Emek ve Sermaye

1. Emek-Sermaye Bütünlüğü

Emek ve sermaye ilişkisi günümüzde aktüel bir mevzudur. Zira o, dün olduğu gibi bugün de tabakât-ı beşer çapındaki büyük kavganın temelinde yatan en güçlü dinamiktir. Bir farkla ki, önceleri kavga eden tarafları uzlaştırma her zaman mümkün idi. Günümüzde ise, firavunlaşan enaniyetler sürekli kavgayı körükleyerek tarafları hep gerilime sevk etmektedir. Bugüne kadar işin bazen bir kutbunda Ricardo, öbür tarafında Simith yer almış, bazen de bir tarafta Marshall öbür tarafta da Marks bulunmuş ve cadılar gibi beşer çapındaki bu anlamsız kavgayı hep devam ettirmişlerdir.

Aslında, kavgaya konu teşkil eden mesele gayet basitti: "Sermaye mi asıldır, yoksa emek mi?" İşte bütün söyledikleri bu basit sorunun etrafında örgüleniyordu. Ne var ki, işin başında bir fasit daireye girilmiş ve ondan bir türlü çıkılamıyordu.

Hâlbuki İslâm, bu meseleyi daha baştan halletmiştir. Zira Allah (celle celâluhu), "İnsan için ancak çalıştığı vardır. Onun çalışmasının semeresi şüphesiz görülecektir." (Necm sûresi, 53/39-40) buyurmaktadır.

Öyle ki, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'ın bu ifadesine atf-ı nazar edince, sermayenin altında emeğin bulunduğu da görülecektir. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, yine esas olan, emektir; sermaye ise, ona tâbidir. İşte böyle bir yaklaşımda sermayeyi tam nefyetme olmadığı gibi, emeği putlaştırıp mihrap hâline getirme de söz konusu değildir.

Oysaki öteki sistemler, mesela biri, sermayeyi esas kabul ederek onu her şey saymış ve "Sermaye olmadan hiçbir şey yapılamaz." görüşünü savunmuştur ki, bu düşünce etrafında, başta kapitalizm olmak üzere ona yakın çizgide pek çok sistem oluşmuştur.

Bunlara göre, sermaye asıldır, insanın terinin ve gücünün hiçbir kıymeti yoktur. Yani ister yeraltı madenlerinde çalışsın, ister dehlizlerde nefes tüketsin, ister tarlalarda orak sallasın ve isterse sırtında taş taşısın emeğin değeri sınırlıdır. İşçiye verilen ücret de, sermayeyi kullanmaya vesile olmasına binaendir ve sadaka kabîlinden bir şeydir.

Görüldüğü gibi, bu anlayışta sermaye âdeta putlaştırılıp, mâbud hâline getirilmek istenmektedir ki, eski dünyanın huzurunu da işte bu anlayış bozmuştur. Günümüzdeki pek çok millet ve devleti de yine bu anlayış kavgaya sevk etmektedir.

Buna reaksiyon olarak ortaya çıkan diğer sistem ve anlayışa gelince; o da emeği putlaştırıp, "Her şey emekten ibarettir." diyerek insanlığa yeni bir tabu teklif etmiştir. Bunlara göre sermaye sadece bir sömürü vasıtasıdır. Sermayedar ise, emekçinin kanını emen bir parazitten ibarettir.

Her iki zihniyet ve düşünce arasındaki bu sert kutuplaşma, belli dönemlerde çok büyük buudlara ulaşan kargaşa ve anarşiye sebep olmuştur. Öyle ki, bu tali'siz dönem, kitlelerin sokaklara döküldüğü, çalkantıların çalkantıları takip ettiği ve dünya çapında sınıf çatışmalarının yaşandığı bir karanlık dönem olmuştur. Tabiî bu arada toplu sözleşmeler, grevler ve lokavtlarla sürekli çözümler de aranmıştır, ama acaba bütün bunlar açılan yaraları tedaviye yetmiş midir, yoksa büsbütün onu azdırıp kangren hâline mi getirmiştir?

