Sırat-ı Müstakîm

1. "Ben de sizin gibi bir beşerim"

Cenâb-ı Hak, Efendimiz'e hep hususî bir noktayı hatırlatmakta ve şöyle demesini emretmektedir: "Ben de sizin gibi bir beşerim. Bir fark var; o da, bana vahyolunmasıdır." (Kehf sûresi, 18/110)

Sanki Cenâb-ı Hak O'na, "Ey Habibim, başka şeref, başka mansıp arama; beşer olmayı itiraf, sana şeref olarak yeter." demekte ve O da bunu gerçeğin kendisi kabul ederek "Ben bir beşerim." ilanında bulunmaktadır.

Bir akıl ve bir karîha düşünün ki, güneşlere fer verecek ölçüde ışıl ışıldır. O'nun fetanetini ifadede 'deha' kelimesi yetersiz ve fakir kalır. O'nda cihanları altüst edecek bir dirayet ve irade gücü vardır. Ancak O, bütün bunları bir kenara bırakıp Hakk'a teslim olmakta ve gönlünü bütünüyle vahyin meltemlerine açmaktadır. Aslında böyle bir teslimiyet çok zordur. Tabiî zor olduğu ölçüde de mübeccel ve Yaratan nezdinde makbuldür.

Anlatılan, nübüvveti ikrar, kulluğu da itiraftır. Evet, anlatılan, ne Arş'ın bir yanında oturma iddiası ne de hulûl ve tecessüt safsatası; vahiyle serfiraz bir peygamberlik pâyesi.

Keza Resûl-i Ekrem, "Ben de sizin gibi bir beşerim." derken beşeriyetini ifade ederek, mukteza-i beşeriyet olan hiçbir şeye karşı gelmediğini, tabiatla mutabakat içinde bulunduğunu, Allah'ın kurduğu ve ayarladığı nizama tevfik-i hareket ettiğini/edeceğini hatırlatmış oluyor.

Derinlerden derin kulluğunun yanında, yiyor, içiyor, yatıyor, evleniyor ve arkasındakilere meşru dairedeki zevk ve lezzetlerin âdâbını talim ediyordu.

Esasen O'nun beşerî bir zaaf olarak kadına ihtiyacı yoktu. Zira O'nun 25 yaşına kadar yaşadığı gençlik hayatıyla ilgili olarak dost ve düşmanın akılları durduracak, hayalleri donduracak öyle bir yanı vardı ki, cahiliye devri içinde neş'et etmesine rağmen, evleneceği kadınla (Hz. Hatice) karşı karşıya geldiğinde buram buram ter dökmüştü.

Henüz semasında nübüvvet ve vahiyden bir şimşek çakmamış; Zât-ı ulûhiyet hakkında tam bir malumata sahip olmamış, haramı-helâli henüz duymamıştı ama, böyle bir dönemde dahi mahremi olmayan bir kadına elini dokundurmamış ve başını kaldırıp bir yabancıya baktığı görülmemişti.

O, bir ismet âbidesiydi; O'nda afîf bir vicdan, tertemiz bir gönül vardı. Hep iffetli mi iffetli, namuslu mu namuslu bir hayat yaşamıştı. Allah ile olan irtibatı ise kavîlerden kavîydi.

Kaşını kaldırıp bir kadına bakmaması, O'nun kadına karşı ilgisiz olmasından kaynaklanmıyordu. Bilakis O'nda normal insanlardan 30 defa daha üstün bir erkeklik gücü vardı. Bunu bizzat kendileri ifade buyurmuşlardı.[1]

O'nu böyle afîf yapan ve iffetli hâle getiren, Allah'a karşı olan saygı ve haşyetiydi. Zira Cenâb-ı Hak, O'nu hep güzel hasletleri temsil etsin diye yaratmıştı.

O sırat-ı müstakîm ile bezenmiş, Hak münasebetiyle yunmuş, yıkanmış tertemiz, ışıl ışıl bir nur yumağı idi âdeta. O bizlere sırat-ı müstakîmi göstererek bizi de ifrat ve tefrite düşmekten korumuştu.

2. Mürşidimiz Kur'ân'dır

Bizim mürşidimiz Kur'ân'dır. O Kur'ân ki, bazen bizim gönül dünyamızı gökyüzüne çevirir ve onun her âyeti içimizde bir yıldız gibi doğar. Bazen de o, gökteki yıldızları indirir ve bizim müşâhede alanımıza serer.

Bütün sistemler, galaksiler, yıldızlar ve gezegenler bizim için aynı bütünden birer parça gibidirler. Kur'ân, yer yer âyetlerini birer burak yaparak bizi oralarda gezdirir. Kâh olur, yıldızları zerreler gibi küçültür ve kâinatı avucumuzun içine koyar; kâh olur semavîleşme ve arşiyeler çizmede bizi nebülözlerin yanına götürür; bunu yaptığı aynı zamanda nazarlarımızı yakalar ve bizi kendi içimizde gezdirir. Atomlar âleminden nebülözler âlemine kadar, Kur'ân'ın o muhteşem bayrağının şehbâl açıp dalgalanmadığı tek saha yoktur.

Öyleyse hiç kimsenin de, mâşerî vicdanında bu kadar mâkes bulmuş Kur'ân'a karşı, "Hayata, ilme ve kâinata ait şu yönleri ihmal etmiştir." demeye hakkı yoktur. Aksini iddia edenler Kur'ân'ı, Sahib-i Kur'ân o Resûl-i Zîşân'ı bilmeyen nâdânlardır. Ne denilebilir ki!

Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz,
Dîvânelerin hemdemi dîvâne gerektir.

Evet, bir kere daha tekrar ediyor ve diyoruz ki, Kur'ân bütün kâinatı soluklanır ve bütün eşya ve hâdiselerden söz eder. İşte birkaç misal: "Sizi topraktan yaratması, O'nun varlığının delillerindendir. Sonra hemen sizler birer insan olup yeryüzüne yayılıyorsunuz." (Rum sûresi, 30/20)

Kur'ân bize, âyât-ı tekvîniyeyi okumamız mevzuunda menfezler açıyor: "Sizi topraktan yarattı." (Fâtır sûresi, 35/11)

Yerin yüzünden bir öz aldı, âdeta bir protein çorbası yaptı ve sizi ondan halk etti. Sonra da ahsen-i takvîme mazhar kılarak tam kıvamında, meleklerin tebcil ve secde edeceği muallâ varlıklar hâline getirdi; muallâ varlıklar hâline getirdi, sonra da tuttu adınıza yemin etti: "(Bilmiyorsanız bilin, anlamıyorsanız anlayın) azamet ve ulûhiyetimle yemin ediyorum ki, Biz insanoğlunu en kerim ve en şerefli bir varlık olarak yarattık." (İsrâ sûresi, 17/70) dedi. "Sonra siz, sağa-sola yayılan, her yerde arz-ı dîdâr eden ve dünya yâsemenliğinde reftâre gezen varlıklar hâline geldiniz. İçinizden, kendileriyle sükûna kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi de O'nun varlığının delillerindendir." (Rum sûresi, 30/20-21)

Acaba, kendi kendine olur mu bütün bunlar? Sizi yaratsın, dönüp de onların yanında huzura kavuşacağınız arkadaşlar var etsin ve aranıza meveddet ve muhabbet koysun, sizi birbirinize sevdirsin ve sizinle dünyayı imar etsin... Bunlar Allah'ın âyetlerinden değil de nedir!?

Nasıl oluyor ki, nevzuhur bir insan, hemfikir olacağı bir hayat arkadaşıyla karşı karşıya geliyor? Nasıl oluyor ki, camid zerrelerden meydana gelmiş bu iki varlık, kalbî bağlarla birbirlerine alâka peydâ ediyorlar! Nasıl oluyor ki, dünyanın imarı ve onarılması için bunların izdivacı bir vesile oluyor? Sahi, nasıl oluyor bütün bunlar? Kur'ân işte bütün bunları gözler önüne seriyor ve O'nu nazara veriyor.

"Geceleyin uyumanız, gündüz de O'nun lütfundan rızık aramanız, O'nun varlığının delillerindendir. Bunlarda, kulak verip dinleyenler için dersler vardır." (Rum sûresi, 30/23)

Gece ve gündüz de, O'nun âyetlerinden ve varlığının alâmetlerindendir. Geceleri istirahat eder, gündüzleri de çalışırsınız. Her zaman tabiatınızla zaman arasında bir uyum söz konusudur ve her şey yerli yerincedir: Gece ve istirahat, gündüz ve çalışma; insan bünyesinde değişik sistemlerin devreye girmesi, ona mukabil başka bir sistemin tatil-i eşgâl etmesi… hepsi o kadar âhenkli ve yerindedir ki, hayran olmamak mümkün değildir.

