvranır ve her zaman Hakk'a yakın durmaya çalışırlardı.

O günlerde, ne kadar arzu ederdik, Rabbimiz karşısında hemen her zaman vücudumuzun, tıpkı salınan ağaçlar gibi tir tir titremesini ve iki elimizin birden O'nun kapısının tokmağında bulunmasını! Ne çok isterdik, kalbimizin her çarpışında, nabzımızın her vuruşunda kendi eksik ve gediklerimizi duymayı, sadece kendi alnımızın karasıyla meşgul olmayı ve kazârâ şahit olduğumuz her yanlış karşısında başkalarının durumunu görmezlikten gelmeyi! Gönülden talep ederdik, hayatımızın terazisine konacak değerlerin, iç murakabelerimizden süzülen vicdanî hesaplarımızın ürünü olmasını. Ne kadar dilerdik, kazanç kefemizin her zaman dopdolu bulunmasını ve kazandıklarımızın bütünüyle O'ndan bilinmesini! Ve hep arzu ederdik, rahatı, rehaveti bütün bütün unutarak kalbî huzurumuzu zahmete bağlamayı ve meşakkatle serinlemeyi.. ömrümüz elverdiği sürece insanlığın huzuru ve itminanı için kendimizi unutup her zaman onları düşünmeyi.. sevgide hemen herkese karşı sımsıcak ve herkesi kucaklayacak bir derinliğe sahip bulunmayı; öfkede, kinde ve nefrette ise unutkan olmayı...

Söz vermiştik; en içten duygularla kendimizi insanlığı tenvire adayarak, her zaman mumlar gibi yanıp eriyecek ve kendimize rağmen uzak-yakın çevremizi aydınlatmaya çalışacaktık.. her yerde hakkın dili-tercümanı olarak samimî bir adanmışlık ruhuyla gezip hep O'nu soluklayacak ve O'nu anlatacaktık. Yeminliydik; gönülden âhların yükseldiği gecelerin seher rengine bürünerek, yaratılıştaki yerimiz itibarıyla kendimiz gibi davranacak, kendimiz gibi olacak ve ölesiye öyle bir koşacaktık ki, kuşlar kanatlarını kısıp bizi temâşâya koyulacaktı.. Hakkı, hakikati öylesine yürekten haykıracaktık ki, aslanlar paniğe kapılıp inlerine sığınacaklardı. Ahdetmiştik; aslanlığımız tuttuğunda, gönüllere korku salma yerine iradelerimizdeki zincirleri kırmaya çalışacak; ateş olduğumuz zaman yangın çıkarmaya bedel mumların fitilleriyle buluşarak çevremize ışıklar saçacaktık.. sellere dönüştüğümüzde hayat olup bağlara, bahçelere akacak; rüzgârlar gibi estiğimizde de tohumları sırtımıza alıp telkih mırıldanacak, havadaki nem parçacıklarını bir araya getirerek bulutlara, rahmete dönüşme âdâbını öğretecektik.

İnanıyorduk ki, Allah'ın teveccühü ile damla derya, zerre güneş olur ve acz u fakr da müthiş birer kuvvet kaynağı hâline gelir. Dolayısıyla, ten kaygısından, cismâniyet derdinden sıyrılacak; bütün benliğimizle O'na yönelecek ve ilk mevhibelerimizin değerler üstü değerlere ulaşması için gözlerimizi O'ndan asla ayırmayacaktık. Sık sık iç murakabe ve muhasebelerle kendimizi tartıp değerlendirecek, imkân ve istidatlarımıza göre duruşumuzu iyi belirleyecek, özümüzdeki mevhibeler ile ortaya koyduğumuz sa'y ve gayret arasındaki münasebete dikkat edecektik; dikkat edecektik ki, bize ne 'vefasız bir nimet hamalı' desinler, ne de bizi başkasının ihsanlarıyla küstahlaşmış birer şımarık saysınlar.

