Çizgimizi bulma yolunda
Yeryüzü mirasından mahrum edildiğimiz günden bu yana İslâm, müntesiplerinin zaafı, hasımlarının da tecâvüz ve insafsızlığı berzahında yürekler acısı bir muâmeleye tabi tutuldu. Zulüm ve gadr karşı tarafın şiârı olabilir; Müslüman'ın zaafını kabul etmek mümkün değildir. İhtimal, Allah Rasûlü de, 'Allah'ım fâcirin celâdetinden, müttakînin de aczinden sana sığınırım' derken bu hususa işaret buyuruyordu.
Şurası bir gerçek ki, Müslüman düşüncesi ve Müslüman mantığının sarsıntı geçirmesi, duraklaması, durgunlaşması, hatta bulanıp kokuşması Müslümanları Kur'ân hedefli, peygamber yörüngeli doğru yoldan uzaklaştırmış.. İslâm'ın evrenselliğine gölge düşürmüş ve bu âlemşümul dinin fonksiyonunu edâ etmesine mâni olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki son birkaç asrın Müslümanlarında hususiyle de Müslüman rehberlerde bu denli müzminleşen, kronikleşen bu inhiraf vak'asının giderilmesi de, birkaç mektep açmakla, birkaç konferans, birkaç panelle mümkün olamayacağı gibi, birkaç zavallıca mev'ize ve birkaç nasihatla da aşılamayacaktır.
Kökleri asırlar öncesine dayanan, günümüzde de bilim ve teknolojiyle desteklenen bu kartlaşmış inhirâfın giderilmesi, yeniden kendimizi keşfetmemize, kendimizi bulmamıza, İslâmî şuur, İslâmî mantık ve İslâmî muhâkeme usulüyle bir kere daha tanışmamıza.. uzun gayret, köklü himmet, gerekli zaman, bitmeyen sabır, dipdiri ümit, sarsılmayan irâde ve teennî üstüne teenniye muhtaçtır. Aksine, kendi üslûbumuzu bulamaz, içine düştüğümüz çukurdan, düşüş noktasının dışında çıkış yolları aramaya devam edersek hem kendi kendimizi aldatmış hem de gelecek nesilleri bir kere daha inkisâra uğratmış oluruz. Bu itibarla, varlık ve hâdiselere İslâmî perspektifle yaklaşmak ve her şeyi İslâmî mantıkla değerlendirmek için İslâmî düşünce ve İslâmî tasavvurun yeniden gerçekleştirilmesi şarttır. Bunun için de, evvelâ; kâinat, insan ve hayat hakkındaki bilgilerimizin sağlam, nefsü'-emre uygun, mebde' ve gâyesiyle aynı yörüngede, birbiriyle el ele, omuz omuza, bütün ve parçaları birbirine açık ve âdeta aynı temayı ifâde etmek üzere farklı ses, tek usûl ile örgülenmiş bir beste hüviyetiyle.. veya merkezî bir nakışın çevresindeki diğer nakışlarla, mutlaka bir kısım mânevî münâsebetleri bulunması keyfiyetiyle sezilip bilinmesi.. ikinci olarak da; akıl ve muhâkemenin, dünya kadar mânâ, muhtevâ ve hikmetlerle dopdolu, hatta binbir hikmet manzûmesiyle mâlemâl ve âdeta bütün varlık ve hâdiselere açık bir kitap.. veya ilâhî şuûnun milyonlar televvününü aksettiren çok yönlü, çok derinlikleri bulunan göz kamaştırıcı bir sanat eseri olarak mütalâamıza sunulan, umum eşya ve umum vak'aları, onlardaki cüz'î ve münferit hâdiselere takılmadan, cüz'iyatta külliyâtın perde arkasını seyrederek, külliyatta da, cüz'iyât ve teferruatın en ücra kolonilerine kadar uzanarak bütünü birden anlamaya ve parçaların, hatta daha küçük parçaların birbirleriyle olan münasebetlerini kavramaya yönlendirilmesi lâzımdır ki, çalışmalarımızın bir bölümü diğer bölümünü, tespitlerimizin bazıları bazılarını ve zamanımızın da bir kısmı, diğer kısmını nakzetmesin, çürütmesin ve aleyhinde olmasın.
Bu mütalâa ile, ihtisaslaşma ve branşlaşmanın aleyhinde olduğumuz zannedilmemelidir. Elbette ki herkes belli bir sahada uzmanlaşacak ve ihtisas yaptığı branşın arş-ı kemâlâtına ulaşarak o sahaya ait gaye-i hayâli yakalamaya çalışacaktır. Ancak, bu yapılırken, bütünün mânâ, muhtevâ ve konumu, hatta hedef ve gayesi de gözardı edilmemelidir. Bu, kolektif bir şuurla mı, bilgi ve şuurun yönlendirilmesiyle mi, mükemmel bir koordinasyonla mı, yoksa dehâ ile mi, her ne ile gerçekleşecekse gerçekleşmeli, zira böyle küllî ve şümullü bir nazara, böyle umumî ve objektif bir değerlendirmeye ihtiyacımız olduğunda şüphe yok...