"Size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Bunlarda, akleden bir toplum için âyetler vardır." (Rum sûresi, 30/24)

Düşünün, siz bir insan olarak yaratıldınız. Âdem'in Havva'yı bulması gibi, yanı başınızda bir hayat arkadaşı buldunuz. Şimdi içinizi birbirinize şerh edip fikir teatisinde bulunuyor, hayatı paylaşıyor ve bütün bir yuva olarak hayat ve huzur solukluyorsunuz.

Gece sizin için dinlenme zamanı oldu, uyuyup istirahat ettiniz. Gündüz çalışıp çabalayıp Allah'ın nimetlerinden yararlandınız; O, zemini sizin için bir bağ ve bahçe hâline getirdi, arzı rahmetiyle, gönüllerinizi muhabbetiyle ihya etti.

Yağmur, gülen bir rahmet, şimşek mehâfet edalı bir şefkat; ikisine de hem sizin hem de zeminin ihtiyacı var. O, bu ihtiyacı görüp biliyor; size sağanak sağanak yağmur indiriyor, otlar ve meyveler bitiriyor, bunları, sizlere ve hayvanlarınıza vazgeçilmez birer rızık yapıyor.

Bütün bunlar, insan olan insanda, düşünme ve ihsas sistemlerini harekete geçirecek hâdiseler. Kur'ân bunların perde arkasını nazara vererek bizi varlık ve hâdiseleri yeniden bir kere daha okumaya çağırıyor. Evet, Kur'an birçok âyetin fezlekesinde أَفَلاَ يَعْقِلوُنَ "Yok mu akledecekler? Yok mu tefekkürde bulunacaklar ve malumat-ı sabıkalarıyla şu andaki bilgilerini birbiriyle mezcedip yeni yeni komprimelere, terkiplere yükselecekler?" (Yâsîn sûresi, 36/68) deyip bizi ilk mevhibelerimizi değerlendirmeye davet ediyor.

Evet, o ısrarla, bizim havâss-ı zâhire ve bâtınamıza hitap ederek, önümüze serilmiş bulunan şu kitabın cân-u gönülden okunmasını istiyor. O, insanı, eşya ve hâdiseleri ve bütün kâinatı bir vâhidin çeşitli yüzleri şeklinde ele alır, hepsinin bütüncül bir nazarla değerlendirilmesini ister. Bütün semavî kitaplar arasında sadece odur ki, hiçbir yönü ihmal etmeden bütün varlığı birden değerlendirir ve nazar-ı mütalâamıza sunar. Ön yargısız olanlar, her şey üzerinde titizlikle durur, her hâdiseyi doğru okumaya çalışır, canlı-cansız her varlığı âdeta bir dost, bir kardeş gibi görür ve yürür onlarla hasbihâl ederek Yaratan'a doğru; yürür ve hiçbir zaman vahşet yaşamaz, yalnızlığa düşmez, sebeplerden ürküp korkmaz; herkesi ve her nesneyi bir kardeş gibi görür ve değerlendirir.

Dağlarla konuşur, vadilerle türkü söyler, nebatat ve hayvanatla ayrı bir beraberlik yaşar ve kendini hep bir halka-i zikir içinde hisseder; hisseder de her şeyin onunla beraber âdeta "Lâ ilâhe illallah" dediğine şahit olur. Yer onun için bir beşik hâlini alır. "Biz yeryüzünü bir beşik kılmadık mı?" (Nebe sûresi, 78/6) Kur'ân ifadesini bütün sıcaklığıyla duyar ve o beşiği hazırlayıp sallayan Zât'a karşı şükranla şahlanır.

Meyveleri salkımlar hâlinde ağzımıza kadar uzanan bağları, bahçeleri düşünür, nasıl varlığın merkezine oturtulduğunu gönülden bir kere daha yâd eder. Semayı temâşâ eder hayranlık mırıldanır, tabiatı alkışlar esbaba tebessümler yağdırır; gürül gürül çağlayıp giden nehirlerin başında durur bir mûsıkî dinliyor gibi mest olur.

Ağaçların hışırtısı, yaprakların hemheme ve demdemesi ona hep bir şeyler fısıldar; tabiatla yan yana iki kardeş ve iki yoldaş gibi sarmaş dolaş yaşar; Allah'ı hatırlar her ses ve solukla, tazim duruşuna geçer yer yer. Yaşadığı hayatın ve yürüdüğü yolun encamını düşünür. "Sizi o topraktan yarattık, tekrar oraya iade edeceğiz ve son olarak yine oradan çıkaracağız." (Tâhâ sûresi, 20/55) mazmununca, toprağı mihmandarı gibi görür; ona gülücükler gönderir ve bugün vicdanında duyup yaşadığı hakikatleri, günü gelince apaçık göreceği ve Rabbini müşâhede edeceği anın hazzıyla iliklerine kadar mânevî bir hazla gerinir.

"Allah yeri canlı yaratıklar için vaz'etmiştir. Orada meyveler, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar vardır. Ey insanlar ve cinler! Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız!" (Rahmân sûresi, 55/10-13) gibi beyanların çağlayanlarına dalar, her dakika ayrı bir sermestî yaşar ve kendi kendine:

"Ey bu nimetlerle perverde nefsim! Rabbinin hangi nimetini tekzip edeceksin? Senin için gökyüzüne güneşi yerleştirdiğini mi? Onunla sizin aranızdaki münasebetleri mi? Böyle bir münasebet için kafanıza göz, kulak yerleştirdiğini mi? Gözlerinle varlık arasındaki diyalogu mu? Yeryüzünü bir sofra hâlinde önüne serdiğini mi? Ağzını önüne koyduğu nimetlere göre hazırladığını mı? Kuvve-i zâika ile dilini donattığını mı?"

Evet, bu üst üste ve demet demet gaybî hazinelerden fışkırıp gelen nimetlerin hangisini inkâr edeceksin..?

"Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Öyleyse yerin yamaçlarında dolaşın, Allah'ın verdiği rızıktan yiyin. Sonunda dönüş de O'nadır." (Mülk sûresi, 67/15) O, yeri size öyle "zelûl – uysal bir binek" hâline getirmiştir ki, sırtına bindiğiniz zaman gezdirir sizi, hem de en tatlı ninniler söyleyerek... Onun baharının ninnisi başka, yazının nağamatı başka; hazan mevsiminin ise daha başka nağmeleri vardır. Sonbahar solgun sesiyle hep visal türküsü söyler. "Ona, Hakikî Dost'a kavuşma vaktiniz yaklaştı!" der gibidir her sözü.. ve solan şeyler, Solmayan Güzel'i gösterme imasında bulunurlar.

Her mevsimin ayrı bir türküsü vardır. Siz merkûbunuzun omuzlarında, rahat rahat yürürken her gün kendinizi her köşe başında ayrı bir cennet kapısı önünde bulur gibi olur ve Kur'ân'ın "Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz?" beyanıyla bir kere daha irkilirsiniz. İrkilir, mehâbet hissiyle O'na yönelirsiniz. Değişik mevhibelere mazhariyetlerinizin çehresinde varlık içindeki konumunuzun ehemmiyetini anlarsınız; anlar ve ona göre daha ciddî bir duruşa geçersiniz.

İşte Kur'ân varlığa böyle bakar, böyle yorumlar; insanın konumunu da bu şekilde işaretler ve ona sorumluluklarını hatırlatır.

3. Fıtratla Zıtlaşan Bir Kısım Aşırılıklar

İslâmiyet'ten önceki bazı semavî dinler bu muvazeneye riayet edememişti; edememiş –şu anda bizim durumumuz da öyle– ve hakikî temsilcilerini kaybetmiş olmadan ötürü zavallı bir duruma düşmüştü. İbadet maksadıyla inşa edilen bazı mâbetler, günahları affetme adına kazanç temin etme yolları peşinde idi.. zengin fakiri o nâm ile eziyordu. Cennet onun adına parsellenip satışa arz ediliyordu. Bütün bir ömrünü sefahatte tüketen krallar, zenginler ve asilzâdeler servetleri sayesinde Cennetin en mutena yerlerini satın alabilme hülyalarıyla yaşıyorlardı.

