Kendimize Yönelirken

Bu çağ bizim için üst üste bir problemler çağı oldu ve olmaya da devam ediyor. Hele bu problemlerden birisi var ki o, diğer bütün problemleri unutturacak kadar derin, tedavi ve muâlecelere karşı mukavemetli ve kronik, ihmale tahammülü olmayacak kadar da acildir. İşte bu dev problem, milletimizin, hususuyla da gençlerimizin kendi değerlerimiz açısından ihmali problemidir; eğer derinliği ölçüsünde, hem de vakit fevt etmeden, usta ve mahir ellerce çözüme kavuşturulmazsa, pek çok beklenmedik tersliklere girilerek başarı kuşağında hezimetler yaşanabilir ve en umulmadık anlarda maruz kalacağımız bir kısım nevzuhur hâdiseler mukadderatımızı karartabilir.

Dün, ihmal, gaflet, umursamazlık, yetersizlik, başkalaşma fantezisi gibi millî bünyemizde birer modül şeklinde beliren tümörler, çok kısa bir süre geçmeden, üst üste ve hızlı metastazlarla her yanımızı sardı ve bizi dize getirdi; hem öyle bir getirdi ki, toplumun her kesimine ayrı bir hazan yaşatarak, herkesin gerçek rengini alıp götürdü. Evet, bugüne kadar kim bilir kaç defa bu rahatsızlıklarla sarsıldık ve onlara yenik düşme talihsizliğini yaşadık.. kaç defa onları bahtımızın kara yazısı olarak gördük ve sarardık.. kaç defa onlara karşı öfkelerimizi ifade etmek için -gerçek üslûbumuza uymasa da- münasebetsiz kelime veya ona uygun bir söz bulamamanın helecanlarıyla oturup-kalktık ve bir 'lâ havle..' çekerek kendi hafakanlarımızı yine kendi içimizde söndürdük. Bu arada bazılarımız, böyle öldüren bir his girdabında kıvranırken, bazılarımız da sadece bu levsiyata girmiş kimseleri karalamakla yetindi.

Oysa ki, hem bu insanları hem de daha başkalarını, yürüdükleri çizgi itibarıyla karalayacağımıza onları, yepyeni ve taze bir hayat vaadiyle kucaklamalı, heyecanlarını saygıyla selâmlamalı ve hezeyanlarına da bir kısım makul sebepler, mazeretler bularak içimizdeki şiddetin, hiddetin havasını almaya çalışmalı, hatta onlara bazı haklar vermek suretiyle, aramızdaki müşterek meseleleri müzakereye bir zemin hazırlamalıydık!.. Şu bir gerçek ki bizim toplum, bünyesinde çok düşünceyi, çok anlayışı, çok felsefeyi birden barındıran bir toplum. Bu itibarla da o kendi millî mecramızda yol alırken, yer yer Fransız izleriyle karşılaşabiliyor; gidip Alman telâkkilerine takıldığı oluyor; zaman zaman da İngiliz düşünce tarzına kendine salıyor; şimdilerde daha çok serâzad Amerika felsefesiyle mahmurlaşıyor ve hep kendi şehrahının bariyerlerini zorluyor. İşte bütün bu anlayışlar, bu telâkkiler, bu felsefeler millî kültürümüzü olumsuz olarak etkilediği söylenebilir; ancak böyle bir renkliliğin, her zaman bir zenginlik olarak değerlendirilmesi de mümkündür. Bence önemli olan, milletin kendi değerlerini koruması ve kendi yörüngesine oturmuş olmasıdır. Ama gel gör ki, değerlendirebilenler için, her biri, yepyeni birer sentez unsuru da sayılacak bu farklı kültürleri değerlendiremeyip, tıpkı altın madenine uzanan yolun taştan-topraktan geçtiğini görüp de, damar içinde ilerlerken ne yaptığını bilemeyen acemi madenciler gibi, ya taşa-toprağa takılıp kalmışızdır, ya da içinde dolaştığımız maden havzasını taş ocağı sanarak hep alâkasızlığımızın mahrumiyetini yaşamışızdır. Evet bugüne kadar nice ışık kaynaklarına sahip olmuşuzdur ki, bu kaynakları birer aydınlanma unsuru olarak değerlendirmek yerine, çok defa onlardan alev-ateş çıkarmış ve tenevvür edeceğimiz yerde yangınlara sebebiyet vermişizdir.