Şimdilik, bu konunun münakaşasını geçiyorum. Şu kadar var ki, çok yakın bir gelecekte, her iki sisteme ait yanlışlıklar bütün denaet ve şenaetiyle ortaya çıkacak ve mâşerî vicdan mutlaka hükmünü o zaman daha kesin ve daha net olarak ortaya koyacaktır.

Meseleye İslâmî perspektiften bakıldığında, emek ile sermayenin ruh ve ceset gibi bir bütün olduğu görülür. Ruh, yani emek asıldır; ceset, yani sermaye ise, ona bağlıdır. Sermayedeki düzen, sistem, âhenk, canlılık ve cevvaliyet, emekle yakından alâkalıdır.

Bugünkü sermaye, dünkü emeğin karşılığıdır diyen Marks, emek-sermaye münasebetinin bir yönünü ifade etmiştir. "Bir yönünü" diyoruz, zira behemehal her sermayenin bir emeğe dayalı olduğu doğru değildir. Bir kere biz, başta tepeden tırnağa mazhar olduğumuz ilâhî lütufları emekten evvel yanımızda, burnumuzun dibinde, dilimizde ve dudağımızda bulduk. İçinde yaşadığımız dünya inceden inceye tetkik edildiğinde, bu lütuflar sağanağı daha iyi görülecektir.

Meseleye değişik bir zaviyeden bakacak olursak, Marks'ın bu yaklaşımında doğruluk payı da yok değildir. Bir kere her şeyden önce Allah (celle celâluhu), "İnsana ancak çalıştığı vardır." (Necm sûresi, 53/39) âyetiyle, emeğin esas, sermayenin ise ona tâbi olduğu gerçeğine işaret etmektedir.

Evet, âyet-i kerime ahiretle irtibatlandırılıp; "Burada sa'y edenler orada mesut olacaktır; burada kendisini kulluğa verenler orada mükâfata erecektir; burada Allah'ın emirlerini yerine getirenler orada Firdevs Cennetinde rahat edecektir." şeklinde tefsir edilebileceği gibi, yakın gelecekle irtibatlandırılıp;

"Siz çalışacaksınız ki, gelecek nesiller mesut ve bahtiyar olabilsin. Siz terleyeceksiniz ki, arkadan gelenler rahat edebilsin. Siz bugün gayret göstereceksiniz ki, millet hâlinde haysiyetinizi koruma imkânına ererek izzetli yaşayabilesiniz. Evet, bu sayededir ki, kimse sizin paranızla oynayamayacak ve onda olumsuz dalgalanmalar meydana getiremeyecek ve ekonominizi sarsamayacaktır. Siz bugün dişinizi sıkar çalışırsanız, yarın onurlu, izzetli ve Allah'ın tam istediği şekilde, yani değişik devletlerin sultası altına girmeden yaşama imkânı bulur, mesut ve bahtiyar olursunuz." denerek de tefsir ve tahlil edilebilir.

Başkaları meseleyi ne şekilde ele alırsa alsın, İslâm sa'y (emek) ile sermayeyi yan yana getirip, her hak sahibine hakkını hem de vakit fevt etmeden vermeyi yeğler. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Çalıştırdığınız kimsenin ücretini teri kurumadan veriniz."[1] buyurarak, İslâm'ın bu meselede ne kadar hassas olduğunu gayet net olarak ortaya koymuştur.

Tabiî bununla Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir yandan çalışmayı alkışlarken, diğer yandan da sermaye sahibini gözeterek şu muvazeneyi de ifade buyurmuşlardır: "İçinden Allah hakkı ayrılmayan bir malın kullanılması caiz değildir."

Allah hakkı, her hak sahibine hakkının verilmesi ve hak olmayan şeylere de elin uzatılmamasıdır. Bu daire içine sadakadan zekâta, öşürden cizyeye, cizyeden de elimizin altında çalıştırdığımız işçinin parasını ödemeye kadar geniş bir hak mefhumu söz konusudur.