Bir kısım bölgelerde bu din, istismar odaklarının elinde tam bir oyuncak hâline gelmişti. Asiler, mücrimler, sahtekârlar ve bütün bâğî ve taşkınlar, eğer paralı iseler cemiyetin en seçkinleriydi. Nasıl olmasındı ki, onlar dünyada iken Cennet'i garantilemiş ve Cennet'e girmek için âdeta sırasını bekleyen insan şeklinde meleklerdi.. evet, hiç utanmadan Allah'a karşı sürekli yalan söyleniyordu.

Aslında Hz. Mesih'e göre de Allah, hiç kimseye Cennet'in anahtarlarını teslim etmemişti. Hâlbuki bazı mâbetlerde bulunan bir kısım görevliler durmadan cennet köşklerinin anahtarlarını dağıtıyorlardı. Ayrıca onlar, kul ile Allah arasına, tebliğ ve irşad dışında hem de hiç münasebeti olmayan her konuda rahatlıkla girebiliyorlardı. Bu ise, istismardan başka bir şey değildi. Oysaki hangi din olursa olsun, kul ne zaman ellerini açıp Rabbiyle irtibata geçse ona icabet edilirdi. Bu mülâhazayla idi ki, Allah Resûlü, "Yeryüzü benim için mescit kılındı."[2] buyuruyordu. Acıdır, bazı yerlerde bir din, cennet alıp satan, cennet kapılarını açıp kapayan insanların dini hâline gelmişti.

Gün gelmiş bu durum, parası olmadığından dolayı cennet alamayan veya bir kilit alıp cehennemin kapısına vuramayan fakirin reaksiyonunu celp etmişti. İşte proletarya hareketlerine ve bir kısım din görevlilerine kıyama fakirin bu psikolojisi sebep olmuştu. Bu mevzu istismar edildiğinde de, böyle bir tepki veya istismardan Protestanlık doğmuştu.

Hıristiyanlar'ın bir kısmı, Hz. Mesih'in temel öğretilerindeki muvazeneye riayet edememiş, özel donanımlı Allah'ın kulu ve resûlü olan o yüce insana 'Allah' nazarıyla bakmışlardı. Tarih tekerrür ediyordu; kendilerinden evvel Yahudiler Hz. Üzeyir'e (aleyhisselâm), başkaları Zerdüşt'e ve daha başkaları başka şahıslara Allah demiş ve o nazarla bakmışlardı. Bu kabîl yanlış telakkiler birer problem olduğu gibi, bunlara karşı gösterilen tepkiler de zamanla birer probleme dönüşmüştü.

Batıdaki ilim hayatı ve düşünce sistemi ile toplumun fakir ve zengin yapısı buna bir reaksiyonun ifadesiydi. Bu itibarla da, beşerin başına açılan birçok gailenin temelinde, onların işte bu bozuk anlayışları yatıyordu denebilir.

Meselenin bize bakan yönüne gelince; bizim gözümüzü kamaştıran Sanayi İnkılabı[3] gibi bazı değişimlerin o sûrî parlaklığı ve göz kamaştırıcılığı, zavallı ve zavallı olduğu kadar da muhâkemesiz, gözü bağlı, kulağı tıkalı, ebkem ve kalbsiz entelijansiyamız tarafından nadide bir cevher gibi bîçâre insanımıza hem de bütün bir geçmişimiz ve kültürümüz görmezlikten gelinerek dayattırıldı ve zorla kabul ettirildi.

Batıda bir kısım üstûrelere reaksiyon gösterilmesi normaldi; zira orada fakirler eziliyor, iktidarsızların hukukları çiğneniyor ve bunu da kendi ifadeleri ile "Tanrı istedi." diyorlardı.

Feodalizmin hükümferma olduğu devirlerde belli cemaatler, sırtını bir kısım mâbetlere dayamış aileler ve soylular; kapitalist idarenin hükümferma olduğu daha sonraki dönemlerde ise burjuvazi fakirin kanını emiyor, onu sömürüyor ve ardından da 'Tanrı' deyip her şeyi O'na dayandırıyor, O'nu kendi hesaplarına konuşturuyor ve her gün O'na –hâşâ– birbirine zıt, birbirini nakzeden değişik hükümler isnat ediyorlardı. Mâşerî vicdan bir gün işte bu düşünceye reaksiyon göstermişti.. dahası günü geldiğinde münkir ve mülhit Nitche, sesini yükseltip şöyle diyecekti: "Size duyuruyorum, -hâşâ- Tanrı öldü!" Bu, bir taraftan küfür ve küfranı ifadeden ibaret olmanın yanında aynı zamanda Batı'da tekniğin, fennin, sanatın ve topyekün Sanayi İnkılâbı'nın ne türlü bir dil kullandığını gösteriyordu.

Onlara göre artık dünyaya sanayi ve ilim hâkimdi. Sözü de onlar söylemeliydi. Ama unutmayalım ki bütün bunlar her gün ayrı ayrı mahkemelerde kendi heveslerine göre Allah'a hüküm verdiren bazı din müntesiplerinin yanlış icraatına karşı bir reaksiyonun ifadesiydi.

Bize gelince; biz dünlerimiz itibarıyla hep sırat-ı müstakîmi temsil ettik; asla ifrat ve tefrite düşmedik. Beşer ve beşeriyetin gereklerini inkâr etmedik; akla karşı koymadık. Zira Kur'ân, birçok âyetin fezlekesinde bize, "Akıl etmiyorlar mı? Tefekkür etmiyorlar mı?" diyordu.[4] Bu, her şeyin önünü arkasını göz önüne alıp tenasüb-i illiyet (sebep-sonuç) prensibine göre düşünmek, tekrar ber tekrar kendilerini düşünmeye zorlama ve bir mevhibe-i ilâhî olan aklı aktif kullanma demekti.

Evet, işte bizim dünya görüşümüzü şekillendiren Kur'ân'a ait fezlekeler! Biz sırat-ı müstakîm erbabıyız ve ifrat-tefrit bilmedik. Allah'a ulaşmak için hiçbir zaman evlenmeyi inkâr ve O'na vâsıl olmanın yolunun mâbet ve zaviyelere kapanmak olduğunu iddia etmedik. Aksine, hayatı her yönüyle birbirinden kopmaz bir bütün hâlinde mütalâa ettik ve öyle değerlendirdik.

İslâm İstikamettir

Biz her zaman sırat-ı müstakîm üzerinde olmaya çalıştık. Peygamberimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yolun biricik temsilcisiydi. Biz de O'nun ümmetiyiz. O, hiçbir zaman ifrat ve tefrite girmedi. Her gün bir yığın müşkülü halletti ama asla müşkül icat etmedi.

Bernard Shaw, "Üst üste problemlerin çözüm beklediği asrımızda, bütün müşkülleri, kahve içme rahatlığı içinde çözen Hz. Muhammed'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) her devirden daha çok muhtacız." derken yerinde bir tespitte bulunur.

Evet, O'nun çözemediği hiçbir müşkül olmamıştır. Ferdî, ailevî hangi meseleyle karşı karşıya gelmişse, yine bir Batılının ifadesiyle, yağdan kıl çeker gibi, gayet rahatlıkla o meseleyi halledivermiştir. İşte birkaç misal:

Kâbe'nin inşası esnasında birbiriyle anlaşamayan kabileler kılıçlarını çekip savaşa hazırlandıkları sırada, çiçeği burnunda bir delikanlının Kâbetullah'a doğru geldiği görülür. Hemen, "İşte meseleyi bu halleder!" der ve O'nu beklemeye koyulurlar. O, öyle inandırmış ve emniyet telkin etmiştir ki, Allah Resûlü gelir gelmez işe müdahale eder ve Hacerü'l-Esved'i büyükçe bir bez içine koyar, kabile reislerini dört bir yanından tutturup, taşı yerine kadar onlara taşıttırır, sonra da bizzat kendisi yerine yerleştirir. Ve böylece ciddî bir problemi gayet rahatlıkla halleder.[5]

İkna etmede de Allah Resûlü'nün eşi menendi yoktur. Bir gün İmrân'ın babası Husayn, Medine'ye gelir. Aklınca Allah Resûlü'nü ikna edip davasından vazgeçirecektir. Sorar:

- Yâ Muhammed! Sen mi hayırlısın yoksa baban mı? Allah Resûlü cevap verir:

- Senin baban da benim babam da Cehennem'dedir.

Husayn donakalır. Ne diyeceğini şaşırır. Bu sefer de Allah Resûlü sorar:

- Sen kaç ilâha tapıyorsun?

- Yedi ilâha; biri gökte, altısı yerde, der Husayn. Ve daha sonra da aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Yâ Husayn! Acıktığın zaman hangisinden yiyecek istersin?