Evet, bugün her şeyden daha çok, dünü-bugünü bir arada görebilecek.. kâinat, insan ve hayatı birden perspektife alabilecek.. mukâyeseci.. varlığın sebepler ve illetler buuduna açık.. milletlerin ve cemaatlerin varoluş ve yıkılış senaryolarına vâkıf.. sosyoloji ve psikososyolojinin hata ve sevaplarında hakem.. medeniyet devr-i daimlerinin doğum, ölüm ve göçüşlerine nigehbân.. vesile ve gayeyi birbirinden temyiz edecek yetenek, vicdan selâmeti ve düşünce istikametine sahip.. gayeye saygılı.. şeriattaki hikmet-i teşri ve Sahib-i Şeriat'ın maksatlarına âşina.. dinî hükümlere menat sayılan esaslar mevzuunda vukuflu.. ilâhî varidâta açık objektif dimağlara şiddetle ihtiyaç var.
Tıkanmış düşünce sistemimizin önünü açacak.. bayatlamış ve semâvilikten uzaklaşmış muhâkeme tarzımıza Kur'ânî yörüngede işlerlik kazandıracak.. bunları yaparken de kâinat, insan ve hayat arasındaki sırlı münasebeti göz ardı etmeyecek.. dinî emirlerin titizlikle yaşanıp hayata geçirilmesinin yanında, devam ve temâdînin önemli bir esâsı olan, yürüdüğü yolları, Sahib-i Şeriat'ın teysîr, mülâyemet ve müsamaha ufkuna göre stabilize ederek tebşir ağırlıklı ve tenfire kapalı temsilini sağlamak.. ilim ve tefekkür gücünü İslâm'ın ve İslâm'ı yorumlamanın emrine vererek birkaç asırlık kısırlığı sona erdirmek.. mektepten mâbede, sokaktan yuvaya her yeri, varlık, insan ve hayatın arkasındaki gerçeğin rasat edildiği rasathaneler haline getirmek.. tıkanıklığı asırlar ve asırlar ötesine gidip dayanan sonsuzluğu temâşâ menfezlerine yeniden işlerlik kazandırmak.. İslâm'ı, hayatın hemen her ünitesinde sürekli üzerinde durulan gündemin birinci maddesi konumuna yükseltmek.. tenâsüb-i illiyet prensibine göre sebep-sonuç mevzuunda hassas, riyâzî ve rasyonel davranmak.. gibi fonksiyonlar edâ edecek bu idrak kadrosu, kendimizi yenilememize yardımcı olacak ve bize ebed-müddet var olmanın erkânını öğretecektir.
Sebeplere bunca önem verip onları küstahlaştırmayı yadırgayanlar olabilir; bir ölçüde, ben de buna iştirak ederim: İnsan kendine düşen vazîfeyi yapmalı, şe'n-i rubûbiyetin gereğine karışmamalıdır. Vazife bize ait bir sorumluluk, sebeplere tevessül de neticenin istihsâli için, duâ hükmünde Hakk kapısına sunulmuş bir müracaattır. Bu hususun böyle kabul edilmesi, bizim, birer yaratık, O'nun da yaratan olmasının ve uluhiyet sıfatlarının gereğidir. Ne var ki, madalyonun bir de öbür yanı var: Allah, bize ait emr-i itibârî gibi bir şeyi, irâde ve meşîetine dâvetçi gibi kabul buyurmuş, ona önem vermiş, en büyük projeleri o plân üzerinde gerçekleştirmeyi vadetmiş ve gerçekleştirmiş.. ve bu itibârî nesneyi günaha, sevaba bir vesile olarak yaratmış, onu cezâ ve mükâfata esas kılmış, hayır ve şerrin isnâd edilmesine fâil kabul etmiş.. ve zâtında hiçbir değer ifade etmeyen bu nisbî emre, ona terettüp eden neticeler itibarıyla, değerler üstü değer atfetmiş -ki eğer böyle olmasaydı, bütünüyle hayat durur, insan camitler derekesine düşer, teklif bâtıl olur ve her şey gider abese incirâr ederdi- elbette ona, onun istek ve dileklerine fevkalâde önem verecek.. onu dünya ve ukbânın îmarına bir şart-ı âdi, hatırı sayılır bir vesîle ve dünyaları aydınlatacak bir elektrik mekanizmasının sihirli düğmesi haline getirerek, damlada deryâ, zerrede güneş, hiç ender hiç olan bir şeyde cihanları var etmek suretiyle kudretinin sırlı bir buudunu daha gösterecektir.