Mevzuyla alâkalı olarak, "İçinden Allah hakkı ayrılmamış bir şey, senin malın dahi olsa, ondan yemen haramdır." düsturunu kendimize prensip edindiğimizi söyleyebiliriz.

Diğer taraftan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Her hak sahibine hakkını veriniz."[2] buyurarak, aynı zamanda, "Hakkınız olmayan şeye el uzatmayın." mesajını da vermektedir.

Evet, işçi, hakkını teri kurumadan almalı; almalı ama, aynı zamanda başında bulunduğu tezgâhı çalıştırıp, işini itkan üzere (hakkıyla) tamamlamalı ve işverenin hakkını da gözetmelidir.

Hulâsa, çalışan kişi, işinin hakkını mutlaka vermelidir. İşveren de onu kardeşi bilmeli, kendi istifadesi kadar ona da istifade ettirmelidir ki, böylece sa'y ve sermaye, bir hakikatin iki ayrı yüzünden ibaret hâle gelecektir.

2. İşçiye Hakkının Verilmesi

Burada işçi-işveren münasebetine örnek teşkil edebilecek, birincisi günümüzden, ikincisi geçmişten iki misal arz etmek istiyorum:

Bir iş yerinde işveren işçilerine belli bir miktar maaş takdir ediyor. İşçiler ise, "Hayır, bizim yaptığımız işe mukabil bu verilen çok fazla, biz bunu kabul edemeyiz!" diyerek itiraz ediyorlar. İşveren, "Başka türlü çoluk çocuğunuzu geçindiremezsiniz. Onları da düşünmeniz lâzım!" diyerek ısrar edince, bu defa onlar, "Zaten onları düşündüğümüz için biz bu ücreti kabul etmiyoruz. Zira onlara haram lokma yedirmek istemiyoruz." şeklinde cevap veriyorlar.

Evet, insan böyle bir manzara karşısında gözyaşlarını tutamaz. İdeal sistemin ve ideal insanların meydana getirdiği bir topluma ait böyle bir hâdisenin benzerini, başka sistemlerin müntesipleri arasında görmek ve göstermek mümkün değildir.

İkinci bir misal:

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadis-i şeriflerinde, mağarada kalan üç kişiden bahseder.

Bu üç kişi, yağmurlu bir günde yolculuk yapmaktadırlar ve yağmur iyice şiddetlenince, bir mağaraya sığınırlar. Derken, selin yuvarladığı büyük bir taş gelip mağaranın ağzını tıkar. Neticede, kendi güç ve kuvvetleriyle taşı kımıldatamayacaklarını anlayan bu üç insan, en makbul amellerini vesile ve şefaatçi yaparak Allah'a dua etmeye karar verirler.

Birincisi, anne ve babasına karşı hürmetkâr davranışını; ikincisi, tam harama girip iffetini kirleteceği bir anda, sırf Allah korkusu sebebiyle böyle bir günaha girmekten vazgeçişini duasına mevzu yapar. Her iki duada da taş biraz kımıldar, ancak yine de çıkabilecekleri kadar bir boşluk meydana gelmez.

Üçüncü şahıs ise şöyle dua eder:

"Rabbim, ben yanımda birini çalıştırdım. Çalıştırdığım işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de verdim. Hâlbuki o, verdiğim ücreti azımsayıp almadı ve 'Ben bunu alamam!' deyip çekip gitti."

Ben onunla bir koyuna anlaşmıştım. O gidince ben de koyunun ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi.

Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, 'İşte bunlar senin hakkındır.' dedim. 'Ben fakir bir insanım, benimle alay etme!' dedi. Ben, 'Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hâle geldi. Şimdi al götür!' dedim. Sevine sevine aldı götürdü.

"Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer Senin için yaptımsa mağaranın ağzını aç."

İşte bu duadan sonra, taş sonuna kadar kayar; mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar.[3]

Ey bütün mağaradakiler ve mağaraya girdiklerinde kapısına taş yuvarlanmış ve içeride kalmış bahtsızlar! Sizler de hakkı hak sahibine verdiğiniz ve haksızlıktan uzak kalabildiğiniz takdirde hürriyetin, huzurun, saadetin ferahfezâ iklimine çıkma imkânını elde edecek ve mutlu olarak yaşayacaksınız.

