Üretim
Bütün iktisadî sistem ve doktrinleri en yakından ilgilendiren meselelerden biri ve belki en birincisi üretimdir. Üretim, iktisadî hayatın can damarıdır. Üretimsiz bir ekonomi düşünülemez.
Ancak İslâm'da üretimin de bağlı olduğu bazı esaslar ve onu harekete geçiren bazı motifler vardır. İslâm ekonomisi bu esaslar ve motifler itibarıyla da diğer ekonomik sistemlerden ayrılır.
Biz, önce bu esas ve motifleri maddeler hâlinde takdime çalışalım. Takdim edeceğimiz maddeler, aynı zamanda üretim konusunun da bir tahkiki mesabesindedir.
Üretimin üç esası vardır ve bu esaslar şunlardır:
- Özel mülkiyet
- Malın aktif olması
- Dengeli kalkınma
Üretimin motifleri de şunlardır:
- Zekât
- Meşru kazanç
Şimdi bunları sırasıyla sunmaya çalışalım.
1. Üretimin Esasları
a. Özel Mülkiyet
Biz, mutlak mânâda 'mülkiyet' konusunu işlerken, 'özel mülkiyet' meselesi üzerinde de durmuştuk. Ancak burada bazı hatırlatmalar yaparak, özel mülkiyetin üretimle alâkalı yönüne temas etmek istiyoruz.
Özel mülkiyet, kapitalist sistemde her şeydir. Bu sistem, diğer bütün meseleleri özel mülkiyet esasına dayayarak ekonomiyi izah etmeye çalışır. Sistemlerini kolektivizm esasına dayandıran ve teşkilatlanmalarını hep bu esas çerçevesi içinde yapan diğer iktisadî doktrinlerde ise, tamamen kapitalizmin zıddı bir görüş söz konusudur. Onlar için özel mülkiyetin kaldırılması iktisadın vazgeçilmez temel esasıdır.
Bu da, ifrata karşı bir tefrittir ki her ikisinin de dengesizlik ifade ettiği açıktır. Birbirine zıt olmalarına rağmen aslında her iki sistem de ilâhî hakikate karşı olmakta birleşirler. Birine göre özel mülkiyet her şey iken, diğerine göre onu kaldırmak iktisadî doktrinlerin varoluş gayesidir.
Bu itibarla da bunlar, bâtılda kutuplaşmış iki zıt gibidirler. Ancak, her ikisinde de bir hakikat payının var olduğunu söylemek yerinde olur. Aklın hummalı çalışmaları vahiyle desteklenmeyince, her iki sistem de takılıp yolda kalmıştır. Akıl, hakikati ne kadar kavrayabilir ki!.. Keşke onun sırtına götüremeyeceği yük vurulmasaydı!
aa. Kapitalizmde Özel Mülkiyet
Kapitalizm özel mülkiyeti ilâhlaştırmış bir sistemdir. Gerekli sınırlamaların getirilmediği bir özel mülkiyet anlayışının sonucu ise tekelleşmedir. Monopol (tekelcilik), kapitalist sistemin kaçınılmaz bir sonucudur. Bu sistemde kurulan kartel ve tröstler, âdeta fakir zümreleri ezmek, onların sırtından beslenmek için harekete geçirilmiş durumdadır.
Onlara uğramayan müstahsilin ürünü halka arz edilemez. Bu sistemde, her köşeyi bir komisyoncu kesmiştir ki, bunlar taşradan gelen emtiayı, daha tüketicinin önüne gelmesine imkân vermeden, müstahsilin elinden almakta ve üretici ile tüketicinin yüz yüze gelmesine mâni olmaktadırlar.
İslâm ise, bu davranışı ticarî bir ahlâksızlık kabul ederek yasaklamıştır. ―İleride ona temas edeceğiz.―
Binaenaleyh bu yönüyle birinci sistem ahlâk dışıdır. Onda ne psikolojik ne sosyolojik ne de ekonomik planda ahlâkın müessiriyeti söz konusudur. Bir kere, psikolojik yönüyle bu anlayış insanları hırsa çağırmakta ve hırsları şahlandırmaktadır.