- Göktekinden...

- Susayınca?

- Göktekinden...

- Evlât istediğinde?

- Yine göktekinden...

- Peki, yâ Husayn, hepsini göktekinden istediğin hâlde, niçin ibadette diğerlerini O'na şerik koşuyorsun?!.

Bu söz Husayn'ı ikna etmeye yeter.. sonra da gürül gürül "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" der ve o ışıktan topluluğa katılır.[6]

Bir başka defa, cismanî duyguların baskısı altında ezildiği şikâyetiyle bir delikanlı gelir O'nun huzuruna. Allah Resûlü onu karşısına oturtur ve sorar:

- O yapmak istediğinin anana yapılmasını ister misin?

- Hayır, yâ Resûlallah!

- Kız kardeşine yapılmasını ister misin?

- Hayır, yâ Resûlallah!

- Halana ister misin?

- Hayır, yâ Resûlallah!

- İşte, herkes de senin gibi birisinin anası, kızı, kız kardeşidir. Senin istemediğini onlar da istemezler. Sonra o tertemiz elini gencin sinesine kor, "Allahım, günahlarını mağfiret et, ayıplarını setret, kalbini temizle!" diye duada bulunur.

Delikanlı, kalkar gider. Sahabi diyor ki: "Aklı kalbiyle beraber öyle ikna olmuştu ki, artık aramızda ona iffet âbidesi nazarıyla bakardık."[7]

Evet, Resûlullah, müşkülleri çözmede müthiş bir fetanete sahipti ama o fetanetiyle hayatında hiç kimseyi şaka olarak dahi aldattığı görülmemişti. Bu büyük dimağ, ne dünyaya hâkim olmak ne de insanlar üzerinde hükümranlık kurmak için hiç mi hiç arzu izhar etmemişti. Hatta yer yer kendi içtihatlarından dönmüş ve gassalin elindeki meyyit gibi hep Allah'a teslim olmuştu. Hayır, O'nun teslimiyeti daha da artıktır…

4. Kur'ân ve Kur'ân Toplumu

Buraya kadar size, kısa da olsa Kur'ân ve Kur'ân toplumuyla alâkalı bir mukayese sunmaya çalıştım. Aslında, bu farklı kıyas ve mukayese ile Kur'ân'a ve Resûlullah'a karşı bir saygısızlık yapmış olmaktan hicap duymadım da değil. Ancak, "Eşya zıddıyla bilinir." kaidesince, biraz da mecbur oldum gibi…

Böyle bir mazeretle Rabbimin huzurunda muaheze edilmekten kurtulmayı ümit ederim. Yoksa, Allah Resûlü ve Kur'ân, başka hiçbir şeyle kıyas edilmeyecek kadar ulvî ve yücedirler ve gereksiz öyle bir yola asla girilmemelidir.

Evet, eşya zıddıyla bilinse de, İslâm'ın âlemşümul yüceliğini ispat için diğerlerinin küçüklüğünü göstermeye hiç gerek yoktur. Fakat bugün insanımızın bakışları bulanık, düşünce sistematiği bozuk ve değer hükümleri tamamen ters yüz olduğundan bazen cebrî hatalar kaçınılmaz olabiliyor.

Meseleyi bu zaviyeden değerlendirdiğimizdendir ki, tenvir maksatlı bazı mukayeselere ihtiyaç oluyor. Biz de bu ihtiyaçtan hareketle yola çıktık ve zulmetten bazı karanlık noktalar gösterdik ki, mahiyetimizi saran nur hüzmelerinin kıymet ve değerlerini daha iyi anlayabilelim.

Bu kısa yolculukta, bir milletin maddeciliğinin sarp yamaçlarında dolaştık. Ardından farklı bir dünyanın loş ve boş koridorlarında yolculuğumuzu sürdürdük. Gördük ki, ikinciler birincilerin maddeciliğine reaksiyon olsun ve onu tadil etsin diye zuhur etmişken, hiçbir şey yapamadan nâehillerin elinde bir ucûbe hâline gelmiş ve tamamen spiritüalist bir hüviyet kazanmış. İlâhiyatçı camianın dogmatik yaklaşımları bir ruhbaniyet anlayışına dönüşmüş; seleflerine bir şey anlatamadığı gibi kendi de anlaşılmaz bir muamma hâline gelmiş.

Batıda hümanizm gibi birçok nesepsiz hareketin doğmasına sebep de böyle bir çarpıklık olsa gerek. Böylesine yamuk yumuk heva ve heves kaynaklı beşerî organizasyonların, insanlığın problemlerini çözeceğini hiç kimse beklememelidir. Zira, işin semavîliği bütün bütün gidip, her şey dünyevîliğin darlığına düşünce, artık hiçbir şeyin yapılamayacağı açıktır.

Aslî hüviyetlerini koruyamamaları sebebiyle, bazı edyân-ı semaviye, zuhurları ve ilk hâlleri itibarıyla insanlığı zulmetten nura çıkaran birer ışık tufanı iken, daha sonra deformasyona uğramış ve insanlığın, bu defa da, nurdan zulmete sürüklenmesine sebebiyet vermişlerdir.

Kur'ân-ı Kerim'e gelince o, ilâhî teminat altında, hiçbir zaman değişmeden hep Hak'tan geldiği gibi kalmış ve bazı semavî kitapların maruz kaldığı muhteva değişikliğine uğramamış ve çeşitlenmemiştir. Evet, onu koruyan, bizzat sahibi olan Allah'tır ve kıyamete kadar koruyacağına dair de vaadi vardır:

"Muhakkak ki Kur'ân'ı Biz indirdik ve mutlaka onu Biz koruyacağız." (Hicr sûresi, 15/9) âyeti, bu teminatın semavî bir belgesidir.

Sırlı ve surlu Hicr sûresinin aynı hususiyetleri taşıyan bu âyeti, birçok tekit edatıyla, hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmayacak bir tarz ve üslûpla, Kur'ân'ın kıyamete kadar teminat altında olduğunu haber vermektedir ki, bu, aynı zamanda Kur'ân'ın diğer kitaplara olan fâikiyet ve üstünlüğünü de ifade etmektedir.

Kur'ân değişik yönleriyle olduğu gibi bu yönüyle de ezel ve ebed edalıdır. Bu açıdan da, asılları itibarıyla semavî olsalar dahi, diğer bazı kitapları Kur'ân'a kıyas etmek kabil değildir. Ayrıca Kur'ân, ceste ceste 23 senede Peygamberimiz'e nazil olmuştur. Onun inzal keyfiyeti de, meydana getirdiği inkılabı da, muhafazası da tamamen mucizedir. Ve onun hedefi, insanoğlunu hakikî insanlığa yükseltmektir.

Evet, insan, kalb ve ruhun hayat derecesine ancak Kur'ân'ın irşadı sayesinde ulaşabilir. Zira, insanın insanlık semasına yükselebileceği yolu en net şekilde Kur'ân gösterebilmiştir.

Hak'tan gelen nüzulün, urûç hâlinde ikmali, beşerî kavsin iki ucunun bir araya gelmesi, yani insanın yere indikten sonra yeniden miraç yapabilmesi, hayatta iken إِرْجِعيِ "O'na dön!" (Fecir sûresi, 89/28) sırrını tahakkuk ettirebilmesi ve kalbiyle, ruhuyla Hakk'a dönebilmesi tamamen Kur'ân'ın irşadına bağlıdır.

İşte, Cenâb-ı Hak, insanlığın bu uzun seyahati kıyamete kadar devam ettirebilmesi için, Kur'ân'ı muhafazası altına almıştır. Ancak, bütün icraatına sebepleri perde yapan Allah (celle celâluhu), bu icraatına da sebepleri perde yapmış ve bu kudsî işte de bir kısım kudsîler topluluğunu kullanmıştır.

Her semavî kitap, kendi nebisinden sonra o davanın havarîlerinin omuzlarında yükselegelmiştir. Aynı prensip bir farkla Kur'ân için de geçerlidir: Nasıl Kur'ân bütün semavî kitapların en yücesi ve en ulvîsidir; öyle de onu omuzlayacak cemaat de diğerlerine kıyasla en ulvî ve en yüce sayılır.