Evet, eğer huzur ve saadet istiyorsanız, Allah'ın prensipleri içerisinde ihkâk-ı hak ediniz ki, Allah da sizin yâr ve yardımcınız olsun ve sizi içinde bulunduğunuz girdaplardan kurtarıp sahil-i selâmete çıkarsın.

Bundan da anlaşılıyor ki, düşüncede, tasavvurda ve akidede istikamet kazanmadıktan sonra, iktisadî meselelerin sağlam bir zemine oturması ve âhenk içinde yürütülmesi çok zordur.

Emek ve sermaye ilişkisinde de durum aynıdır. İşveren ve işçi, biri ücreti verirken, diğeri çalışırken hep Allah'ın murâkabesi altında oldukları şuurunu bir an bile akıllarından çıkarmayarak, yaptıklarını hep bu şuur içinde yaptıklarında, işte o zaman sermaye ve emeğin her ikisi de kudsîleşecek, sömüren-sömürülen çatışma ve çelişkisi de tamamen ortadan kalkacaktır.

Biz prensip olarak diğer sistemlerin görüş ve düşüncelerine uzun uzadıya yer vermiyoruz. Biliyoruz ki, onlar belli alanlarda birbirinden farklı düşünseler dahi, parayı mihrap edinme mevzuunda birbirinden farksızdırlar.

Hâlbuki İslâm, mülkü Allah'a teslim eder ve tasarrufu bütünüyle O'nun istekleri doğrultusunda çerçeveler. Bu yönüyle de o, tek başına ayrı bir yapı, ayrı bir sistem olarak arz-ı dîdâr eder ve bu çizgide hiçbir sistem onunla boy ölçüşemez.

3. Batının Sermaye Anlayışı

Batı, sermayeyi tamamen materyalist bir mülâhaza ile ele alır. Ona göre sermaye, çalışma ve tasarrufun terâkümünden (birikim) ibarettir ve iktisadî refahın da en büyük vesilesidir.

Bunun mânâsı şudur: Bugün, elden geldiğince iktisadî yaşarsan, yarın daha çok yatırım yapma ve kazanma imkânı elde edebilirsin. Aslında bugünkü sıkıntılar, yarınki müreffeh hayatın bir mukaddimesidir. Binaenaleyh, bugün sen çalışıp çabalamalı ve tasarrufta bulunmalısın ki, yarınların itibarıyla daha geniş imkânlara sahip olabilesin.

Zira sermaye, tasarrufla terâküm eder. Sonra da bu sermaye, yatırımlara intikal ederek fabrikalar, iş merkezleri gibi gelir getirici müesseselere dönüşür. Yani, bir bakıma, zamanla senin her tasarrufun şekil değiştirerek fabrikanın çarkı ve iş yerinin tezgâhı hâline gelebilir. Sonra da sen veya tayin edeceğin herhangi bir insan, onun başına oturur ve onu idare eder.

Artık senin tasarrufun, kocaman bir fabrika, bir süper market hâline gelmiştir. Düğmeye basarsın, bin top bez birden boyanıverir ve bin tezgâh birden çalışıverir. Tabiî bütün bu makineler, bu tezgâhlar, bilgisayarlarla da çalışabilir. Ve sen yerinden kıpırdamadan, yumuşak koltuğunda oturur, ayak ayak üstüne atar ve çarkını çevirirsin.

Oysaki sermayeyi sadece tasarrufa bağlamak doğru değildir. Fabrikanın çalışmasının yanında, insan unsurunu ve onun aktivitesini de hesaba katmak ve meseleye daha esnek yaklaşmak gerekir. Zira sermaye, sadece ne çalışmanın ne de tasarrufun neticesidir. Pekâlâ insana bir yerden bağış gelebilir, yakınlarından bir miras intikal edebilir. Birisi ona bir mal vakfedebilir veya vasiyette bulunabilir. Hatta kişi, durup dururken bir yerde hazine de keşfedebilir. Öyle ise, yukarıdaki tarif bir şey ifade etse de yeterli değildir.