Çok kararlıydık; diyaneti Allah'a yakınlığın yolu bilecek ve bütün samimiyetimizle dinin eteklerine sarılacaktık. Başımızı imanın o eminlerden emin sığınağından çıkarmayacak; Yaratan'a teslim yaşamaya çalışacaktık! O'na tevekkülde asla kusur etmeyecek ve O'nunla muamelelerimizi derin bir edep dairesi içinde sürdürerek gösterişsiz ve gürültüsüz bir mü'min olmaya bakacaktık! Zira, dolu gönüllerin, dopdolu cevher kutuları gibi dışarıya ses sızdırmadıklarının; doymamış ruhların ise, içinde bir-iki yalancı inci bulunan kumbaralar gibi sürekli kulak zarı çatlattıklarının farkındaydık. Biz, her an kalbimize nazar edildiğini düşünecek, gönlümüzü her zaman pâk tutacak ve sadece o ebedî mihrabımıza yönelecektik! O güne kadar o kıbleye yönelenlerden kaybeden, başka kapılardan vefa arayanlardan da kazanan hiç olmamıştı. Aksine o kapıya yönelenler hep diri kalmış, ebediyete mazhar olmuş ve O'nun eşiğine baş koyduklarından dolayı da başkalarına kul olma zilletinden kurtulmuşlardı. Biz de o eşikten asla ayrılmayacaktık.

O eşikten ayrılmayacaktık; çünkü, bir Hak dostunun; 'Beni, avını beklediği delik önünde, sabahlara kadar gözünü kırpmadan bekleyen bir kedi irşat etti.' dediğini duymuştuk. Biz de tavrımızı değiştirmeden, nazarlarımızı Hak rızası hedefinden ayırmadan, ömür yetse, üç yüz sene-beş yüz sene bekleyecektik ebedî mihrabımızda.. bilmem kaç defa düzenimiz bozulsa, hizmetimiz hebâ olsa da, gönül koymadan, darılmadan 'yeni baştan' deyip yürüyecektik yolumuza. Bu uğurda, dövülsek de, sövülsek de, diyar diyar sürülsek de, yine yüz sürecektik Sevgili'nin eşiğine ve vefasızlık etmeyecektik davamıza...

Bütün bunları duyup hissettik, yazıp çizdik; sözler verdik, yeminler ettik ve gönül dünyamızda bu duygularla yatıp kalktık. Fakat, acaba bugün vicdanımız hesabına nerede duruyoruz, bu mülâhazaların neresindeyiz? Söylediğimiz sözler, ettiğimiz vaadler ve dile getirdiğimiz düşünceler açısından aynı yerde bulunuyor muyuz; o kanaatlerin yanında mıyız? 'Allah bize yeter, O ne güzel dost ve ne güzel vekildir.' derken, Hazreti İbrahim'in teslimiyet ufkunda seslendirilmesi gereken bu söz bize ne ifade ediyor? Vicdanımızda o teslimiyeti hissedebiliyor muyuz? Rıza-yı ilâhîden dem vururken ve adanmışlıktan bahsederken kalbimizin de o istikamette attığından emin miyiz? Sadece Allah'ın hoşnutluğuna talipsek ve beklentisiz olmayı diliyorsak, her meseleyi O'nun ilmine bağlamakla yetinmeli; O'nun görmesini, bilmesini, bizimle olan muamelesini ve hakkımızdaki takdirini kâfi bulmalı ve tereddütlerden, şikâyetlerden, nankörlük ve vefasızlıktan uzak durmalı değil miyiz!

Evet, o ilk günlerden bu âna kadar, vicdanımızda sürekli bu soruların cevabını aramalı, hep içimizin sesini dinlemeli ve kendimizle sık sık yüzleşmeliydik. Allah karşısındaki durumumuzun ve konumumuz ile duruşumuz arasındaki uygunluğun muhasebesini yapmalıydık. 'Acaba konumumuzun hakkını veriyor muyuz?' diyerek günde belki yüz defa nefsimizi hesaba çekmeliydik. Her birimiz, 'Durmam gerekli olan yer neresi, ben nerede duruyorum?' demeli ve 'Ey Sevgili, Sen nerdesin, ben nerdeyim?' diye inlemeliydik. 'Allahım, Sen nerede bulunmamı istiyorsun, ben nerede duruyorum? Sen, bana benden daha yakın olduğunu söylüyorsun; her şeyden daha ayân bulunduğunu beyan buyuruyorsun. İnandım, Senden ayân bir nesne yok, Sen sadece gözsüzlere pinhânsın; fakat, bana da göz verdiğin hâlde, benim nazarlarımdan hâlâ niçin gizlisin?' yakarışlarıyla gerilmeli; kalbimize ve ufkumuza göre kasdî ve iradî bir tavır belirlemeliydik.