Evet, ne sebepler, ne de başka hiçbir şey Allah'a hükmedemez. O'nun ilâhî irâde ve meşîetini bağlayamaz. Her şey Allah'ın mahkûmu, Allah'ta biricik ve mutlak hakimdir. Ancak, esbâba riayet edilmesi ve illetlerin birer mini vesîle olarak değerlendirilmesi de yine Allah'ın emridir. Bu itibarla da insanın, 'sünnetullah' dediğimiz şeriat-ı fıtriyenin prensiplerine uymadığı zaman, büyük ölçüde dünyada, belli nispette de âhirette cezalandırılacağına inanıyoruz.
Halifeler halifesi Hz. Ömer'in, salgın vebanın bulunduğu bir yerden uzaklaşırken, onun bu davranışını kazâya rıza ve kadere teslim düşüncesiyle te'lif edemeyenlere karşı, 'Allah'ın kaderinden yine Allah'ın kaderine kaçıyorum' şeklindeki yaklaşımı ne mânidardır!
İş; amel ve aksiyonda netice programlı olma, onu gâye-i hayâl haline getirme ve onun külfeti altına girme, hem bir ızdırap hem de -hâşâ- Allah'la pazarlık yapma gibi bir saygısızlık, iradeyi devre dışı bırakarak. neticenin harika bir yol ile harikalar kuşağında meydana geleceğini beklemek de bir kuruntu ve miskinlik kılıfıdır: Zaten Kur'ân-ı Mübin de hem de kim bilir kaç yerde 'yaptıkları şeyden ötürü', 'kazandıklarından ötürü' diyerek insanların başına gelecek iyi ve kötü şeylerin yine onların kendi amel, kendi aksiyon ve kendi davranışlarından dolayı meydana geldiğini ve geleceğini ihtar etmiyor mu? Ve kalb, akıl vicdan muvazenesinin en büyük mümessili insanlığın iftihar tablosu Ruh-u Seyyidi'l-Enam da: Kıyâmet günü kulun, henüz bir adım atma fırsatı bulamadan, ömrünü nerede tükettiğinden, bilgisini nasıl değerlendirdiğinden, malını hangi yollarla kazanıp nerelerde sarfettiğinden ve bedenini nerelerde yıprattığından sorgulanacağını hatırlatarak, sebep-sonuç, illet-mâlûl, gayret ve semere arasındaki sıkı ve sırlı münâsebeti iş'âr etmiyor mu? İslâm; kitap ve sünnetle, mü'minin dünya ve ukbâ hayatını, itikadî ve amelî durumunu, ibâdet ve ahlâk keyfiyetini tanzim ederken, aynı zamanda satır aralarında, insanın ruh, akıl, kalb, vicdan ve his dünyasına da öteler buudlu bir dünyadan değişik şeyler fısıldar, onun benliğinin derinliklerinde uhrevî esintiler, lâhut televvünlü duygular meydana getirerek her an onu değişik bir buudda bir kere daha ihya eder. Eder de, insan kendini Allah'a halife olma mevkünde, eşyaya müdahale konumunda ve sünnetullah sırlarını kavrama, değerlendirme makamında bulur. Sonra da irade ve meşîet kaynaklı kâinat kitabıyla, O'nun kelâmından akıp gelen beyanını bir vâhidin iki yüzü gibi görür, hisseder.. tasavvur ve düşüncelerini, yaşayış ve davranışlarını, dünya ve ahiret mülâhazalannı arz ve semadaki muvazeneye göre dengeler.
Evet, İslâm, örgülenmesinde önemli birer unsur olan atkılarını, akıl, vicdan, ruh ve ceset üzerine atarak, o rengîn, derin dünya ve ukbâ buudlu dantelasını işleyip meydana getirmiştir. Sir seviyede bunlardan bazıları, yer yer diğerlerinin önüne geçse de, hiçbiri tek başına ne onu tam mânâsıyla aksettirmeye, ne temsile, ne de ifadeye gücü yetmez.
Hâlik'ın en büyük ve herkes için en umûmi atiyyesi olan İslâm'ı, yine O'nun bir diğer ve ilk ihsânı sayılan, akıl, vicdan, ruh, ceset ve letâiften meydana gelen bütün varlığın fihrist-i mânevîsi, bir organizasyona taşıyabilir.
İleride bu mevzûu daha da açmak istiyoruz.
Yeni Ümit, Nisan-Haziran 1993, Cilt 3, Sayı 20
- tarihinde hazırlandı.