Zira ona göre, ne kazanmada ne de kazanç yollarında bir ölçü vardır. Makyavelist bir düşüncenin gereği, kazandırıcı her yol meşrudur. O bakımdan, daha başta, "Bu sistem psikolojik yönüyle ahlâk dışıdır." dedik. Çünkü insanları hırsa teşvik etmekte ve herkese, "Sen de kazanmalı, sen de elde etmelisin. Birisi faizle para alıp bir bina yaptığına göre sen niçin yapmıyorsun?" demektedir. Bu sistemde her zaman kazananlar, stokçularla bir grup kartel ve tröstlerdir.
Bu anlayışa göre şekillenmiş bir toplumda, birisi, rahat koltuğunda vurgunlar vururken, diğeri maden ocaklarında ömür tüketmekte ve kazanç olarak da, ancak diğerinin milyonda biri kadar bir imkân elde edebilmektedir. Bu da, sosyolojik yönden kitleler arasında husumet ve düşmanlık doğurmaktadır. Bu açıdan kapitalizm, kitleleri birbirine düşman yapması sebebiyle gayri ahlâkî bir sistemdir.
Kapitalizm, iktisadî yönüyle de ahlâk dışıdır. Çünkü o, bir kısım kimselerin asalak yetişmesine sebep olmaktadır. Hiç çalışmadan, terlemeden, göz nuru dökmeden, kafasını yormadan, beyin ameliyesinde bulunmadan, kalbini zorlamadan para kazanan bir zümre ve sınıfın, hem de küçümsenmeyecek oranda teşekkül ve tekevvün etmesi ve bir bakıma iktisadî hayatın da bunların eline geçmesi, kapitalist sistemin doğurduğu en kötü neticelerden biridir. Böyle olumsuz bir netice doğurması itibarıyla bu sistem bir kere daha gayr-i ahlâkîdir.
ab. Komünizmin Mülkiyet Anlayışı
Özel mülkiyeti ilâhlaştırmış gayr-i ahlâkî bir sistem olan kapitalizmin tutarsız görüşlerini izah ettikten sonra, isterseniz şimdi biraz da, komünizmin üretim anlayışı üzerinde duralım.
Kapitalist sisteme denk ve zıt olarak kolektivizm düşüncesi etrafında teşkilatlanan, her şeyi belli merkezlere bağlayan ve ferdin hukukunu kâle almayan ve daha çok da Frankestein'ın hortlaklarını hatırlatan komünizm, devletin korkunç çarkları arasında insanla beraber onların mallarını da ezip öğütür, ferdî hürriyeti bütün bütün nefyeder ve kat'iyen kimseye özel mülkiyet hakkı tanımaz.
Bu sistemde insan, tıpkı tek düğmeyle yanan elektrik lambaları veya düğmeyle hareket eden bir makine hâline getirilmiştir.
Evet, komünizm, dünyada iken Allah'a muhatap olan, yeryüzünde Cennet'in kavgasını veren, ışık hızıyla varılamaz yerlere varan, yaptığı hizmetlerle Allah'ı hoşnut eden, ahsen-i takvîm sırrına mazhar o yüce varlık insanı, sadece bir düğme ile hareket eden basit bir makine derekesine indirmiştir.
ac. İslâm'da Özel Mülkiyet Anlayışı
İslâm, eskilerin ifadesiyle 'efrâdını câmi, ağyârını mâni' bütün bir ilâhî sistemdir. Bu yüzden, daha önce ifade edildiği gibi, onun ekonomisi, diğer yanlarından ayrılamaz. Bu itibarla, İslâm'ın mülkiyet anlayışını kavramak ve iyi tahlil edebilmek için her şeyden önce onun, insanı yeryüzünün halifesi olarak tanıdığını göz önüne almak gerekir.
Evet, Allah (celle celâluhu), insanı yeryüzünde halife yapmış, yeryüzünü onun emrine musahhar kılmıştır. O, kendisine verilen salâhiyet dahilinde yeryüzünde tasarrufta bulunacaktır/bulunmaktadır.
Kendisine bu yüksek pâye verilen insan, evvelâ Allah'a kul olma şuuruna erecektir. Bundan sonra, bazen hâl, bazen fıtrî ihtiyaç, bazen de bizzat fiilî mübaşeret diliyle olmak üzere, isteyeceği her şeyi hep Rabbinden isteyecektir.
Bununla beraber insan, kevnî kanunların dilinden anlamak suretiyle bütünüyle yeryüzünden istifade etmenin yollarını da araştıracaktır ki, bu, aynı zamanda onun salâh ve kurtuluşa ermesinin bir yolu ve şartıdır.
Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla bildirdiği gibi, yeryüzünün asıl vâris ve hâkimi Allah'ın salih kullarıdır.[1] Allah (celle celâluhu), salâh nispetine göre, bu salih kullardan teşekkül eden bir cemaati yeryüzüne vâris kılmıştır/kılacaktır.
Mü'minler, mü'minlikten istifade etmenin yollarını bilemezlerse, yani sarayın içinde bulundukları hâlde koridorda gezenler gibi hareket ederlerse, Allah, onlara vereceği şeyi dışta gezenlere verir. Ve mü'minler, verilecek olan şeylerden mahrum kaldıkları gibi, kendi özlerine dönecekleri güne kadar bu dışta gezenlerin tasallutundan kurtulamazlar.
İnsana bu nazarla bakan İslâm, her meselede olduğu gibi, özel mülkiyet konusunda da orta yolu seçmiştir. Bir taraftan, ferde mülkiyet hakkı tanırken, diğer taraftan da onu belli prensipler doğrultusunda yönlendirerek, Allah rızasını ve toplum menfaatlerini nazara vermiştir.
Mülk Allah'ındır. Ancak O, bu mülkü, yine kendi mülkü ve memlûkü olan insana ariyet olarak vermiştir. İnsan, bu dünyada, o mülk üzerinde geçici bir tasarrufa sahiptir. Ve tabiî ahirette, dünyadaki bu tasarrufunun hesabını da verecektir.
Esasen, hem kapitalist hem de komünist sistemler özel mülkiyet meselesinde, insanı yanlış anlayıp değerlendirmeleri sebebiyle, çok ciddî hatalara düşmüşlerdir. Bunlardan birisi insanı 'her şey', diğeri ise, 'hiçbir şey' kabul etmiştir.
Hâlbuki İslâm, insanı en doğru şekliyle ele alır. O, bir yönüyle âciz, zayıf ve her şeye muhtaç bir varlık iken, diğer yönüyle de potansiyel olarak melekleri geride bırakacak kadar kıymetler üstü kıymeti haiz bir sultandır.
Bilindiği gibi, kapitalizm, üretimi esas alarak yola çıkmış; fakat, sonsuz bir ihtirasla sarıldığı üretimin, tüketimi körüklemeden devam etmeyeceğini anlayınca tüketimi esas alan bir sistem hâline gelmiştir.
Şu anda kapitalizm, bir taraftan üretimi hızlandırma, diğer taraftan da kendisi için tüketim, daha doğrusu sömürü pazarları bulma mecburiyeti gibi fasit bir dairenin içindedir. Bu neticeye, sınır tanımayan özel mülkiyet anlayışının sebep olduğunu söylemek de yanlış olmaz zannediyorum.
Komünizm ise, tüketimi esas alarak; fertler arasında yapılacak eşit dağıtımın, tüketimi asgarî seviyeye indireceği hayaliyle yola çıkmıştır. Hâlbuki insanî realiteler ve zapturapt altına alınamayan istekler tüketimi hızla artırdığından dolayı, tüketimle yarışa giren üretim de aynı oranda artmıştır.
Böylece hem kapitalizm hem de komünizm, başladıkları noktanın tamamen zıddına kaymışlardır. Birinin başladığı nokta, diğeri için bir netice; öbürünün vardığı netice ise, diğeri için bir başlangıç olmuştur.
Hâlbuki İslâm, hiçbir zaman böyle bir yanlışa düşmemiştir. Zira o, hem üretimi hem de tüketimi belli şartlara bağlamıştır. Dolayısıyla, onun kurduğu sistem bütünlüğü içinde, birbiriyle amansız bir yarışa girmiş üretim ve tüketim söz konusu değildir. İslâm, özel mülkiyete hak tanımıştır. Zira üretimin artması için özel mülkiyet teşvik edici bir ön şarttır.
Şurası da bir gerçektir ki, hiç kimse neticede kendi inisiyatifine geçmeyecek ve kendi evlâdına miras olarak intikal etmeyecek bir üretim için, bir başkasından daha fazla çalışmaz. Nitekim bu, komünist ülkelerde açıkça görülmüştür.