Hâlbuki hem kapitalizm hem komünizm sermayeyi tarif ederken onu aynı imbikten geçirerek materyalist bir temele dayandırmaktadırlar. Görülen o ki, sermaye onların dediklerinin dışında daha başka kaynaklarla da oluşmakta ve bir güç hâline gelmektedir.

Biz, sermayeyi kullanma mevzuunda da onlardan oldukça farklı düşünürüz. Bir harcama, sadece insanın cesedi ile alâkalı olmayıp uhrevî de olabilir. Hatta denebilir ki, dünya ve ahiret muvazenesi kurulmadan yapılan bütün harcamalar, ölçüsüz ve dengesizdir. Harcamalarda evvelâ Allah rızası düşünülmeli ve yapılacak işler daima O'nun rızası istikametinde yapılmalıdır ki, dünya imar edilirken ukbâ harap olmasın.

Yine bize göre, gelir şekline dikkat edildiği kadar, gider şekline de dikkat edilmelidir. Nasıl ki, İslâm'ın meşru kabul etmediği kazanç yollarından biriyle ticaret yapılmaz; öyle de, İslâm'ın meşru kabul etmediği yerlere sarf ve harcama da yapılamaz. Zira kazancımızın helâl ve temiz olması gerektiği gibi, harcamalarımızın da temiz ve helâl yollarla olması Allah'ın (celle celâluhu) emridir.

4. Sermaye Birikimi ve Faiz

Sermaye birikimi mevzuunda İslâm, çeşitli faktörleri değerlendirerek meseleyi objektif olarak ele alır. Buna karşılık Marksist ve kapitalist felsefe, bu mevzuda oldukça sübjektif ve tutarsızdır.

Aslında, bu sistemlerin dünyanın hiçbir yerinde zulüm ve ceberuta başvurmadan tutunamamalarının gerçek sebebi de işte budur. Meselâ, Rusya'da onlarca milyon insan, böyle bir gerekçe ile öldürülmüş, ama yerleştirilmek istenen sistem yine de yerleştirilememiş; hatta kısa bir süre sonra yıkılma sürecine girmiştir.

Sermaye, farklı sistemler itibarıyla oldukça geniş bir yelpâze teşkil eder. Kapitalist sistemde sermaye faizle iç içedir. Komünist sistemin ona karşı açık ve sûrî bir kavgasının var olduğu görülür.

Marshall, sermaye birikiminde faizin rolü inkâr edilemeyecek kadar büyüktür, diyerek, kapitalist düzenin faize vermiş olduğu önemi ifade eder. Buna mukabil Keynes, kapitalist dünyada faizi sorgulayan adam olarak, sermaye-faiz ilişkisi, iddia edildiği kadar etkili değildir, der.

Esasen her iki sistem de zenginin daha zengin, fakirin daha fakirleşmesine engel olabilmek amacıyla yola çıkmışlardır ama, netice itibarıyla, derde dert katmaktan başka bir yararları olduğunu söylemek oldukça zordur.

İslâm'ın hayata hayat olduğu bir toplumda ise, bir zümrenin olabildiğine zengin ve müreffeh, diğer bir zümrenin de fakir ve aç olması söz konusu değildir. Zira bu sistemde insanlar, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnat edilen, "Komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir."[4] esprisini çok iyi idrak etmişler ve pratik hayatta da bunu büyük ölçüde uygulamaktadırlar.

Bu toplumda, yemek yediği bir sofrada kaşığını boş götürüp getiren ve yanındakini doyurmaya çalışan pek çok insan örneği göstermek mümkündür.[5]

Yaptırdığı takım elbisenin ceketini, yanında çalıştırdığı hizmetçisine verip, kendisi o takımın pantolonunu giyen ve niçin böyle yaptığı sorulunca da, "Allah Resûlü, 'Giydiğinizden giydirin.'[6] buyurur, hâlbuki benim iki takım yapmaya gücüm yoktu. Onun için bir elbiseyi aramızda paylaştırdım." diyebilen kutlular da, yine bu yüce sistemin müntesiplerindendir.