Gariptir bizde iki damla bir şey bilen hep başkalarını hafife almış; bir damla düşünebilen kendini filozof sanmış; kuvveti temsil edenler aklı, mantığı yedeğe alarak yollarına kaba kuvvetin vesayetinde yürümüş; siyaset yapanlar, particiliği gaye haline getirerek 'o olmazsa olmaz' mülâhazasıyla her şeyi ona feda etmiş; iktisadî, siyasî, kültürel faaliyetlerimiz, kıskançlık, rekabet ve hazımsızlık ağında 'teâruzlar-tesâkutlar' fasit dairesinin dışına çıkamamış; daha çocuk yaştakiler, ellerindeki zeytin dallarını veya kuş tüyünden oyuncaklarını sopa gibi birbirinin başına çalmış; gençler, ruhlarındaki dinamizmi, sarsılan itibarımızı, kırılan gururumuzu tamir yolunda harcayacaklarına onu kendi milletlerine karşı kullanmış ve millet ruhunda rahneler açmışlardır.

Acaba nedendir bütün bunlar?.. Neden sevişebilecekken sevişemiyor, neden bir türlü kalıcı dostluklar kuramıyor, neden milletçe tasayı-sevinci, neşeyi-kederi paylaşamıyoruz? Acaba, bizim için kalplerin fethi yolundaki mücahede ve gayret, muharebe meydanlarındaki mücadeleden daha mı zor? Yoksa insanoğlunun en değerli yanı sayılan kalbi, sevgiye, müsamahaya, kucaklaşmaya, kabullenmeye, paylaşmaya kapalı da; nefrete, kine, hoyratlığa, hazımsızlığa ve inhisar-ı fikre mi açık?.. Hayır hayır! O kalbi yaratan Allah'a yemin ederim ki, insanın bu en kıymetli derinliği ve bu en zengin yanı bu ölçüde faziletlere kapalı ve levsiyata açık olamaz!..

Cihanın en büyük fatihleri, fethin ilk durağı gönüllerden başlamışlardı her işe.. evet onlar, önce gönülleri kazanmış; sonra da bu rıhtımlardan açılarak dünyanın dört bir yanına yürümüşlerdi. Eğer daha önceden Anadolu insanının gönlüne girilmeseydi, Malazgirt gerçekleşemezdi.. İstanbul surlarını kuşatan leventlerin, samimiyetle çarpan sînelerinin vaat ettikleri hissedilmeseydi, surların dışında gürleyen top gülleleri Bizans'ı sindiremezdi.. evet mü'min gönüllerde bir his, bir alâka şeklinde belirip bütün sineleri saran ve onları tesiri altına alan şefkat ve sevgi ağıydı ki, atkılarının ulaştığı her yerde, gönül rızasıyla kendine koşanlara naz ile geriliyor, naz ile toparlanıyor ve alıp bağrına bastıklarına hep muhabbet destanları dinletiyordu.

Şimdi, eğer tarihimizde yoksa, nereden gelip içimize sokuldu bu kin, nefret düşmanlık ve hazımsızlık.? Son bir iki asırdan beri, Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika'ya şimdilerde biraz da, Japonya'ya hep derin bir hayranlık duyarken, neden birbirimizden nefret ediyor, birbirimizin kuyusunu kazıyor ve birbirimizin kurdu olarak yaşıyoruz?. Daha doğrusu birbirimize yaşamayı haram ediyoruz? Yoksa bizde bir şahsiyet hastalığı mı var?. Var da 'Bizden hayır gelmez; bari yabancı ruhlara sığınalım' diyor ve bin senelik tarihî değerlerimizi, bir kısım fantastik mülâhazalar uğruna çer çöp gibi götürüp mezbeleliğe atıyoruz.