Öyle ise, ferdi çalışmaya teşvik edici faktörlerden biri olarak özel mülkiyet gereklidir ve İslâm böyle fıtrî bir arzunun asla önüne geçmemiştir. Fakat tüketimi hızlandırıcı saik ve sebepleri en aza indirmesi sebebiyle, İslâmî bir toplumda talep diğer sistemlere oranla daha düşük seviyelerde kalmış ve dolayısıyla üretim de belli bir seviyede tutulmuştur.
Ayrıca ferde aşılanan fedakârlık, diğergâmlık ve mürüvvet hisleri ile de fert, elinde bulundurduğu ihtiyaç fazlası imkânlarını, bazen bizzat kendisi daha muhtaç olduğu hâlde bile mü'min kardeşine vermiş ve bununla Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanmaya çalışmıştır ki, bu da yine fazla üretime sınır koyan âmiller arasında yer almaktadır.
Bundan da anlaşılıyor ki, dengeli bir üretim için dengeli bir özel mülkiyet şarttır. Ve yine tüketimi dengede tutabilmek için de özel mülkiyet vazgeçilmez bir esastır.
b. Malın Aktif Olması
İslâm iktisadında üretimin ikinci önemli esası, malın aktif olması gereğidir. Her ne kadar herkes, kendi mal varlığında tasarruf hakkına sahip ise de, bu tasarrufun, Cenâb-ı Hakk'ın direktifleri doğrultusunda gerçekleştirilme zarureti vardır.
Bir mü'min, mal yığıp stokçuluk yapamaz. Zira stokçuluk, malı pasifize etmek anlamına gelir. Bu da hem toplumun hakkına bir tecavüz hem de Cenâb-ı Hakk'ın yasaklarına karşı gelmektir.
Çünkü Cenâb-ı Hak, altın ve gümüş biriktirip, infakı (harcamayı) terk edenleri, can yakıcı bir azapla tehdit etmektedir: "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda infak etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele!" (Tevbe sûresi, 9/34)
Mal-mülk edinmenin fıtrî bir duygu olduğu malumdur. Esasen daha önceki bölümlerde de bu konu üzerinde uzunca durmuştuk. Ancak şu kadarını hatırlatmalıyım ki, stokçuluk, mal ve para tutkusunda ifrata kaymak demektir. İfrat ise, her zaman ve zeminde zararlı olmuştur.
Aslında İslâm, malın pasifize edilmesinin tamamen karşısındadır. Onun içindir ki, üst üste üç sene bir toprağı âtıl ve verimsiz bırakan insandan bu toprak alınır ve onu işleyecek bir başkasına verilir.[2] İleride arazi hukukuna temas ettiğimiz yerde bu konuya yeniden döneceğimiz için şimdilik fazla tafsilata girmeyeceğim.
İslâm'ın, malda hareketlilik politikası ve malın pasifize edilmesine karşı aldığı kendine has tedbirler, hiçbir sistemle kıyas edilemeyecek ölçüde dengeli ve neticeleri itibarıyla da olumludur. Onun üretime olan katkısı ise, her türlü izahtan vârestedir.
c. Dengeli Kalkınma ve Îyne Alışverişi
İslâm'ın iktisadî yapısı içinde, üretimin üçüncü esası olan dengeli kalkınma, 'kalkınmayı o memleketin içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik şartlara uygun olarak yapmak' demektir.
Tayin edilen hedefe varma periyotlarını ve bu periyotlar arasındaki zamanlamayı iyi ayarlayamayan bir ekonomik sistemde büyüme bazen çok hızlı bazen de çok düşük seyreder ki, her iki durumda da, bir ekonomik darboğaza girme söz konusudur.
İslâm ekonomisinde büyüme ve kalkınma, bizatihi sistemin yapısından kaynaklanan bir denge ve ölçüye sahiptir. Öyle ki, İslâm'ın bu özelliği, Prof. Massington gibilerini hayranlığa sevk etmiştir:
"İslâm, birbirine ters iki aşırı uç olan bolşevist komünizm ile kapitalizm arasında, orta, dengeli ve sağlam bir yer işgal etmektedir."[3]
Biz, inandığımız sistemin hakkaniyetini bir Batılının beyanına dayandıracak değiliz. Ama fazilet ve meziyet odur ki, onu düşman dahi itiraf etsin. Kur'ân'ı bilmeyen, Resûlullah'ı tanımayan bu şahıs İslâm'daki dengeden, diğerlerinin ise, dengesizliğinden bahsetmektedir ve bizim için mühim olan da işte budur.