Bu sistemde, bütün bir millet olarak, elemleri de lezzetleri de paylaşma vardır. Onun içindir ki, Hz. Ömer (radıyallâhu anh) -ki o gün bir devlet reisidir- kıtlık olduğu zaman, ekmeğini sirkeye batırıp yiyerek hayatını devam ettirmeye çalışır.. ve tavrıyla halkıyla beraber olduğunu gösterir.

Ebû Ubeyde b. Cerrah (radıyallâhu anh) ordusu açlığa maruz kaldığı bir dönemde, kendisinin de, askerleri gibi bir-iki hurma ile iktifa etmeye çalıştığı, üzerinde durulacak örneklerdendir.

Konuyla alâkalı, Asr-ı Saadet'ten daha çok örnek göstermek mümkündür. Her şeyden evvel Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) eline geçenleri dağıtırken bir ibadet neşvesi içinde olduğunu… Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) kendi bahçesini vakfederken hayatının en mesut dakikalarını yaşadığını… Ebû Talha (radıyallâhu anh) bahçesini fakir fukaraya bağışlarken Cennet'le müjdelenmiş gibi iliklerine kadar sevinç duyduğunu söyleyebiliriz.

Hâsılı, İslâm'daki içtimaî hayat işte bu zenginliktedir. Dolayısıyla onun, ne Marshall'ın, zenginin daha zengin olmasını sınırlandırıcı tekliflerine ne de Keynes'in faiz ile ilgili doktrinlerine ihtiyacı vardır. Müslüman'ın bir tek şeye ihtiyacı vardır, o da, İslâm'ı bütün müesseseleriyle bir bütün olarak yaşamaktır.

5. İslâm'da Sermaye Birikimi

İslâm toplumunda faizin sermaye birikimi için teşvik edici bir özelliği yoktur. Ona göre sermaye birikimi için temel faktörlerin en birincisi yine emektir ve onun nazarında sermaye, birikmiş bir emektir. Emeğin tabiî kaynaklarla kontak sağlaması ve onları işlemesi kişiye ve topluma hazır üretilmiş mallar sağlar. Eğer fertler, üretilen bu malların hepsini tüketmez ve bir kısmını artırırsa, üretim için emeğin yanında ona yardımcı olacak yeni üretim vasıtaları elde edilmiş olacaktır.

İşte konuya ışık tutan önemli bir hâdise:

Bir gün Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'de ashabı ile birlikte otururken genç yaşta dilenen bir fakir çıkagelir. Fakir, kendisinin ve ailesinin aç olduğunu, kendisine yiyecek verilmesini ister. Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) genç adama evinde bir şey olup olmadığını sorarlar. Adam evinde çocukları üzerine örtülmüş bir kilim ve bir tencereden başka bir şey olmadığını söyler. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu kilim ve tencerenin kendisine getirilmesin ister. Bunlar getirilince, ashabına döner ve 'Bunları kim satın alır?' buyururlar. Bir sahabi kalkar ve 'İkisini bir dirheme alırım' der. Bunun üzerine Efendimiz 'Daha fazla verecek yok mu?' buyururlar. Bir başka sahabi iki dirheme alacağını söyleyince Efendimiz ona verirler. Daha sonra Allah Resûlü o fakire dönerek, bir dirhemle yiyecek bir şeyler satın alıp ailesine götürmesini, diğer dirhemle de çarşıdan bir balta satın alıp gelmesini ister. Balta gelince Efendimiz bizzat kendi elleriyle baltanın sapını yerleştirip bu fakir adama uzatarak "Bu baltayı al, dağlara git, ot ve odun toplayarak para kazanmaya çalış. On beş gün hiç eve uğrama." buyururlar.