Biz kendimize yok yere kaoslar icat ededuralım; desteksiz, yörüngesiz, irfansız, mefkûresiz ve tabiî, dümensiz yetişen bilmem kaç nesil, hevânın, hevesin ve fantastik hülyaların çocukları olarak yetişti!.. Bütün metafizik mülâhazalarını kaybetmiş; millî resim ve millî kimliğinden habersiz.. dilencilik yoluyla yedi dünyadan toplayıp getirdiği partal şeylerde, 'ben kimim?' sorusuna cevap bulduğu vehmiyle yaşayan bu nesil, hep maddenin gel-gitleri ağında çırpınıp durmuş, hep dilsiz ve gönülsüz yaşamış zaman zaman dinini üstûrelere karıştırmış, ahlâkiliği ibâhiliğin kudûmuna kurban etmiş, sanat telâkkisini şehvetin rengine boyamış.. şiirini, mûsıkisini yırtıklığın ağız suyu haline getirmiş ve derken kendini, bu elli türlü yanlışlığın birbiriyle boğuştuğu bir öldüren arenanın tam göbeğinde bulmuştur. Zaten neticenin başka türlü olması da düşünülemezdi..

Artık bundan sonra o, gayızla sağa sola saldıracak; geçmişini hafife alacak; imanının yanında güvenini ve güvenirliğini de yitirecek; insanî duygularıyla beraber sevgiye de hasret gidecekti. Dahası, tamamen yabancı vicdanların vesayetine teslim edildiği bu dönemde o, terbiyesi yabancı ellere bırakılacak; duyguları, düşünceleri ile yabancı kreşlerin çocukları gibi yetişecek; başkalarına kendinden daha yakın, bu yakın-uzak fikirzedeler, birbirlerinin sıcaklığını duyacak kadar birbirleriyle iç içe bulundukları halde, kendi aralarındaki soğukluktan da her zaman tir tir titreyeceklerdir. İşte bunlardır ki, îmanı bin türlü şüphe ve tereddütle delik-deşik.. güveni temelinden sarsık.. ümitleri târumâr.. kalbi, suları çoktan çekilmiş bir dere yatağı gibi kupkuru.. insanî duyguları kine, nefrete, düşmanlığa emanet.. o bomboş yüreği bir sürü korkunun cevelângâhı.. hep hedefsizliğin, gayesizliğin gel-gitlerine teslim ve mesafelere yenik.. ufku kapkaranlık ve inişlerinde bile yokuş yaşamakta.. özü, üsâresi sıkılıp içinden çıkarılmış da, sadece kabuğuyla ayakta duruyor gibi âdetâ her şeyiyle iğreti hale gelmiştir.

Doğrusu, böyle bir canlı cenazeye hayat üflemek çok zor olsa gerek; zira o, hayatın bizcesine karşı tamamen yasancılaşmış ve kendi değerlerine tepki içinde. Ne var ki her şeye rağmen onu tutup kaldırmak da yine bize düşüyor. İnancımız o ki, ilâhî meşiet iradelerimize hayat olup aktığında, o da, İsrafil surunu duymuş gibi ayağa kalkacak ve varlığının ikbalini bir kere daha haykıracaktır. Gerçi, birkaç asırlık bu büyük ihmalin, toplum bünyesinde açtığı boşlukları doldurmak ve arızaları gidermek çok kolay olmayacak; olmayacak ama, bugüne kadar bilmem kaç defa, kendiyle beraber vesayetinde taşıdığı pek çok mazlumun, mağdurun idbarını da ikbale çeviren yeryüzünün düşünce mirasçıları, bu ürperten bâdireyi de mutlaka aşacaklardır; aşacak ve kendi mahrumiyet dünyalarında başkalarına ferah-fezâ cennetler kuracaklardır.. ve tabiî diriliş üflemeye memur oldukları toplumun değişik boşluklarını müsamaha enginlikleriyle dolduracak.. başkalarının kusurlarını, kendi hatalarının küçülten göstergesi altına yerleştirerek, onların yanlışlarında kendi yanlışlarını kabullenmiş olan vicdanlarının hakemliğine başvuracak.. ve hastasına hastalığını hissettirmeyen usta bir hekim gibi, onların ruhunu hırpalamadan ve işledikleri hataların ihsas zulmünü yaşatmadan onlara bir sürü alternatifli çıkış yolları göstereceklerdir.