Şu hadis-i şerif, mevzuumuzla alâkası bakımından gayet çarpıcı ve dengeli kalkınmayı bir-iki cümleyle izah etmesi yönüyle de fevkalâde vecizdir:
"Îyne alışverişi yaptığınız, sığırların kuyruğuna yapışıp ziraata hasr-ı hayat ettiğiniz (iş olarak sanayi ve cihadı bırakıp sadece ekip-biçmekle meşgul olduğunuz) zaman Allah, size altından kalkamayacağınız öyle bir mezellet verir ki, yeniden dininize döneceğiniz âna kadar o mezelletten kurtulamazsınız."[4]
Bu hadislerinde Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), köyden şehre, en ücra yerden en büyük kentlere kadar bir ticarî ahlâksızlığa dikkatleri çekerek, âdeta, "Böyle bir ahlâksızlığa dûçâr olduğunuz zaman mezelleti bekleyin!" ikazında bulunmaktadır.
"Îyne alışverişi" iki türlü izah edilegelmiştir:
Birincisi: Birinden veresiye mal satın alıp daha sonra aynı adama bu malı daha ucuza ve peşin olarak satmaktır.
Bu alışverişten gaye şudur: Kişinin paraya ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, doğrudan para alıp, fazlasıyla ödemek faiz olacağından, böyle bir yola tevessül edilmiştir. Hâlbuki bu şekildeki alışverişin de faizden farkı yoktur.
Bunun pratikte tatbiki şöyledir: Diyelim ki, adamın 50 milyon liraya ihtiyacı var. Bu adam birinden bir dana ve beraberinde küçük bir eşyayı 50 milyon liraya veresiye olarak satın alıyor. Sonra da, aynı adama danayı 50 milyon liraya peşin olarak veriyor. Veya 50 milyon liraya veresiye olarak aldığı danayı 45 milyon liraya peşin olarak aldığı şahsa satıyor.
Böyle bir muamele her ne kadar dıştan normal bir alışveriş şeklinde görünse de, bunun faiz muamelesinden farkı yoktur. Bu tür bir muamele, İslâm nazarında aynen faiz kabul edilmektedir.
İkincisi: Îyne, bir gecikme zammı uygulamasıdır. İslâm hukukçularının ekserisi îyne alışverişinden bunu anlamıştır. Meselâ, borçlu gelir ve bu ayki borcunu ödeyemeyeceğini söyler. Hemen onun borcuna tehir süresi ve borç miktarı hesap edilerek gecikme zammı yüklenir.. evet, bu muamelelerin her ikisi de, İslâmî açıdan yasaktır.
Hadiste, "Sığırların kuyruğuna tutunup da ziraatın dışında her şeyi unuttuğunuzda..." işaretiyle anlatılmak istenen ikinci husus, üretimdeki dengesizliktir.
Evet, İslâm'a göre üretim kaynakları olarak ziraatin yanı sıra ticaret, sanayi, hayvancılık ve sair iş kolları da ihmal edilmemelidir. Ziraat haricinde bahsi edilen üretim kaynaklarını bir tarafa bırakma, hem zamanla fakirleşme hem de dünya ile rekabet etme gücünü kaybetme demektir.
Ayrıca ziraat, genellikle köylerde olur. İnsanların bütünüyle ziraatle meşgul olması şehirleşme için önemli bir engel sayılır. Bu ise sanayi ve ticaretin ölmesi demektir. Öte yandan, herkesin köyde bağını, bahçesini, tarlasını bırakıp büyük kentlere akın etmesi de bir başka arızayı tevlit etmektedir.
Günümüzde olduğu gibi hızla büyüyen kentler çirkinleşecek, altyapı probleminden hava kirliliğine kadar bir sürü sıkıntıyı da beraber getirecek ve büyüme hızı oranında dev meselelerin doğmasına sebebiyet verecek; netice itibarıyla yer altı ve yer üstü hizmetleri akamete uğrayacak ve işsizlik had safhaya yükselecektir.
Hâsılı, kalkınmanın bir denge içinde yürütülmesi şarttır. Bu da ileriye matuf belki 5-10, hatta 20-30 yıl sonrası için netice alınabilecek ölçüde master planların yapılmasını ve bu planların arızasız bir şekilde tatbikini gerektirmektedir.
Bu arada kalkınmada dışa bağımlı olma da kat'iyen göz ardı edilmemesi gereken önemli bir konudur. Hangi alanda olursa olsun dışa bağımlılık, kalkınmakta olan ülkelerin en büyük handikabıdır.