Adam gider ve on beş gün sonra kazandığı paralarla Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna gelir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyururlar:

"Bu senin için, kıyamet gününde yüzünde bir dilencilik lekesi ile gelmenden daha hayırlıdır. Dilenmek ancak şu üç kişi için caiz olabilir: Şiddetli fakirlik çeken, ağır bir borç altında bulunan, can yakıcı kan diyetini ödemeyi üstlenen."[7]

Buna göre, İslâm'da sermaye birikimi için en önemli unsur emektir denebilir. Olayda Resûlullah'ın gence on beş gün eve uğramamasını söylemesi bize sermaye birikimi konusunda şu ilkeyi hatırlatmaktadır:

  • İlerideki üretimi artırmak için bugünkü tüketimi kısmak gerekir.
  • İslâm, sermaye birikimi için kârı, özendirici bir unsur olarak kullanır.
  • İslâm, toplum refahını hedef alması nedeniyle servetin belirli ellerde toplanmasını sonuç verecek yolları belli ölçüde kapatır. Gelir ve servet daima küçük parçalara ayrılarak fertlere dağıtılır. Bunun sonucu olarak büyük kartellerin oluşması güçleşir. Tabiî bunun yerine, büyük yatırımların şirketler (müsaheme) yoluyla gerçekleştirilmesi sağlanır. Bu mülâhaza ile kurulacak şirketlerde fertler küçük-büyük tasarruflarıyla pay sahibi olarak sermaye oluşum sürecine katılırlar.

Ayrıca malın elde tutulması ve piyasadan çekilmesi (kenz ve ihtikâr) gibi davranışların yasaklanması ve âtıl duran sermaye üzerine yüklenecek zekât vergisinin onu zamanla tüketmesi korkusuyla sermaye sahibinin malını işletmeye sokması ve tedavüle katması, üretimi ve sermaye birikimini hızlandırır.

Üst gelir gruplarından alt gelir gruplarına zekât, sadaka ve infak adıyla gelir transferleri tüketim mallarına talebi artırır. Bu da üretimin ve millî gelirin artmasına yol açar. Millî gelirin artması ise fertlerin daha fazla tasarruf imkânı elde etmeleri demektir.

Sermaye birikiminde israf yasağı da önemli bir rol oynar.

Kısaca İslâm, sermaye birikiminde emeği temel unsur kabul eder, tasarrufları israf yasağıyla destekler. Kârı yatırımlarda teşvik unsuru olarak kullanır. Sermayenin âtıl kalmasını önleyici ve gelir artışını sağlayıcı etkileriyle zekâtı emreder, sadakaları ve infakı (harcama) mânevî saiklerle teşvik eder. Büyük yatırımları ise daha çok fertlerin tasarruflarını bir araya getirerek, müsaheme yoluyla kurdukları şirketler aracılığıyla gerçekleştirir.

6. Sermayenin Üretime Katkısı

Temelde emek kabul edilmediği takdirde, sermayeye de bir mesnet bulunamaz. Zira sermayeye emek inzimam ettiğinde, yani bir üretim faaliyetinde emekle sermaye birlikte yola çıktığında, sadece emekle kazanılanın çok fevkinde neticeler elde edilebilir.

Pratikteki tatbiki, bu hususu apaçık göstermektedir. Biri sermaye ile, diğeri sadece alın teri ile çalıştığında, sermaye ile çalışan çok daha fazla kazanır ve bu da gayet normaldir.

Kapitalist anlayışa göre, emek olmadığı zaman sermayenin de ortadan kalkması kaçınılmazdır. Söz gelimi, arazi ekilip biçilmediği takdirde, paralar bankalarda âtıl hâle gelir. Bu ise, Allah'ın sevmeyip, 'kenz' olarak isimlendirdiği ve Mahkeme-i Kübrâ'da kızdırılıp kızdırılıp sahibinin alnına, sağına-soluna vurulacağı tehdidini yaptığı bir yöntem ve bir davranış tarzıdır.[8] Bu yolla elde edilen şeyin ne sahibine ne de cemiyete hiçbir yararı yoktur; hatta çok zararının olduğu bile söylenebilir.