Heyhât, son bir dönem var ki, bütün bütün olmasa bile biz, bu yüksek insanî değerlerden bir hayli uzaklaştık. Kendi kimlik ve karakterimizde üst üste kırılmalar oldu. Bizi biz yapan inançlarımızın, düşüncelerimizin çehrelerinde renk atmalar, matlaşmalar, hatta bazılarımız itibarıyla kirlenmeler görülmeye başladı. O eski güleç ve gökçek yüzlerin yerlerini, abûs, şikâyet edalı, somurtkan ve çok defa öfkeyle kızaran simalar aldı. Sanki bir zamanlar, o olabildiğine canlı, neşeli, sımsıcak ve herkese açık bu incelerden ince toplum fertleri; özü, usâresi ve ruhu itibarıyla karbonlaşmaya yüz tutmuş fevkalâde sert, kaba, kırılgan, insan görünümünde bir kısım cisimlerle yer değiştirdi.

Maalesef, bazılarımız, bize bahşedilen yerimizi koruyamadık, durduğumuz yerde kararlı, şuurlu ve ihlâs derinlikli duramadık. El elden çözüldü, yâr elden gitti, gülleri hazan vurdu, bülbüller âha düştü. Çeşmeler kesildi, çaylar kurudu; âdeta her yanda dikenler boy attı ve her tarafı saksağan sesi kapladı.

Bugün, ömrümüzün hasenât kefesi neredeyse bomboş olmasına rağmen, pek çoğumuz itibarıyla bir ihlâs bezginliği içindeyiz. Çoğumuz gafil, bedbin, dünsüz-yarınsız sefil birer hâlzede gibi aktüalite ile iç içeyiz. Her hâlimizde âlâyiş, gösteriş, köpük köpük hevâ ve heves; sürekli zevk u safâya, makama, mansıba, şöhrete, şana ve dünyevî hülyalara oynuyoruz. Bir zamanlar, rüya ve hülyaları ekonomi ve refah, taptıkları da dolar, dinar ve euro olan yığınları kınarken, şimdilerde onlar gibi olmaya yürüyoruz. Ellerimiz-ağızlarımız, gözlerimiz-kulaklarımız, dillerimiz-dudaklarımız yaratılış gayelerinden fersah fersah uzak ve âdeta nankörlüğe kilitli; eller memnû meyvelerde, ağızlar harama açık duruyor; gözler başkalarının kusur müfettişi. Kazançlar kuşağında sürekli kaybediyoruz; kaybederken de muhtemel daha kötü durumlarla teselli olmaya çalışıyoruz. Dağınık, derbeder ve kullanılmaya müsait bir duruşumuz var; 'mevcutla iktifa' deyip istirahate çekilmişiz. İnsanlar birbirine yabancı, vifak ve ittifak nikâhı Allah'ın buğzettiği talâka emanet, nefsânî duygularımız yeni fırtınalar çıkarma cephesi oluşturma peşinde ve çoğumuz şahsî düşüncelere ipotek gibiyiz.

Dahası, seccadeler kuruyalı yıllar oldu; seneler var kulaklarımız gönül çığlıklarına hasret.. çöller gibi kupkuru atmosferimiz.. hicranla yanan sinelerin nasıl yandığını hissetmiyor gibiyiz. Çehrelerimiz âdeta birer buz parçası, bakışlarımız anlamsız.. sinelerimizde kıvrandıran acıdan iz yok, simalarımız asla inandırıcı değil.. bu gafletle geleceğe yürümemiz, yürüyüp varlığımızı sürdürmemiz çok zor olsa gerek...

Vâkıa, böyle bir durum herkes için söz konusu değil; içten içe çürüyenlerin, değişip başkalaşanların ve özünü yitirenlerin yanında mânâ köklerine bağlı, saf ve dupduru kalmış bir hayli insan da var; var ve bunlar, uyaran bir ışık, samimî bir ses, içten bir diriliş çağrısı ve çağın sesiyle bir ezan bekliyorlar.