Zira Kur'ân, Varlığın Medar-ı İftiharı'na inmiş bir kitaptır.. ve her devirdeki Kur'ân talebeleri de bir mânâda o kitabın mübelliğinin çırakları sayılırlar. Onların arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi büyük dehâlar, dünyaya meydan okuyan kahramanlar, Bedir'de aslanlar gibi savaşanlar, Uhud'da sarsılmayıp yerinde sebat edenler, Hudeybiye'de çetin bir imtihanı başarıyla atlatan firaset erleri gibi öyle mükemmel ve yetenekli insanlar çıkmıştır ki, bunlar geçmiş dönemlerde dünyaya gelselerdi nebiler gibi tazim görürlerdi.

Kur'ân davası, dağları yerinden oynatacak azamet ve ağırlığı ile Hz. Ebû Bekir'in omuzlarına yüklendiği zaman cidden güçlü bir omuz bulmuş oluyordu… O, Faruk-u Âzam'la şehbâl açıyor ve Hz. Osman'la dünyanın dört bir yanına yayılıyor ve bütün cihanı âdeta vesâyâsı altına alıyordu.

Hz. Ali'ye gelince; onunla Kur'ân'ın apayrı bir buudu keşfolunmuştur. Kur'ân, evvelâ onun gönül deryasında bâtınî derinliğiyle inkişaf ediyor, daha sonra da mevceler hâlinde bütün tarikatları, tekke ve zaviyeleri netice veriyor.

Nice büyük veliler ve onları kanatları altına alan mücedditler hep bu mektebin çırakları sayılırlar. Hz. Ali'nin gönlü buna bir çekirdek olmuştu ve bundan tûbâmisal bir şecere-i tayyibe gelişip neşv ü nemâ bulmuştu. Ondandı büyük çoğunluğu itibarıyla bütün evliya, asfiya, ebrar ve mukarrabîn.

Esasen, her bir sahabiyi tek başına ele alıp değerlendirmek mümkündür. Onların hemen hepsi gökteki melekleri gıptaya sevk edecek kadar seçkin ve asildirler. Ancak konunun o kadar tafsilata müsait olmadığı da açıktır.

Bu sağlam karakterli Kur'ân tilmizleri veya –tabir caizse–Kur'ân nesli, asla başka kitapların tilmiz veya çocukları gibi Hak mesajına ihanet etmemiş; aksine, onun bir tek harfi için canlarını feda edercesine onun uğrunda tam bir adanmışlık ruhu sergilemişlerdir.

Kur'ân, işte böyle en güçlü omuzlardan en sağlam kaideler üzerine oturmuş bir âbide gibi hiçbir zaman sarsılmamış, çatlamamış; zerre kadar tahrif ve tahribe uğramadan mevcudiyetini günümüze kadar devam ettirmiş ve –inşâallah– kıyamete kadar da devam ettirecektir. Zira, ona bu teminatı veren doğrudan doğruya Allah'tır (celle celâluhu). Rabbimiz'in verdiği bu teminattan bizler de emin olmalıyız; zaten mü'minler de hemen her zaman emin bulundular.

Bizim inancımıza göre Kur'ân, kıyamete kadar bütün revnaktarlığı ile bâki kalacaktır. Belki bazen, esen muhalif rüzgarlar onun aydınlık çehresinde sis-duman meydana getirecekler ama, zannediyorum müntesiplerinin küçük bir gayreti, hafif bir silkinmesi; silkinip kendine gelmesi sayesinde, o da yeniden o eski revnaktarlığı, parlaklığı ve göz kamaştırıcılığıyla mü'minlerin kalb ve kafalarında canlanacak ve mürde gönüllere, ölmüş yığınlara hayat üfleyerek onları canlandıracaktır.

Bugün bir ölçüde mü'minlerin gönlünde artık bir şem'a parıldamaya başlamıştır ve artık herkes yavaş yavaş bu ışığa doğru koşmaktadır. Hakk'ı mâverâda arayanlar, taşrada dolaşanlar, Hak kapısı diye durmadan ağyâr kapısını çalanlar yanıldıklarını anlamaya başlamış ve içlerinde yanan bu ışıkla bütünleşip yeni bir ba'sü ba'de'l-mevt yaşar gibi hâlleri var.

Bugüne kadar bu tarihî tekerrür birçok defa tekrar edip durdu ve her defasında netice ve akıbet hep müttakîlerin oldu. Öyle inanıyoruz ki, bundan sonra da –inşâallah– Hakk'ın yaktığı bu şem'a ebedlere kadar yanacak, sönmeyecek ve arkasındakileri sürekli karanlıkta bırakmayacaktır.

5. İnsanî Realiteler ve Sırat-ı Müstakîm

Kur'ân, hayatı bütün realiteleriyle ele alır ve müntesiplerine öyle bir hayatı talim edip öğretir. Meselâ, aklın mevcudiyeti bir realitedir. Kur'ân bunu böyle kabul eder ve çok meseleleri akla havale ederek, "Akletmiyorlar mı?" der.

Ancak, İslâmiyet'te akıl hiçbir zaman kendi hâline ve başıboş bırakılmamıştır. Kur'ân'a göre o, mutlak bir esas değildir; belli ölçüde o, vahyin ve Kur'ân'ın ilâhî prensipleriyle kayıt altına alınmıştır. Bu prensipler akla rehber olmuş, akıl da bu rehberlik sayesinde yaradılış hikmetine uygun olarak vazifesini yerine getirmeye çalışmıştır.

Aslında, insanın mahiyetine yerleştirilmiş olan diğer duygular için de durum aynıdır: Şehvet, öfke, kin ve inat; iffet, gayret ve hakta sebat şeklinde tezahür ettiklerinde; ilim de, irfan ve muhabbet ufkuna yükseldiğinde istikamet korunmuş olacaktır.

Evet, Kur'ân-ı Kerim bize, mahiyetimizdeki bu duygulardan böyle semere almayı talim eder. O bizdeki bu duyguların mevcudiyetini nefyedip, fıtratımızla çatışmaz, bizi böyle bir çatışmaya zorlamaz. Aksine bizi ifrat ve tefritten koruyarak itidal ve istikamete sevk eder.

Kur'ân'ın aydınlık ikliminde:

- Akıl, ifrat noktasında cerbezeye, tefrit noktasında ahmaklığa düşülmeden istikamet çizgisinde hikmet televvünlü ruhun bir refîki;

- Şehvet, ifratıyla bohemlik ve fuhşa, tefritiyle cismaniyete bütün bütün sırt çevirip humûdete düşürmeksizin istikamet çizgisinde, meşruiyetle mukayyet "iffet" unvanıyla nefs-i nâtıkanın belli bir perdeden sesi soluğu;

- İnat, önyargı ve bâtıl saplantılar gibi ifrat, her şeye "evet" deme ve boyun eğme gibi tefrite mukabil hakta sebat etme çerçevesinde Cenâb-ı Hakk'a karşı bir sadakat vesilesi;

- Cesaret, ne tefritindeki korkaklık, ne de ifratındaki tehevvür, Müslüman olarak her zaman dimdik, ama müdebbir bulunmanın temel unsuru;

- İlim, gayesiz, hedefsiz, bilme için bilme ifratı, cehalet denen yüzkarası gibi tefrite mukabil, mârifete dönüşebilen ve Hakk'a ulaştıran bir vasıtasıdır…

Evet, bunların hemen hepsi orta yola bakan yanlarıyla nisbî birer ilâhî mevhibedir ve yerinde değerlendirildiğinde önemli dinamiklerdir.

Görüldüğü gibi İslâm, insandaki hiçbir istidat ve kabiliyeti köreltmediği gibi, hiçbirine de ifrata ve tefrite düşme hakkı vermemiştir. O, bu istidatları kayıt altına almış ve insana hepsinden âzamî derecede istifade yolunu göstermiştir ki, Kur'ân'a göre bu yolun adı "sırat-ı müstakîm"dir.

Biz, günde en az kırk defa, Allah'a (celle celâluhu) "Bizi sırat-ı müstakîme hidayet et!" (Fatiha sûresi, 1/6) derken, içimizde bu anlayışın billûrlaştığını duyarız. Bizim bu talebimiz, her şeyin ifrat veya tefritinden korunma talebidir. Aksi hâlde akıl, günümüzde olduğu gibi, ya bütün bütün terke uğrar ya da her şeyi inkâr eder ve kendinden başka varlık tanımayan bir küstahlığa düşer.

Bizden evvel bazı diyanetler, aklı bu hâle getirmişti. O dönemde akıl ihmale uğramış ve insanlar düşünmeye karşı bütün bütün gabîleştirilmişti. Zira onlara göre tek gerçek ve tek hakikat ruhanî reislerin söyledikleriydi. Hayat, mâbedin loş duvarları arasına sıkıştırılmış, insanların görüş ufku da, bu duvarların arkasında anlatılanlarla sınırlı kalıyordu.