Kalkınmakta olan ülkelerde hızlı kentleşmenin doğurduğu sıkıntılara alternatif olarak ortaya konan köye dönüş projeleri üzerinde de hassasiyetle durulması gerektiği kanaatindeyim ki, yukarıda zikredilen hadisten bu mânâyı da anlamak mümkündür. Ayrıca hadiste, medeniyetten sonra bedeviyete geri dönüş veya bedeviyette ısrara ait esasları da görebiliriz ki bunların hepsi bir bakıma mezellet ve meskenet vaad eden şeylerdir.
Son olarak, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mezelletin ortadan kalkmasını dine dönme şartına bağlamaktadır. Dine dönme, "dinin bir bütün olarak yaşanması" demektir. Konumuzla ilgili olarak dinin, kalkınma mevzuunda sunduğu teklifler aynen yaşanmazsa, mezelletten kurtulmak mümkün olmayacaktır. Kalkınmanın dengeli olması, bu yönüyle de ehemmiyet arz etmektedir.
2. Üretimin Motifleri
a. Zekât
Zekât, İslâm'ın temel rükünlerinden biridir. Zekâtta gerek fert, gerekse cemiyet adına birçok fayda ve hikmetler vardır.
Zekâtın mevzumuzla alâkalı yönü, onun mükellef mü'minleri üretime teşvik eden bir esas olmasıdır. Zira mü'minin zekât verebilmesi için, zekât nisabı kadar malı olması gerekir. Bu ise onu kazanmaya ve üretmeye zorlar.
Böyle bir mülâhaza ile çalışan bir insan, kendini hep ibadet neşvesi içinde hisseder ve birini bin yapmaya gayret gösterir. Bu da hiç şüphesiz üretime müspet yönde katkı sağlar.
Zekâtta aynı zamanda cebrî bir lütuf, tatlı bir zorlama da söz konusudur. Zekât sorumlusu olarak elinde âtıl altın, gümüş vs. bulunan bir insan bilir ki, eğer çalışıp servetini nemalandırmazsa, her sene vereceği zekâtla elindeki sermayesi bir müddet sonra nisap miktarının altına düşecek ve o fakirleşecektir.
Sermayeyi böyle âtıl bırakıp tükenmesini beklemek akıl kârı olmadığına göre, bu insan hep çalışıp kazanmayı düşünecektir. Bunun için, onu ya bizzat kendisi çalıştıracak ve ticaret vasıtasıyla nemalandıracak ya da bir başkasıyla çeşitli ticarî ortaklıklar tesis ederek hem kendisi kazanacak hem de başkasına kazandıracaktır. Hangi yolla olursa olsun, netice itibarıyla mal ve hizmet üretimi artacak, bundan herkes kazançlı çıkacaktır.
İşte zekât böyle tatlı bir zorlama yolu ile bir taraftan sermayeyi aktif hâle getirirken, diğer yönden de üretime hiç de küçümsenmeyecek seviyede katkıda bulunacaktır.
Hemen ifade etmeliyim ki, İslâm'dan başka hiçbir iktisadî sistem, üretim adına zekât gibi bir avantaja sahip değildir. Bu özelliği itibarıyla da İslâm iktisadı tektir ve başka hiçbir sisteme de benzememektedir.
Ayrıca zekât, zengin ve fakir arasındaki uçurumu kapatan sosyal bir müessese olması itibarıyla, iktisadî hayata tesir eden önemli faktörler arasındadır.
Bir cemiyette, sosyal dayanışmanın temin ve devamı, tabakalar arasında uçurumlar meydana getirilmemesine ve boşluk bırakılmamasına bağlıdır. Yani, havâs (üst) tabaka avamdan ayrı kalmamalı; zengin-fakir arasındaki irtibat kat'iyen koparılmamalıdır ki, toplumda anarşi meydana gelmesin.
İslâm toplumunda sosyal tabakalar arasında bu irtibatı temin eden en önemli dinamiklerden biri, belki de en birincisi, hiç şüphesiz zekât ve diğer yardımlaşma yollarıdır. Çünkü zekât sebebiyle zenginden fakire doğru sımsıcak bir şefkat ve mürüvvet inerken, fakirden zengine doğru da minnetsiz bir saygı ve hürmet yükselir.