Binaenaleyh, esas olan, işin hakkını vermektir. Herkes yaptığı işi, Allah'a, Resûlullah'a ve mü'minlere beğendirecek şekilde yapmalıdır.[9] Ayrıca, 'işin hakkını vermek' ifadesinin altında, 'Bir işi kaç kişi yapabilecekse o işin başında o kadar insanın bulunması gerekir.' mânâsı da söz konusudur. Yani, on kişinin yapacağı işin başına, yüz kişi yığılmamalıdır. Aksi bir davranış, hem istihsali (üretim) hem istihlâki (tüketim) hem de millî sermayeyi kundaklamak olur.

Meselenin bir diğer yönü de, işverenin, Allah'ın hakkını ayırmadan, ağzına götüreceği lokmanın kendisine haram olduğu şuurunda olmasıdır. İşverenin, evvelâ işçinin hakkını belirlemesi, takvime bağlaması şarttır. Şayet, işçisine verecek bir şey bulamazsa, işletmesine onu ortak yapmalıdır.

İşte bu konu dünden bugüne gele gele, kısmen mukayyet ve şartlı dahi olsa, nihayet cebrî olarak gelip bir yere dayanmıştır. Günümüzün büyük tüccarı, büyük iş adamı ve sanayicisi de, eski devirlerdeki kartellere benzer kartelleriyle, tröstleriyle, holdingleriyle er-geç gelip bu noktaya dayanacaktır.

Zira beşer, köleliği reddettiği gibi, işçiliği ve ücretle çalışmayı da reddetmektedir.[10] Bunların bir kısmı hüsnü niyetle ve samimiyetle eski durumu devam ettirmeyi düşünseler de, tabakât-ı beşer çapında estirilen umumî havadan konjonktürel olarak sonuna kadar bu işi devam ettirmeleri çok zor, hatta imkânsızdır.

Dolayısıyla, şayet işveren, işçisine kendi hayat standardına uygun bir ücret ödeyemiyorsa, onu belli nispetlerde işine ortak etmelidir. Böylece işçi de, çarkın nasıl döndüğünü daha yakından görecek, işverene inanacak ve işe omuz vererek onu kendi işi gibi sahiplenecektir.

Zaten, belli yerlerde de işveren-işçi münasebetleri bu istikamete doğru kaymaktadır. Belki bir gün gelecek, işçi ve işveren arasındaki dengeyi korumak için bu da alternatif bir çözüm olacaktır.

Elbette ki bu, bütünüyle böyle olacak demek değildir. Kanaatkâr ve kendi hakkından daha çok işverenin hukukunu düşünen insanlar, bulundukları hâl üzere devam ettikleri müddetçe o kesimde de bir değişiklik olmayacak ve onlar âdeta örnek birer tablo misillü oldukları gibi kalacaklardır. Ama ifade ettiğimiz gibi, büyük bir ekseriyetin ciddî bir değişiklik ve istihâleye maruz kalması da kaçınılmaz görülmektedir.

[1] İbn Mâce, rühûn 4.
[2] Buhârî, teheccüd 15; savm 51; edeb 86; Tirmizî, zühd 64.
[3] Buhârî, enbiyâ 50; büyû 98; icâre 12; hars 13; edeb 5; Müslim, zikir 100; Ebû Dâvûd, büyû 29.
[4] Hâkim, el-Müstedrek, 2/15.
[5] Buhârî, tefsir (59) 6; Müslim, eşribe 172, 173.
[6] Buhârî, iman 22; edep 44; Müslim, eymân 40; Ebû Dâvûd, edep 124; Tirmizî, birr 29.
[7] Ebû Dâvûd, zekât 26; İbn Mâce, ticârât 25. Bu hususu takviye eden başka bir hadiste de şöyle buyrulmaktadır: "... Sizden birinizin urganını alarak dağdan odun toplayıp ve onları satıp geçinmesi, bir kimseye gelip ondan bir şey istemesinden, -o kişi versin-vermesin- daha hayırlıdır." (Buhârî, büyû 15)
[8] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/34-35.
[9] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/105.
[10] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 772-773.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.