Akıl humûdeti, beyinleri söndüren bir illet olarak cemiyeti sarmış ve insanlar bu illet karşısında cansız cenazeler gibiydiler. Bu kabîl âkillerden mürekkep bir cemiyetin her zaman ve zeminde mukadder akıbeti de bundan başka olamazdı.

6. Aklın Hoyratlaşması

Gün geldi, böylesi akılsızlığa karşı tepki de şiddetli oldu. Bu defa da insanlık kendini, her şeyi hafife alan korkunç bir akliyecilik karşısında buldu. Bu kaba akliyecilik ilmi ve teknolojiyi de yanına alınca insanlık öldüren bir ifrata kayıverdi.

Günümüzde modern ilim ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunun gözlerini öylesine kamaştırmıştır ki, maalesef artık o, iki adım ötesini göremez hâle gelmiştir ve ilmin, teknolojinin dışında hiçbir şeye tam güvenememekte; güvenmek bir yana, mevcut teknik imkânlarla her müşkülünü yenip, her problemini çözebileceğine inanacak kadar aşırı kanaatler taşımaktadır.

Böyle bir aşırılığın insanoğluna neye mâl olacağını kestirmek zor olmasa da, bu mevzuda verilecek herhangi bir hüküm için zamanın tefsirini beklemenin daha faydalı olacağı kanaatindeyiz. Yalnız şu kadarını belirtmeliyim ki, her şeyde ifrat ve aşırılık zararlı olduğu gibi, ilmin bir put hâline getirilerek, bütün değerlerin ona bağlanması da, hem insanlık hem de ilimler adına fevkalâde tehlikeli ve zararlıdır.

İlmin, 'salim düşünce-tecrübe-vicdan' üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda ve cemiyetin hayat seviyesini yükselterek, ona bugünü ve yarını itibarıyla huzur, mutluluk vaad edeceğinde şüphe yoktur. Ne var ki o, tek başına kaldığında sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kaçınılmazdır.

Zihinlerin sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruhun teknolojinin esiri hâline getirildiği, kalbî hayatın bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ne hakikî ilimden ne de ilmin yararlarından bahsedilebilir.

Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buudlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp gitmesine, aldatma ve istismarların dev bir afet hâlini almasına yardımcı olacak ve 'hak' karşısında 'kuvvet'in öldüren bir silahı hâline gelecektir.

Doğrusu, ilim, insanın maddî-mânevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini çözme yönünde değerlendirildiği ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabildiği ölçüde faydalı; bu hususlarda yararlı olamadığı zamanlarda ise faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanî değerler açısından bir şeyler beklemek de abestir.

Bugün, bütün bütün maddîleşen insan, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı itibarıyla alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, her gün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve düşünce kaymalarına sürüklemektedir. İşte böyle bir insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibarıyla gerçeği araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir.

Şüphesiz bunda, topluma avam kültürünün hâkim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının tesiri çok büyük olmuştur; ama ruh insanı, ilham insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bunların hepsinin önünde gelir.

Her şeyi maddede arayan, aklı gözüne inmiş kapkaranlık ruhların ortalığı sardığı bir dönemde, gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip mârifete ulaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir atmosferde muhâkeme ve tefekkürden eser kalmaz, insanlar her gün biraz daha aptallaşır ve dünyanın her yanı âdeta makinelerin komutlarıyla iş yapan insan şeklindeki robotlara kalır.

Bu itibarladır ki, yarınları yeniden inşa etmeyi planlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan neler beklenebileceğini, sonra onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Aksi hâlde, aksaklıklar sürüp gider ve ilim, kendinden beklenenleri kat'iyen veremez...

Öyle zannediyorum ki, bugün talim ve terbiye müesseselerinden topluma ait daha değişik müesseselere kadar, görüp müşâhede edilen yanlışlıkların büyük bir bölümü, işte böyle bir ilim anlayışından kaynaklanmakta.

Bugüne kadar her şeyi hâdiselerin dış yüzünde araştıran talim ve terbiye müesseseleri, hikmet ruhundan uzak kaldıkları ve bu müesseselere de ilim taassubu, dar kafalılık hükmettiği sürece gelecek nesiller sathileşmeye devam edecek, tefekkür hayatımız daha da sığlaşacak; yeni buluş ve tespitler insanlığın kurtuluşu adına bir kısım sihirli reçeteler takdim etseler de, dünya çapındaki bu umumî yozlaşmanın önü asla alınamayacaktır.

7. İlimde İstikamet

Bir yerde, eğer ilmî keşif ve tespitler, insanoğlunun maddî-mânevî mutluluğunu hedef almıyor ve insanlık, ruhunun emrinde şekillenmiyorsa, ilim gayesinden saptırılmış, teknoloji insanlık aleyhinde işlemeye başlamış ve insanoğlu rağmına her şey altüst olmuş demektir.

Oysaki insanoğlu, kulak ardı edilebilecek kadar ehemmiyetsiz bir varlık değildir. O, varlık adına sözü edilen her şeyin merkez noktasını tutan bir müstesna yaratıktır. Ve insan bu hâliyle âdeta Cenâb-ı Hakk'ın en gözde sevgilisi durumundadır.

Kâinatları var eden Zât, onu varlığın özü, hulâsası ve gayesi olarak yaratmıştır. Böyle bir mevkide yaratılan insanın gayesi de, Yaratıcısını arayıp bulmak ve kendi varlığına gaybî ve uhrevî bir derinlik kazandırmak olmalıdır.

Bu noktada ilme düşen vazife, insanın gözünden perdeyi kaldırıp ona gerçeği göstermek ve onu her gün yeni tefekkür ufuklarına doğru seyahate hazırlamaktır. Bu sayede, ilmin bütün buluş ve tespitleri insanoğlunun ruhunda ötelere doğru uzayıp giden birer merdiven hâline gelecek ve her an ayrı bir iman şuuru, ayrı bir ibadet aşkıyla şahlanan tali'li ruhlar, bu merdivenle cismaniyetin dehlizlerinden kurtulacak, zaman üstü hüviyetlere ulaşarak bütün zaman ve mekânların üstünde sonsuzla hemdem olacaklardır.

Böyleleri için artık, ne kendilerini aşağıya çekmek isteyen tabiatın zararlı yanları karşısında yenilmek ne de bedene ait sis ve dumanlar içinde şaşırıp kalmak söz konusu olabilir.

Çevrelerini saran bütün is ve pastan arınmış bu üstün kametlerdir ki, kim bilir, günde kaç defa gökler ötesi varlıklarla tanışıklığa girer, kaç defa meleklerle sonsuzluk istikametindeki yarışlara katılır ve kaç defa, hakikatin hararetiyle bir mum gibi eriyip mârifetin o bilinmez okyanuslarıyla bütünleşir. Eğer bugün biz gelecek adına biraz olsun ümit taşıyorsak, bu, o ruh insanlarının, Hak inayetlerine vesile olabileceği recâsından kaynaklanmaktadır.

Her şeyi inkâr eden ilim, insanlığa ait bütün değer hükümlerini de inkâr etmiştir. Hatta denebilir ki, Sanayi İnkılabı ile daha da küstahlaşan nesiller, insandan daha çok canavar yetiştirmişlerdir. Cihan harpleri şahit olarak yeter!

Batılı, kendisine musallat olan bu illetin geç de olsa farkına vardı ama, girilen yol tek taraflıydı ve bu yolun dönüşü de yok gibiydi. İhtimal daha bir süre onu, kalbini bağırsaklarına yedirmiş bir kısım hilkat garibeleri idare edecekti.

8. İlme ve İlim Adamına Saygı

Bizde ilim düşmanlığı yoktur ve hiç olmadı. Aksine ilim erbabı her yerde i'zaz ve ikram gördü.. ve her zaman ilim erbabının eli değil, etekleri öpüldü.

Celâdetli padişah Yavuz Sultan Selim Hazretleri, arkasında İbn Kemal olduğu hâlde ihtişamıyla yolda giderken İbn Kemal'in atının ayağından sıçrayan çamur Yavuz Sultan Selim'in cübbesine sıçrayıvermişti.. haşmetli hükümdardan gelecek bir gazap endişesiyle o büyük ve hakperest insanın içinde bir endişe hâsıl olur düşüncesiyle Yavuz Sultan Selim Han hemen dönüp nedimlerine şu talimatı verdi:

"Sizlere vasiyetim: Şu anda benim üzerimdeki, hocamın atının ayağından sıçrayan çamurla çamurlanmış bu cübbeyi mutlaka benim tabutumun üzerine örtmenizdir. Zira ben Rabbimin huzuruna bu cübbe ile gitmek isterim."