Ne var ki, sık sık kendini kritiğe tâbi tutan kaç insan gösterebilirsiniz? Kaç insan gösterebilirsiniz ki, zaafları-kabiliyetleri, boşlukları-güç kaynakları, kaybettikleri ve kazandıklarıyla her gün bir kere daha yeniden kendini keşfediyor ve kendi derinliklerinde dolaşıyor? Muvakkat bir hayret, geçici bir tecessüsle değil, hatta fenalıklarını deşeleyip kendini aşağılamak suretiyle de değil, belki, benliğini araştırma ve tanıma ihtiyacıyla, nefsini karşısındaki bir kanepeye oturtup, sonra da insaflı, hâzık ve rasyonel bir hekimin hastasını muayene etmesi gibi, onu gerçekçi bir anlayışla ele alan kaç fert gösterebilirsiniz?

Bütün bu menfiliklere rağmen biz inanıyoruz ki; ümitsizlik, yol kesen bir gulyabani, acz ve çaresizlik düşüncesi ise ruhu öldüren birer hastalıktır. Şanlı geçmişimizde yol alanlar, hep imanla, ümitle yol almışlardır. Kendini acz ve ümitsizliğe salanlar da yollarda kalmışlardır. Evet, hissizler, hareketsizler yol alamazlar.. uyuyanlar hedefe ulaşamazlar.. hele azmini, iradesini yitirenler asla uzun zaman ayakta kalamazlar. Konumunun hakkını veremeyip bulunduğu noktadan kayanların iflâh olduğu hiç görülmemiştir. Fakat, şu da bir gerçektir ki; ulaşılmaz gibi görünen zirveler şimdiye kadar defaatle aşılmış ve nice yüksek tepeler azmin, iradenin ayaklarına yüz sürmüştür. Şimdi eğer, yarınlarımızı düşünüyor ve dipdiri geleceğe varmayı düşlüyorsak, yolların yürünerek alınabileceğini ve zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabileceğini biz de hatırdan çıkarmamalıyız. Her şeye rağmen, doğrulmalı, kendimizi yenilemeli, konumumuzun hakkını vermeli, yerimizde sebat etmeli; herkesin başvuracağı bir güç, bir ümit kaynağı olmalı ve sönmeye yüz tutan bütün meş'aleleri yeniden tutuşturmaya çalışmalıyız.

Böyle bir yenilenme ve kendimize gelme için de bizim başka şeye değil, birikmiş kirlerimizi arındıracak pişmanlık gözyaşlarına ihtiyacımız var. Bizler ancak onlarla tevbe kapısına ulaşabilir ve onlarla ziyan olmuş ömrümüzü yeniden inşa edebiliriz. Gözyaşları her türlü şeytanî oyunun büyüsünü bozacak sihirli bir iksirse -ki öyledir- gezip durduğumuz, oturup kalktığımız her yerde kaba sevinçlerle tepinme yerine gözyaşlarıyla serinlemeye çalışmalı ve hep ağlamalarla âh u efganları dindirme yolunda koşmalıyız.

Halka kapalı Hakk'a açık gece koylarını ağlamalarıyla derinleştirenler, çığlıklarıyla ruhlarına feryat mûsıkîsi dinletenler bugün olmasa da yarın mutlaka dirilirler. Öyleyse, bunca günah, bunca mâsiyet ve o ölçüdeki hicrandan sonra zannediyorum, bize de hep yalnızlık koylarını kollamak ve gecelerin siyah örtüsünü başımıza çekerek, Hak tecellîlerine açık, kimsenin göremeyeceği o yerlerde alnımızı yere koyup hıçkıra hıçkıra ağlamak düşüyor. Evet evet; şimdilerde bize, geceleri hep seher kuşları gibi inleyip durmak ve âh u enînlerle gök kapılarını zorlamak düşüyor.

Öyle ise gelin, bundan sonra olsun, dağınıklıklardan sıyrılalım, özümüze dönelim ve gözyaşlarımızı ceyhun edelim ki, yarın faydasız 'âh u vâh' etme hicranı yaşamayalım. Gelin, her zaman varacağımız ufka kilitli kalalım ki, yürüdüğümüz yolun sağında ve solundaki cazibedar şeylerle başımız dönmesin, bakışlarımız bulanmasın. Unutmayalım ki; insanın değeri, Allah'a intisabı ve O'nunla münasebetlerini içten devam ettirmesiyle mebsûten mütenâsiptir. Ondan kopuk ve cismânî arzularla kirlenmiş insan şeklindeki bir bedeni, altınla, gümüşle, atlasla bezeseler dahi kıymeti yine çamur yine çamur yine çamurdur...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.