Diğer sistemlerde, bu iki sınıf arasında bahsi edilen irtibatı sağlayacak bir esas olmadığı için hep kin, nefret ve düşmanlık hükümfermâ olmuştur. Oysaki, İslâm'ın hayata hayat olduğu zaman ve mekânlarda, zekât köprüsüyle zengin-fakir birbiriyle bütünleşmiş ve bu iki sınıf arasında sevgi, yardımlaşma ve dostluk hâkim olmuştur.
b. Meşru Kazanç
İslâm, kazanmayı meşru olma şartına bağlamıştır. Meşru olmayan kazanç, İslâm nazarında merduttur, reddedilmiştir. Daha önce bir başka bölümde meşru olan ve olmayan kazanç yollarını arz ettiğimizden, burada bir kere daha aynı şeyleri tekrar etmeye gerek görmüyoruz. Ancak, üretimle meşru kazanç arasındaki münasebete kısaca temas etmekte fayda var.
İslâm, kul hakkına büyük önem vermiştir. Herkesin hesap endişesiyle titrediği kıyamet gününde, hiçbir suale tâbi tutulmadan Cennet'e girecek olan şehidin bile hesap vereceği tek husus, kul hakkıdır.[5] Onun için her mü'min, üzerinde başkasına ait bir hak varken ölmekten şiddetle içtinap eder. Böyle bir inanç, insana kendi kazancına başkalarını ortak etme hasletini de kazandırır. Zira içinde bir başkasının alın teri bulunmayan hiçbir kazanç yok gibidir.
İçinde bir başkasının hakkı olmayan kazanç, beraberinde vicdan huzurunu da getirir. Vicdanen huzurlu bir insan ise, çalışırken daha bir aşk ve şevkle çalışır. Bu da yüzde yüze varan bir oranda üretime ve dağıtıma bir katkı ve ekonomide denge demektir.
Kapitalist bir sistemde, fertlerin vicdanen huzurlu olması mümkün değildir. Çünkü bu tür sistemlerde ahiret inancı olmadığı için fertler, birbirini sömürü unsuru olarak görürler. Dolayısıyla fertler, yaptıkları işlerde hukuk ve mantık açısından kendilerini mazur görseler de vicdanen huzursuzdurlar. Zira vicdan, tefessüh etmemişse hep doğruyu söyler ve doğruya meyleder.
Kapitalist sistem ve bu sisteme entegre olmuş insanın hâli ne ise, komünist sistemde de durum bundan daha farklı değildir. Ayrıca, komünizm ferdi kolektifleştirmenin yanında aynı zamanda onu yalnızlığa da itmiştir. Bu sistem için, cemiyet ve o cemiyeti meydana getiren fertler hiçbir mânâ ifade etmezler.
Komünist sistemin temel dinamikleri, devlet ve o devlet sistematiğini elinde tutan bir avuç insandır. Diğer insanların fert olarak da toplum olarak da hiçbir kıymet ve değerleri yoktur. Kazanmanın sınırı, bizzat devlet tarafından tespit edilmiştir.
Kazanma şekline gelince; bunda komünist sistem ile kapitalist sistem arasında hiç de ciddî bir fark yoktur. Yani kazandıran her yol meşrudur. Hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet gibi şeyler, ispat olunduğu takdirde suçtur ama fert, kendi muhasebesi içinde onlara suç nazarıyla bakmaz. Zira gerek kapitalist gerekse komünist sistemde, ferde bu şuuru kazandıracak hiçbir dinamik yoktur.
İslâm ise, Allah korkusu, ahiret inancı vb. inanç esaslarıyla insana kendi kendini sorgulamayı öğretir. Bu itibarla, bu sistemde inançlı insan büyük ölçüde suç işlemez. Şayet işlerse, işlediği suçtan dolayı vicdan azabı çeker ve bizzat kendisi gider adalete teslim olur. Evet, İslâm, insana iman kaynaklı verdiği ulvî duygularla, insanın elinden tutar, onu hakikî insan hâline getirir ve sonra da sağlam bir rükün olarak onu yeniden topluma iade eder.
[2] Mevsılî, el-İhtiyar, s. 384; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 7/191-192.
[3] M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 147.
[4] Ebû Dâvûd, büyû 54; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/42, 84.
[5] Müslim, imaret 117,119, 120; Nesai, cihad 32: Muvatta, cihad 31.
- tarihinde hazırlandı.