İlim, hiçbir devirde böyle i'zaz görmemiş ve hiçbir hükümdar tarafından ilim adamına bu kadar saygı gösterilmemiştir. Gösterilemezdi de; zira o saygının kaynağı Kur'ân-ı Kerim'di. O Kur'ân ki, إِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ "Allah'a karşı kulları içinde ancak âlimler saygı duyarlar." (Fâtır sûresi, 35/28) demektedir.

Hele şâz bir kıraatte bu âyetteki lafza-i Celâl'in اَللّٰهُ şeklinde merfû (ötreli) okunuşu vardır ki, o zaman mânâ, "Allah, Kendisini bilenlere, eşya ve hâdisenin künhüne vâkıf olanlara, 'Nefsini bilen, Rabbini bilendir.' sırrına erenlere karşı saygı duyar." şeklinde olur ki, üzerinde durulmaya değer.[8]

Bu ne baş döndürücü bir ifade ve bu ne müthiş bir tespittir! Evet, ilim bizde daima tebcil edilmiş ve minarelerin başında âdeta bir alem hâline getirilmiştir. Öyleyse, ilim adamının bize ve bizi ifade eden mukaddeslerimize küsmeye hakkı yoktur.

Zira biz, ilme ve ilim adamına karşı sonsuz denecek ölçüde bir saygı ve hürmet beslemekteyiz. Yeter ki o, bizim ruhumuzdan fışkıran hakikatlere tercüman olsun ve kâinat kitabını, kâinatın Sahibi adına şerh ve izah yolunda bulunsun.

Bundan dolayıdır ki, Gazzâlî bizim gözümüzde âbideleşir; İmam Rabbânî gönüllerimizdeki tahtına oturur; Mevlâna gönül gözümüzde zebercet bir kaş gibi parıldar.. ve daha binlercesini biz birer beyin yapıcı ve ruh mimarı olarak kabul eder ve onların maziden uzanan ışıktan elleriyle istikbalimizi şekillendirdiklerini görür gibi oluruz. Çünkü biz, ilmin fazilet ve değerini kabul edenlerdeniz.

Aynı kaynaktan beslenenler de tıpkı her şeyi bizim gibi duyar, bizim gibi değerlendirirler. Aksine, bizimle aynı memeden süt emmeyenlerle düşünce kardeşliği -dolayısıyla da, beğendiğimiz şeyleri takdir etmeleri- söz konusu olmayabilir. Bizim kimseye bir şey demeye hakkımız yok; tabiî kimsenin de bize.

İslâm, toplumun değişik kesimleri arasında imtiyazın karşısındadır ama o, ilmi ve ilim adamını yükseltir ve tebcil eder.

İbn Mâce'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, "İlim talep etmek her Müslümana farzdır."[9] denilmektedir. Bazı ilimler farz-ı ayn, bazıları da farz-ı kifâye olarak, her Müslüman ilim edinme mecburiyetindedir ki, bir başka hadislerinde Efendimiz şöyle buyururlar: "Bir kimse ilim yoluna girince, Allah (celle celâluhu) da ona Cennet'e giden yolu kolaylaştırır."[10]

İlim, bizden bu denli tebcil ve saygı görür; bizim mânevî yapımız, iç heyecanlarımız, tefekkür hayatımız da hep bir dantelâ gibi ilim aşkı, ilim düşüncesi etrafında örgülenir.

9. İnsanı Ruh ve Cesediyle Kavrama

Cemiyet hayatı fertle başlar. Fert âdeta, cemiyet organizmasının atomları durumundadır.

Cemiyeti gökteki sistemlere benzetecek olursak, fert o sistem içindeki bir yıldız gibidir. Nasıl organizma bütünü ile atom arasında ve yine gökteki sistemle o sistemin bir parçası olan yıldız arasında bir bütünlük var, öyle de fertle cemiyet arasında da aynı şekilde bir bütünlük mevcuttur. Ancak bu bütünlük evvelâ ferdin kendi yapısında başlamaktadır. Biz buna 'ruh ve ceset' veya 'madde ve mânâ' bütünlüğü diyoruz.

İslâm, ruhun yanında bir ceset, maddenin yanında bir mânâ, içtimaînin yanında bir iktisadî ve bütün bunların yanında da bir ahlâk ve terbiye demektir ki, onda topyekün bütün bir hayatın solukları duyulur, nefesleri hissedilir.

İslâm, Kur'ân kaynaklıdır ve Kur'ân'da beşere ait ihmale uğramış hiçbir husus yoktur. Aynı zamanda onun içinde tabiat-ı beşere uymayan hiçbir sivrilik de mevcut değildir. O, varlık-eşya-insan açısından itidalin sesi ve soluğudur.

İslâm, hayata ait bütün meseleleri bir bütünlük içinde ele alır. Onda meseleleri bölme ve ayırma olmaz. Bazı diyanet mensupları ferdi, ruh ve ceset diye ikiye ayırır; bazıları tamamen ruhu, diğerleri de tamamen cesedi, cismaniyeti öne çıkarır. Dolayısıyla her iki anlayış da ferdi bölüp parçalayıp anlaşılmaz hâle getirmektedir.

İslâm'da ise fert, ruh ve ceset vahdeti içinde ele alınır ve aynı hakikatin iki ayrı yüzü kabul edilir. Ruh ve ceset arasındaki vahdet telakkisi ailevî, içtimaî ve idarî yapıya da aynıyla akseder, onlara da kendi boyasını çalar. Buna mukabil değişik diyanetler ve din şeklindeki organizasyonlar hem kendi aralarında hem de başka milletlerle münasebetlerinde âdeta birbirlerinden kopuk bir görüntü sergilemektedirler.

10. İslâm Dışı Bazı Dinlerin İnsan Anlayışı

Bazı dinler sadece cesede bakar, onun temel disiplinleri de cismaniyet yörüngelidir. Böylelerinin bütün çaba ve gayretleri hep çıkar ve menfaat hedeflidir. Bir şeyin maddî menfaati varsa ona göre bir değeri de vardır; yoksa kıymeti yoktur.

Meyve ve sebzelerin bir kıymeti vardır; çünkü insan bunlarla beslenmektedir. Renklerin bir kıymeti vardır; çünkü göz bu renklerden maddî bir zevk almaktadır. Tat denen şey de dilin zevki hatırına bir kıymeti haizdir. Dokunulan şeyde, dokunma duyumuza ait bir tatmin söz konusudur.. ve neticede her şey bu yönüyle bir değere sahiptir.

İşte bazı diyanet mensuplarının insan anlayışı, varlık hakkındaki mülâhazaları, eşya ve hâdiseleri değerlendirişi böyledir.. ve bu anlayışa göre insan sadece bir cesetten ibarettir.

Diğer bazıları ise, insanı yalnız ruhtan ibaret kabul ederler ki, böyle bir anlayış da, genişlik ve derinliği olmayan tek buudlu bir hat gibidir.. ve insan tabiatı karşısında pek çok boşluğu olan, sorgulanabilir bir organizasyon görüntüsü sergilemektedir.

Böyle bir organizasyon, âbâ-i diyanetiyle müntesiplerine cennetler vaat etse de, insanın aklî, kalbî ve ruhî hayatı adına hiçbir şey vaat etmediği açıktır. Ona göre insanlar inzivahanelere çekilerek, bütün bedenî zevklerden tecerrüt edecek, evlenmeyi kendine haram kılacak; yemeyecek, içmeyecek, hatta dünyayı hiç düşünmeyecek; sadece ruhunun gücüne ulaşmaya çalışacak…

Öncekine nispeten bu da bir tefrittir. Böyle bir tefrit neticesinde bu yolun sâlikleri de, zâhirî mesleklerinin aksine gidip fuhşa gömülmüşlerdir. Evet, insanların bazı konulardaki arzu ve isteklerinin önünü almak mümkün değildir. Almaya kalkarsanız tabiat deformasyonlarına sebebiyet verirsiniz.

Zira tutulan yol beşer tabiatına, insan yapısına zıt bir yoldur. Üç buudlu mekânda yaşamak üzere yaratılan insan, hayalî bir atmosfer içine itilmiştir. Hâlbuki bu yol, en mahir cambazların dahi yürüyemeyeceği kadar dar ve amansızdır.

Nitekim, beşer bu yolda yürüyememiş; baş aşağı şehvetin ve fuhşun kucağına düşmüştür. Hem de bunu, Allah'a ibadet mahalli inzivahanesinde yapmıştır. İşte ifrat ve tefritin doğurduğu neticeler..!