Elbette bunca yıldır değerleri alt-üst edilmiş ve tersliklere alıştırılmış bir toplumda, her şeyi kerametvâri bir hamlede değiştirip, ilhadın yerine îmanı, keyfiliğin yerine disiplini, kargaşanın yerine nizamı, lâahlâkîliğin yerine ahlâki, şehvetin yerine ilâhî aşkı ve millet sevgisini ikame etmek kolay olmayacaktır.. evet, yıllardan beri gelip inancın otağına taht kurmuş ateizmi, ahlâkî değerleri alt-üst etmiş lâubâliliği, disiplinli yaşamaya karşı sürekli prim verilerek azgınlaştırılmış faydasızlığı birden söküp atmak ve onların yerine Allah'ın istediği, Peygamber'in öğütlediği değerleri yerleştirmek kolay olmasa gerek. Zira, yıllar var ki, bütün dünya ile beraber bizde de, bir kısım çarpık ideolojiler, nihilistçe telâkkiler ve baş kaldırma hezeyanlarıyla cemiyeti cemiyet yapan, daha doğrusu yığınları cemiyet haline getiren bütün kıstaslar târumâr oldu.. yüreklerden sorumluluk duygusu sökülüp atıldı ve zinde güçlere âdetâ bohemlik duygusu içirildi. Her gün yeni bir fantezinin, kitleleri alıp arkasından sürüklediği bu talihsiz dönemde, kimi serâzad ruhlar: 'Meğer bunca yıl ellerim boynumda bağlı yaşamışım..', kimi çakırkeyf fıtratlar: 'Ah meğer ne olmayacak şeylerden hayâ edip durmuşum; keşke bu anlamsız şeylere (!) hiç takılmasaydım' ve kimi muhakemesizler de: 'Baş kaldırdım esaretten kurtuldum' veya 'Haram-helâl sınırlarını aştım hürriyete kavuştum' diyor ve kendilerini akıbeti belirsiz bir cereyana salıyordu.

Şimdi bütün bu dağınıklıkları gidermek ve durgunlaşan aktivitemizi kendi düşünce ufkumuza göre harekete geçirmek yine bize ve bu ülkeye seven herkese düşüyor. Evet bir kere daha millî ruh harimine çekilip iradelerimizin hakkını son santimine kadar kullanarak, bunca yıllık mazlumiyetlerin, mağduriyetlerin bilediği bir azimle, tıpkı havariler ve ilk Müslümanlar gibi 'bir kere daha yolculuk' deyip, nerede bir insan var, orada îman, iz'ân ve irfan da olmalıdır duygusuyla ömürlerimizi hicretten hicrete göçlerle derinleştirerek, bundan sonraki hayat dantelâmızı, Hakk'ın hoşnutluğuna ermiş hakikat erlerinin düşünce ve aksiyon kaneviçeleri üzerinde örgülemeye çalışmalıyız.

Biz inanıyoruz ki, bugün yeryüzünde hemen herkes, bu kıvamda gönüllerin kendilerine uzatacağı elleri öpüp başına koyacaktır. Yapılabildiği takdirde; dinimizin, dilimizin, ülkemizin, ülkümüzün bayraktarlığını yapacak bu olgun ve oturmuş iradeler, ülke ülke seyahatler tertip edip, kapı kapı dolaştıkları her yerde, Hızır gibi karşılanacak ve sundukları düşünceler de âb-ı hayat gibi içilecektir. Evet onlar, uğradıkları her yerde Musa-Hızır arkadaşlığı içinde sonsuza açılacak; Zülkarneyn bekleyenlere koruyucu setler inşa edecek ve asırlardan beri ömrünü mağaralarda geçiren münzevilere de 'ba'sü ba'del mevt'e giden geçitleri göstereceklerdir. Kim bilir belki de, uğradıkları her yere, asırlardan beri beklenen en kapsamlı bir ulu Rönesans düşüncesinin ilk kıvılcımlarını da onlar götüreceklerdir...

Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1997, Cilt 5, Sayı 38

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.