11. Dünya Bir Çıkmazda, Kurtuluşu da Kur'ân'dadır

Dünya, içinde bulunduğu durumun vahametini iki cihan harbiyle daha bir anladı ama, henüz sığınacağı kapıyı bulmuş sayılmaz. O kapı, Kur'ân'la açılan Allah kapısı, sarılınacak kopmaz ip, Allah mesajı ve elemsiz-kedersiz hayat da, onun gölgesinde geçirilecek hayattır.

Fahr-i Kâinat Efendimiz'in ifadesi içinde, Kur'ân öyle nuranî bir iptir ki, bir ucu Allah'ın, diğer ucu da mü'minlerin elindedir. Ona tutunan, mutlak surette kurtuluşa erer.[11]

Evet, kabul etmek zorundayız ki, dünya bugün bir çıkmazdadır. Ya, dönüşü olmayan bu yolda hiç beklenmedik şekilde bir uçuruma yuvarlanacak ya da semavî mesaja kulak verip kurtulacaktır. Bu ses, Kur'ân ve İslâm'ın sesidir.

Biz Müslümanız ve o sese bütün ruh-u canımızla bağlıyız. Biz, ensar-ı ilâhî ve Allah'ın muvahhidleriyiz ve Fahr-i Kâinat Efendimiz'in izindeyiz; ara sıra düşüp kalksak da O'na birer sadık bendeyiz.

Evet, gerçi o Kamet-i Bâlâ'yı tartıp ölçebilecek bir idrake sahip değiliz; ama kat'iyen biliyoruz ki, O, Allah'ın en ekmel ve eşref kuludur ve insanlık âleminin en ulusudur. O'nun mahiyeti muallâ, mücellâ ve musaffâdır; ne var ki, yine de, "Muhakkak ki ben de sizin gibi bir beşerim." (Kehf sûresi, 18/110) âyetiyle anlatıldığı gibi bir beşerdir.

Aslında bizim farklılığımız da bu tür mülâhazalarla tezahür ve tebarüz eder: Biz, Allah Resûlü'nü delice severiz. Gidip O'nun vadisinde dolaşırken, köyünün burcu burcu nübüvvet kokan havasını teneffüs ederken, Saadet Asrı'nda yaşıyor olma neşvesini duyarız. Hatta O'nun ayağını bastığı toprağı gözümüze sürme diye çekeriz. Dahası bize deseler ki: "İki Cihan Serveri'nin mübarek kademi bu taşa basmıştı.", o taşı biz altın mahfazalarda saklar ve ona dudağımızı dokundurmayı büyük mazhariyet sayarız.

İşte biz O'nu bu kadar severiz; sever ve her nefeste O'nun uğruna bin defa ölmeyi cana minnet biliriz. Bununla beraber O'nu kat'iyen ilâh gibi görmeyiz. "O da bizim gibi bir beşerdi." der saygı ve tazimatımızı O'nun vesileliğine bağlarız. O, resûllerin en eşrefi ve Rahmetenlilâlemîndi ve O'nun bizim içimizden çıkması insanlık için bir şeref vesilesi olmuştu.

12. Kur'ân'ın İnsan Anlayışı

Kur'ân beşerîlikten çok muallâ, mukaddes ve münezzehtir ama, takdim ettiği hayat sistemi, beşerî, fıtrî ve tabiîdir ve müntesiplerini asla tabiatla savaştırmamıştır; camimiz cami, yatak odamız yatak odasıdır.

Bizim evlâd u iyâlimiz arasında değişik bir vaziyetimiz; 'Allahu Ekber' deyip, Rabbimiz'in karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde namaza durduğumuz zaman da ayrı bir tavrımız vardır. Ahvâl-i âdiyemiz kulluğumuzla iç içe ve muzahemesizdir.

Nabızlarımız, dinimiz, diyanetimiz için attığı aynı anda, onlarda aile ve milletimizin sesini de duyarız. İşte bu yol Kur'ân yoludur ve bu yol Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile açılan o büyük şehrahtır.

Efendimiz bir ömür boyu hep bu düşünceyi işlemiş; ümmetini ifrat ve tefritten korumuştur ki, bu husus O'nun en hassas olduğu meselelerden biridir. Bazen O, zâhiren takva gibi görülen davranışlara dahi müdahale etmiş ve insanları istikamette tutmaya çalışmıştır.

Şerefli sahabi Abdullah b. Amr b. Âs, bütün seneyi oruçlu geçiriyordu. Allah Resûlü bunu duyunca hemen onu karşısına aldı ve sordu:

- Bütün seneyi oruçlu geçiren sen misin?

- Evet yâ Resûlallah!

- Hayır, öyle yapma! Sadece pazartesi ve perşembe günleri oruç tut.

- Ey Allah'ın Resûlü! Ben daha fazlasına güç yetirebilirim.

- Öyle ise, bir gün ye, bir gün tut. Bu savm-ı Davud'dur ve Allah katında en makbul nafile oruçtur.

Abdullah b. Amr işi, "Daha fazlasına gücüm yeter"le noktaladı. Allah Resûlü'nün huzurunda söylediği son söz bu olduğu için ömrünün sonuna kadar da, bayram günleri hariç, hep oruç tuttu.

Ne var ki hayatının sonuna doğru onun dudaklarından dökülen şu sözler, tavsiye-yi Nebeviyeyi tutmadığına dair pişman olduğunu gösteriyordu: "Keşke Resûl-i Ekrem'in sözünü dinleseydim. O gün, üzerime aldığım mükellefiyeti götürebilecek durumdaydım. Hâlbuki şimdi çok zorlanıyorum. Ama O'nun huzurunda söylediğim söze muhalefet etmek de hoşuma gitmiyor. Onun için bu duruma katlanıyorum."[12]

Osman b. Maz'un, kendisini iğdiş ettirmek istediğini ifade edince, Allah Resûlü, bunun doğru olmadığını, sünneti içinde böyle bir davranışın bulunmadığını söylemiş ve sonunda da, "Kim benim Sünnetimden yüz çevirirse benden değildir." deyivermişti.[13]

Her şeyin bir hikmet-i vücudu vardır. Esas olan, o şeylerden bazılarını ortadan kaldırmak değil, onları yaradılış hikmetine uygun kullanabilmektir. Neslin devamını netice veren bir duygu ortadan kaldırılamaz. Belki makul ve meşru şekilde kullanılır ve ondan istifade edilir.

Aslında Efendimiz de bizlere hep bu prensibi talim etmiştir. "Dinde ruhbanlık yoktur."[14] ifadesiyle vecizelendirebileceğimiz bu prensip, ne Efendimiz devrinde ne de daha sonra asla zedelenmemiştir.

[1] Buhârî, gusül 12; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/291.
[2] Buhârî, teyemmüm 1; salât 56; Müslim, mesacid 3, 4, 5; Ebû Dâvûd, salât 24; Tirmizî, mevâkît 119; siyer 5; Nesâî, gusül 26; mesacid 42; İbn Mâce, taharet 90.
[3] Sanayi İnkılabı, 18. yüzyılda İngiltere'de başlayan ve iki yüzyıl içinde dünyanın tarımla uğraşan nüfusunu radikal biçimde azaltarak (1750'lerde % 80-90'dan 1950'lerde % 50-60'a) insanı artan ölçüde hizmet ve mamul mal üreticisi hâline getiren köklü sosyo-ekonomik değişmenin adıdır. Bu gelişme özellikle Batı insanının hayat tarzını ve seviyesini esaslı biçimde değiştirmiştir.
[4] Bazıları için bkz.: Yâsîn sûresi, 36/68; Bakara sûresi, 2164; Ra'd sûresi, 13/4; Nahl sûresi, 16/12, 67.
[5] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 2/18-19; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 1/526.
[6] İbn Hacer, el-İsâbe, 2/87.
[7] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/256-257.
[8] Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, 14/344.
[9] İbn Mâce, mukaddime 17.
[10] Müslim, zikir 38; Tirmizî, ilim 2; İbn Mâce, mukaddime 17.
[11] Bkz.: Müslim, fezâilü's-sahabe 36; Tirmizî, fezâilü'l-Kur'ân 14.
[12] Buhârî, savm 54-59; Müslim, sıyâm 181-193; Nesâî, sıyâm 76.
[13] Buhârî, nikâh 1; Müslim, nikâh 5; Nesâî, nikâh 4.
[14] Bkz.: Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 2/510.
Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.